Ray Bradbury ile bir söyleşi (Hayali)

tabure

Guest
14 Eki 2011
621
2,016
Bastiani Kalesi
Bilgisayarımın harddiskini karıştırıyordum, yıllar önce Ray Bradbury ile yaptığım hayali ve esprili bir söyleşiyi buldum ve sizlerle paylaşmak istedim, 2 sene önce kaybettiğimiz bilimkurgu edebiyatı büyük ustasının anısına saygıyla....


Tüm bilimkurgu severler için, Ray Bradbury abimiz ile yaptığımız söyleşiyi iftiharla yayınlamaktan gurur duyarız.

Tabure: Öncelikle ricamızı kırmayıp, bize söyleşi imkanı verdiğiniz için teşekkürler Ray abi…

R.B: Rica ederim görevimiz!

Tabure: Baba bir yazar olmanız sebebiyle ben ilk olarak şunu merak ediyorum, yazmaya hazırlanırken bir ritüeliniz var mıdır? Yoksa öyle pattadanak oturur yazmaya mı başlarsınız?

R.B: Şimdi ilk ritüel sabah uyanmaktır tabii, sonra da yatakta şöyle bir sabah keyfi yaparım. Sonra kafamın içinde sabah tiyatrosu başlar. (Ben öyle adlandırırım.) Karakterlerim birbiriyle konuşmaya başlarlar vıdı vıdı, bunların konuşmaları heyecan verici bir düzeye geldi mi hoppadanak yataktan aşağı atlarım ve onlar gitmeden önce koşup yakalamaya çalışırım. Anlayacağın hiçbir zaman bir rutin sıkıntım olmamıştır. Çünkü onlar orada hep konuşmaktadırlar -eliyle kafasını gösterdi-

Tabure: Peki baba, günde ne kadar yazıyorsun?

R.B: Birkaç saat yazarım. Zaten 3-4 bin satır yazdın mı, bu bir gün için fazladır bile.

Tabure: Peki bilgisayar olayı nasıl etkiledi yazmanızı, hani siz bilgisayarın olmadığı dönemlerde de yazdınız o açıdan?

R.B: Etkilemedi, çünkü bilgisayar kullanmam.

Tabure: Nasıl yani?

R.B: Daktiloda daha hızlı yazıyorum, bilgisayardan. Dakikada 120 kelime. Bak bunu sen bilgisayarda yapamazsın.

Tabure: Vay baba büyüksün valla yazamayız o kadar hızlı tabii. Ama senin gibi BK ustasının teknolojiyi kullanmaması yani biraz garibime gitti.

R.B: Şimdi Taburecim, eğer alacağım bilgisayar benim IBM selectric'den daha hızlı yazmayacaksa niye para harcayayım. Şimdi benim kızımın bir bilgisayarı var, ben daktiloda yazıp kızıma veriyorum o da, yazıyı bilgisayara geçirip, düzeltmelerini yapıyor. İşte böyle geçinip gidiyoruz. Yani her iki dünyanın da en iyi yanlarını kullanmış oluyoruz :* gülen yüz böyle mi yapılıyordu.

Tabure: Yok abim :) diye yapılıyor. Peki, abicim bu hikâye yazma olayına gelirsek, hani karakterler, konu için ilham nasıl geliyor, gerçi biraz çıtlattın ama hani biraz daha açsan. Abi bu arada dalgaya düştük sana bir şey ısmarlamadım, ne içersin sana bir colaTurka söyleyeyim içer misin?

R.B: O da ne yahu?

Tabure: Bu yeni çıktı alaturka Kola, yanında tesbih de veriyorlar, içtin mi bir acayip oluyorsun.

R.B: Yok kalsın, ben halimden memnunum :/

Tabure: Abicim :) olacaktı neyse konumuza dönersek, nasıl oluyor yani böyle güzel hikâyeleri bulup yazıyorsun, bu konular spontane mi çıkıyor, yoksa önce bir fikir bulup planlı bir şekilde yürütüyor musun?

R.B: Şöyle ki herhangi planlı bir şey yaratıcılığı yok eder. Bir hikâye içerisinde yolunun ne olacağını düşünmekten ziyade onu yaşamak lazım. Yani bir hikâye oluşturmam, onun patlamasına izin veririm.

Tabure: Abi peki, hayatındaki veya geçmişindeki insanları kullanır mısın eserlerinde?

R.B: Çok ender. İki tanesinde oldu "Death is a Lonely business" ile onun devamı "Graveyard for Lunatics"de. Fakat çoğu hikâyemde konsepti bulup onu koştururum. Bir de bu fikri canlandıracak bir karakter bulurum. Bundan sonrasında hikâye kendi başının çaresine bakar zaten.




Tabure: Abi sen bi çok ödül aldın, Gorbaçov filan gibi birçok devlet lideri seni kabul etti. Hatta astronotlar aya indiklerinde sana saygıdan, Dandelion Wine kitabındaki Dandelion ismini bir kratere verdiler. Merak ediyorum doğrusu bu herkes tarafından benimsenmen ve saygı görmen senin hayatını ve yazmanı nasıl etkiledi?

R.B. : Valla, güzel soru sordun, gözlerimi yaşarttın. Şöyle ifade edeyim. Aslında etkilemedi sayılır. Yani buna takılmadım, takılmamak da lazım zaten. Yapabileceğin en tehlikeli iş, kim olduğunu bilmektir. Anlatabiliyor muyum, mesela Norman Mailer'in problemi Norman Mailer olduğunu düşünmesidir. Aynı şekilde Gore Vidal'ın da. Mesela ben Ray Bradbury olduğumu düşünmüyorum.

Tabure: Nasıl yani, ben yanlış kişiyle mi röportaj yapıyorum abii...

R.B. : O anlamda değil, yani Ray Bradbury olduğumu kafaya takmıyorum. Sadece gündelik olarak yapmam gereken işimi yapıyorum. Oturup "Wow ben Ray Bradbury'üm" diye düşünecek halim yok. İşim önemli, işim zevkli. Eğer sen işine konsantre olursan zaten kim olduğunu düşünecek vaktin de kalmaz. Tabii o hayatın içerisinde çok hoşlandığın şeyler oluyor, Gorbaçev ile tanışmamız da öyleydi, mesela o gün eve çok mutlu gittim. Fakat ertesi gün haliyle yapacak işlerim beni bekliyordu. Bu yüzden bu tür şeyler beni gereğinden fazla etkilemedi hiçbir zaman.

Tabure: Anlıyorum Ray Abi, bu arada saate bakıyorum da öğlen olmuş, ne yemek istersin şöyle bir balıkçıya gidelim, levrek filan…

R.B. : Yok yok, en iyisi söyle bir kebapçıya gidip tereyağlı iskender yiyelim…

Tabure: Olur abii, şöyle aperatif olarak da fındık lahmacun Ohh.

R.B. : Tamam olur, bendensin bugün zaten..

Tabure: Yok Abi olur mu öyle, sen misafir sayılırsın… (Yahu adam bir Cola-Turka içti Türkleşti valla, Allah Allah...)

Tabure : Ray abi, fazla yedik ya 1,5 iskender şişirdi valla. Dur abii bizim Hüseyin'e söyleyeyim soda getirsin.

R.B. : Getirsin valla.

Tabure: Abi ben bir de şunu merak ediyorum, seni bulmuşken onu da sorayım. Öykülerini okuduğumuzda şöyle bir tat bırakıyor yani nası desem, böyle siz Amerikalılar nası diyosunuz, hah Universal-Evrensel yani. Mesela "Yaya- Pedestrian" öykünü ilk okuduğumda bunu hissettim, yani bu dedim Rusya ya da Çin'le ilgili değil, bireyin karşısındaki dünya üzerindeki herhangi bir totaliter güçle ilgili...

R.B. : Aynen her yerde olabilir. Fakat bizim sicilimiz biraz daha iyidir herhalde onlara göre. Yani mesela Çin geçen 20 yılda milyonlarca kitap yaktı.

Tabure: Abi sen de bu kitap yakma olayından iyi ekmek yedin ha! Bir de yanlış hatırlamıyorsam, sen Yaya hikâyesini bi şeye kızıp yazmıştın değil mi?

R.B. : Evet iyi hatırlıyorsun, bir gece uyku tutmamış, sıkılıp bizim orada dolaşmaya çıkmıştım, yürürken bir polis durdurmuştu, bu saatte ne dolaşıyorsun burada diye. O olaya kızıp bu hikâyeyi yazdım.

Hüseyin: Sodalaaaaaar...

Tabure: Hah sodalarımız da geldi, içelim ondan sonra sohbete devam ederiz.

R.B. : İçelim güzelleşelim de, sodalar diyeni göremedim birden.

Tabure: Şurada abi, biraz eğilip bakarsan…

Hüseyin: Ayıp oluyooor yani...

Tabure: Abi peki şimdi biraz ciddi bir konuya gelirsek, ne olacak bu bilimkurgu edebiyatı gelecek yıllarda, hani bazıları BK bitti filan diyorlar ya senin bir tahminin var mı, nedir yani, BK bundan sonra neyi anlatacak?

R.B. : Taburecim, şimdiye kadar bu edebiyat ile birçok şeyi keşfettik değil mi? Yani mesela Orwell iyi bir örnekti. Kendisinin komünizm ile korkunç kişisel maceraları oldu. Başka yazarların da başka çeşit totaliter güçlerle davaları oldu. Ama bence bundan sonraki 20-30 senede düşüncemizin ve yazdıklarımızın büyük kısmı -- en azından benimkisi öyle olacak-- gene uzay üzerine odaklanacak. Challenger olayı bir talihsizlikti. Mürettebