SESSİZLİĞİN HAYKIRAN KAFATASI
Ve bir düzine ölüm izi lekeledi onu
Gerdanı, baldırı ve kalçasının üstünde,
Ve vurdu kafatasına parmak eklemleriyle
Ve güldü… Eğer buna gülmek denirse…
Ölmenin bir milyar keskin yüzü,
Dışarı uğrayan gözlerinde ışıldarken…
Ve bir düzine ölüm izi lekeledi onu
Gerdanı, baldırı ve kalçasının üstünde,
Ve vurdu kafatasına parmak eklemleriyle
Ve güldü… Eğer buna gülmek denirse…
Ölmenin bir milyar keskin yüzü,
Dışarı uğrayan gözlerinde ışıldarken…
İnsanlar o günü hala Kralın Korku Günü diye anar. Zira Valusia Kralı Kull bile sonuçta sadece bir âdemdi. Ondan daha cesuru yoktu ama her şeyin, cesaretin bile sınırı vardır. Tabii ki, Kull da endişeyi, korkunun soğuk fısıltısını, ani irkilişleri, hatta meçhul dehşetin gölgesini tanımıştı. Fakat bunlar esas itibarıyla şaşkınlık, korkunç sırlar veya doğadışı varlıkların aklının kuytularında yol açtığı irkilme ve sıçramalardan fazlası değildi—gerçek korkudan ziyade tiksinti. Bu yüzden öylesi bir korkuya kapılması insanlara o günü hatırlatacak kadar ender bir şeydi.
Yine de Kull’un keskin, müthiş ve mantıksız bir korkuyu tanıdığı, iliğinin çekilip kanının buz kestiği bir an oldu. İnsanlar bu yüzden Kull’un Korku vaktinden söz etti; bundan da ne küçümseyerek söz ettiler, ne de Kull’u utandıracak şekilde. Hayır; zira bu onun ebedi şanına yakışır şekilde gerçekleşti.
Şöyle oldu bu. Kull, Baş Danışman Tu, Pict Diyarı Büyükelçisi Ka-nu, Ka-nu’nun Sağ Kolu Brule ve köle, ama Yedi İmparatorluk’un en büyük âlimi olan Kuthulos’un tartışmasını aylak aylak dinleyerek gönül ferahlığıyla halk tahtında oturuyordu.
“Her şey yanılsamadır,” Kuthulos konuşmaktaydı, “Sınırlı aklın ebediyeti ölçebileceği izafi nesneler olmadığından, Hakikat’ın altında yatan tüm tezahürler insan anlayışının ötesindedir. Hepsinin altında Tek Olan yatar ya da, her doğal yanılsama temel bir öze sahiptir. Tüm bunlar, âdemoğlu bilinmeyen şeytanların elinden kurtulup yükselmeye başlamadan önceki dönemlerde, tüm çağların en büyük dehası olan Raama için bilinen şeylerdi.”
“O kudretli bir büyücüydü,” dedi Ka-nu
“O bir büyücü değildi,” dedi Kuthulos, “İlahi söylemez, dualar mırıldanmaz ve yılan ciğerlerinden fal bakmazdı. Raama’nın hokkabazlıkla işi yoktu. O, İlk Prensipler’i kavramıştı, Anasır-ı Erbaa’yı biliyor, doğal nedenlerle harekete geçen doğal güçleri anlıyordu. İşleyişi ona bizim ateş yakışımız kadar basit gelen doğal yollarla kudretini geliştirmesi sayesinde başarmıştı bilinen mucizelerini. Bizim ateşimiz maymun atalarımız için neyse, o da bizden o kadar ilerideydi.”
“O halde niye tüm sırlarını kavmine öğretmedi?” diye sordu Tu.
“Çok fazla bilginin âdemoğlu için iyi olmadığını biliyordu. Eğer Raama’nın bildiği kadarını bilseler, bazı kötü kişiler tüm kavme, hatta tüm evrene boyun eğdirirdi. İnsan kendi kendine öğrenmeli ve öğrendikçe kendini geliştirmeli.”
“Oysa her şeyin yanılsama olduğunu söylüyorsun,” diye devam etti Ka-nu; devlet işlerinde kurnaz ama felsefe ve bilimde cahildi. Kuthulos’a da bilgisi için hürmet ederdi. “Bu nasıl olur? İşitmiyor, görmüyor, hissetmiyor muyuz?”
“Görünüş ve ses nedir?” diye karşılık verdi köle. “Sessizlik yokluğu ses, ses yokluğu sessizlik değil midir? Bir şeyin yokluğu, maddi bir cisim değildir. Sıfırdır o. Peki sıfır nasıl var olabilir?"
“O halde varlıklar niye var?” diye sordu Ka-nu şaşkın bir çocuk gibi.
“Onlar gerçeğin görünüşleridir. Sessizlik gibi; bir yerlerde sessizliğin özü ve ruhu da varlıktır. Hiçbir şey bir varlıktır; öylesi bir mutlak yokluk ki maddesel bir biçim alır. Sizden kaçı mutlak sessizliği işitmiştir ki? Hiç birimiz! Daima bazı sesler vardır… Rüzgârın fısıltısı, bir böceğin kanat çırpışı, hatta çimlerin büyümesi veya çöldeki kumların mırıltısı. Fakat sessizliğin merkezinde hiç ses yoktur.”
“Raama,” dedi Ka-nu, “Uzun zaman önce bir sessizlik tayfını büyük bir şatoya kapatıp ebediyen oraya kilitledi.”
“Öyle,” dedi Brule, “O şatoyu gördüydüm… Valusia’nın vahşi bir bölgesinde ıssız bir tepenin üstünde muazzam, kara bir şey. Ezelden beri Sessizlik Kafatası olarak bilinir.”
“Ya!” Kull şimdi ilgilenmişti. “Dostlar, bu şeyi gözümle görmek isterdim!”
“Kral beyim,” dedi Kuthulos, “Raama’nın hapsettiği şeyle oynamak iyi değildir. Zira o herhangi birinden daha bilgeydi. Sanatları sayesinde bir şeytanı hapsettiğine dair bir efsane duymuştum —kendi sanatlarıyla değil, sözünü ettiğim doğal güçler hakkındaki bilgisiyle… Bu da bir iblis değil, kavmin varlığını tehdit eden bir unsurdu.
“Bu unsurun gücü, Raama’nın bile onu yok edememiş olduğu gerçeğinden anlaşılıyor —sadece hapsetti onu.”
“Kâfi.” Kull sabırsız bir jest yaptı. “Raama o kadar bin yıldır ölü ki, üstünde düşünmek bile beni bezdiriyor. Sessizlik Kafatası’nı bulmak için at süreceğim; kim benimle geliyor?”
Onu dinleyenlerin hepsi ve Valusia’nın en güçlü savaş birliği Kızıl Katiller’den yüzü, şafağın ilk saatlerinde başkentten çıkarken Kull ile at sürdü. Zalgara dağlarının arasından çıktılar ve günler süren aramaların ardından, etrafındaki yaylaların ortasında tek başına yükselen bir tepeye rastladılar. Bu tepenin zirvesinde ise ölüm kadar kara, büyük, suratsız bir şato vardı.
“Mekân burası,” dedi Brule, “bu şatodan yüz millik bir mesafede ne kimse yaşar, ne de yaşadığı hatırlanır. Lanetli bir bölge gibi sakınılır ondan.”
Kull koca aygırının dizginleyerek durdu ve baktı. Kimse konuşmuyordu, Kull da tuhaf, neredeyse hoşgörüsüz ıssızlığın farkına varmıştı. Yeniden konuştuğunda hepsi irkildi. Tepedeki kasvetli şatodan, kaskatı sessizlik dalgaları yayılıyor gibi geliyordu krala. Etraflarındaki bölgede ne şarkı söyleyen bir kuş vardı, ne de bodur ağaçların dallarını kıpırdatan rüzgâr. Kull’un süvarileri yamacı tımanırken, nal sesleri kayalıkların üstünde kupkuru çınlıyor ve yankılanmadan sönüyor gibiydi.
Kara bir canavar gibi tepeye tüneyen şatonun önünde durdular. Kuthulos yeniden kralla tartışmaya yeltendi.
“Düşün Kull! Eğer o mührü açarsan, dünya üstünde gücü ve öfkesine kimsenin karşı koyamayacağı bir canavarı serbest bırakabilirsin!”
Engellenmeye tahammül edemeyen Kull, onu kaale almadı. Kralların ortak kusuru olan dikbaşlı bir huysuzluğa kapılmıştı; genellikle mantıklı olsa da, şimdi burnunun dikine gidiyordu; hiçbir şey de onu vazgeçiremezdi.
“Mührün üzerinde eski yazılar var Kuthulos,” dedi. “Bana onları oku.”
Kuthulos gönülsüzce atından indi ve solgun günışığında bronz heykeller gibi atlarında oturan sıradan askerler dışında hepsi onu takip etti. Şato onlara kör bir kafatası gibi bakıyordu; zira pencere namına bir şey yoktu ve sadece demirden, sürgülü ve mühürlü bir kapısı vardı. Tüm bina tek bir odadan ibaretti anlaşılan.
Kull birliklerin konuşlanması için birkaç emir verdi; komutanların onu anlaması için sesini görülmemiş şekilde yükseltmeye zorlandığını fark edince sinirlendi. Onların cevapları da bulanık ve belli belirsiz işitiliyordu.
Dört arkadaşı tarafından takip edilerek kapıya yaklaştı. Kapının yanındaki bir çerçevenin üstünde acayip görünüşlü bir gong asılıydı. Görünüşe bakılırsa, yeşimdendi— bir tür gölge yeşili. Oysa Kull şaşkın bakışları önünde değiştiğinden renginden emin olamıyordu; kimi zaman bakışı muazzam derinliklere çekiliyor, kimi zaman da, yüzeyinden yansıyor gibi geliyordu. Gongun yanında aynı tuhaf malzemeden bir tokmak asılıydı. Ona hafifçe vurunca, ardından gelen sesin şiddetinden neredeyse afallayarak soluğunu tuttu… Tıpkı tüm yeryüzü seslerinin odaklanmış hali gibiydi bu ses.
“Yazıları oku Kuthulos,” diye emretti yeniden; köle de kayda değer bir huşu içinde öne eğildi; zira bu sözlerin Yüce Raama tarafından bizzat yazıldığından kuşkusu yoktu.
“Bu yeniden olursa,” dedi tekdüze bir sesle, “O zaman tüm âdemoğulları dikkatli olsun!”
Yüzünde korku dolu bir bakışla doğruldu.
“Bir uyarı! Raama’dan bir uyarı! İşte sana kanıt Kull, işte kanıt!
Kull hırlayarak kılıcını çekti; mührü kulbundan koparıp, büyük metal sürgüye indirdi kılıcını. Darbelerin inişiyle birlikte, sessizliğin nispeten arttığının fark ederek tekrar tekrar vurdu. Çubuklar düştü ve kapı savrularak açıldı.
Kuthulos bağırdı. Kull sendeleyerek baktı —oda boş muydu? Hayır! Hiçbir şey göremiyordu, görecek hiçbir şey yoktu, yine de bir şeyin o iğrenç odadan görünmez dalgalar halinde kabararak geldiğini ve havanın zonkladığını hissediyordu. Kuthulos, omzuna eğilerek bağırdı —sözcükler kozmik bir uzaklıkta gibi zayıf çıkıyordu.
“Sessizlik! Tüm Sessizlik’in ruhu bu!”
Ses kesildi, atlar yıkıldı ve süvarileri yüzükoyun tozun içine yuvarlandı, elleriyle başarını tutup sessiz çığlıklar atarak yere serildiler.
Kull tek başına dimdik durdu, faydasız kılıcını önünde tuttu. Sessizlik! Kesin ve mutlak! Suskun dehşetin zonklayan, kabaran dalgaları! İnsanlar ağızlarını açıp bağırıyor ama hiç ses çıkmıyordu!
Sessizlik, Kull’un ruhuna girdi; yüreğini pençeliyor, çelik dokunaçlarını beynine yolluyordu. Acıyla alnını tuttu; kafatası patlamakta, dağılmaktaydı. Onu içine çeken dehşet dalgasında, kızıl ve devasa hayaller görüyordu Kull… Yeryüzüne, Evren’e yayılan Sessizlik! İnsanlar anlamsız sessizlik içinde ölüyordu; nehirlerin kükreyişi, denizlerin gürleyişi, rüzgârların sesi bocalayıp kesilmişti. Tüm sesler Sessizlik tarafından boğulmuştu. Ruh yokedici, beyin parçalayıcı Sessizlik… Yeryüzündeki tüm yaşamı silen, canavarca gök kubbeye yükselen, yıldızların şarkılarını bile öğüten bir Sessizlik!
Tam o anda tanıdı Kull korkuyu, dehşeti, tiksintiyi —kahredici, korkunç, can alıcıydı. Gördüğünün dehşeti karşısında sallanarak sarhoş gibi sendeliyor, korkudan çıldırıyordu. Ey tanrılar, en alçak, en zayıf bir ses! Kull, arkasında sürünen manyaklar gibi ağzını açtı; bağırma çabasından az kalsın kalbi göğsünden fırlayacaktı. Zonklayan sessizlik alay ediyordu onunla. Kılıcıyla metal pervaza vurdu. Kabaran dalgalar hala onu pençeleyip yırtıyor, alay ederek müthiş diriliğiyle hissedilir bir varlık gibi odadan akıyordu.
Ka-nu ve Kuthulos hareketsiz yatıyordu. Tu başı ellerinin arasında, karın üstü kıvranıyor, ölen bir çakal gibi sesi çıkmadan feryat ediyordu. Brule körlemesine kınını pençeleyip yaralı bir kurt gibi tozun içinde debeleniyordu.
Kull neredeyse Sessizlik’in biçimini görebiliyordu artık; insanların kafataslarını patlatmak için nihayet Kafatası’nın içinden dışarı çıkmakta olan dehşetli Sessizlik. Kutsuz demetler, gölgeler halinde bükülüp kıvrılıyor, Kull’a gülüyordu! Yaşıyordu o! Kull sendeleyerek düştü; tam bu esnada açılan kolu gonga çarptı. Kull hiç ses işitmedi ama etrafındaki dalgaların net olarak zonklayıp çekildiğini hissetti —tıpkı birinin elini hızla ateşten çekişi gibi istemdışı, hafif bir çekilme.
Ah, ihtiyar Raama, kavmi için ölümünden sonra bile bir muhafız bırakmıştı! Kull’un dönen başı birden bilmeceyi çözdü. Deniz! Gong; asla durulmayan, bir derin bir sığ, değişken yeşil rengiyle —hiç susmayan— deniz gibiydi.
Deniz! Gece gündüz titreşen, zonklayan, gürleyen… Sessizlik’in en büyük düşmanı. Sersem sersem, başı dönüp midesi bulanarak yeşim tokmağı kaptı. Dizleri tutmuyordu ama bir eliyle umutsuz bir ölüm kavrayışıyla tokmağı kavrarken, öbürüyle çerçeveye tutundu. Sessizlik hiddetle etrafında kabarıyordu.
Fani, sen kimsin ki bana karşı geliyorsun, tanrılardan daha yaşlı olan bana? Yaşam’dan önce vardım, Yaşam öldüğü zaman da var olacağım. İşgalci sesin doğuşundan önce Evren sessizdi ve yeniden öyle olacak. Zira ben kozmosa bir baştan öbür başa dek yayılacak ve Ses’i öldüreceğim —Ses’i öldür— gebert—Ses’i gebert!
Gonga tekrar tekrar —ve tekrar— vururken, Sessizlik’in kükreyişi derin, yeknesak şekilde Kull’un ufalanan beyninin girintileri arasında yankılandı!
Her darbede de Sessizlik santim santim, milim milim geriledi. Geriye, geriye, geriye… Kull tokmak vuruşlarının gücünü yeniledi. Artık durağanlığın akıl almaz boşluklarının üstünden gongun uzak çınlayışını azıcık işitebiliyordu— sanki Evren’in diğer tarafında birisi gümüş bir sikkeye bir at nalı çivisiyle vurmaktaydı. Her zayıf ses titreşimiyle, kabaran sessizlik irkiliyor, ürperiyordu. Duyargalar kısalıyor, dalgalar büzülüyordu. Sessizlik çekiliyordu. Geriye, geriye, geriye… Ve geriye... Şimdi demetler, eşikte uçuşuyor, Kull’un arkasındaki adamlar inleyerek, dizlerinin üstünde debeleniyordu; çeneler sarkık, gözler boştu. Kull gongu çerçevesinden koparıp kapıya doğru sendeledi. O bitirici bir savaşçıydı —taviz vermek yoktu onun kitabında. Koca kapıyı dehşetin üstüne sürgülemek olmazdı. Tüm Evren en büyük kefaretle şanın görkemli zirvesine tırmanıp insanlığın varoluşunu savunan bir adamı seyretmek için dursundu duracaksa.
Eşikte duruyor, biteviye döverek orada asılı dalgalara eğiliyordu. Tüm Cehennem, en son istihkâmı işgal edilen korku mahlûkundan akıyordu Kull’u karşılamak için. Ses’in baş edilmez gürültüleri tarafından gerilemeye zorlanan Sessizlik’in tümü yeniden odanın içindeydi. Ses, tüm yeryüzünün ses ve gürültülerinden yoğunlaşıyordu. Evvel zaman içinde de Ses ve Sessizlik’in ikisini birden yenen usta el tarafından hapsedilmişti Ses.
Ve şu anda Sessizlik tüm güçlerini son bir saldırı için topluyordu. Sessiz soğuk ve gürültüsüz alev Cehennemleri Kull’un etrafında girdap gibi dönüyordu. Burada temel ve hakiki bir yaratık vardı. Sessizlik ses yokluğudur, demişti Kuthulos —şu an boş hiçliklerde sürünüp ağlayan Kuthulos.
Burada yokluktan daha fazlası vardı —bir varlığa dönüşen mutlak yokluğun yokluğu —maddesel bir gerçekliği olan soyut bir yanılsama. Kull sendeliyordu; körleşmiş, sersemlemiş uyuşmuş, üstüne çöken kozmik güçlerin saldırısından neredeyse duyarsızlaşmıştı. Girdap gibi dönen dokunaçlar tarafından örtülünce gongun sesi yeniden tükendi. Fakat Kull vazgeçmedi. Acıyan beyni sarsılıyordu ama ayağını yeniden eşiğe uzattı ve tüm kudretiyle öne hareketlendi. Saf ateşten bir duvar gibi alevden sıcak, buzdan soğuk, maddesel bir dirençle karşılaştı. Yine ileri doğru daldı ve sessizliğin esnediğini hissetti.
Adım adım, santim santim savaşıp önünde Sessizlik’i sürerek ölüm odasının içine girmeye çabaladı. Her çığlık şeytani bir işkence, her santim Cehennemi bir yıkımdı. Omuzlar çöktü, baş öne düştü; kolları düzensiz bir ritmle kalkıp inen Kull kendini zorlayarak ilerledi, kaşında iri kan tanecikleri toplanıyor, ara vermeden damlıyordu.
Arkasındaki adamlar beyinlerini işgal eden Sessizlik’ten bitap düşmüş, başları dönüp sendeleyerek doğrulmaya başlıyordu. Kralın evren için ölümcül bir savaş verdiği kapıya bakakaldılar. Brule, kılıcını sürükleyerek körlemesine ileri süründü; hala şaşkındı ve yolu Cehennem’e gitse bile kralın peşinden gitmesini emreden içgdüsünü izlemekteydi sadece.
Kull, git gide zayıf düştüğünü hissederek adım adım sıkıştırdı Sessizlik’i. Artık gongun sesi giderek yükseliyordu. Odayı, yeri göğü dolduruyordu. Önünde siniyordu sessizlik. Sessizlik sönerken de kendi içine sıkışıyor, Kull’un bakmadan gördüğü çirkin bir çehreye bürünüyordu. Kolu ölü gibiydi ama muazzam bir çabayla darbelerini arttırdı. Şimdi Sessizlik karanlık bir köşede kıvranıyor, büzüldükçe büzülüyordu. Yeniden, son bir darbe! Evrendeki tüm sesler, süratle kükreyen, haykıran, çatırdayan ve yutan ses patlaması halinde bir araya toplandı! Gong tuzla buz olarak patladı! Ve Sessizlik haykırdı![/SIZE]
Son düzenleme: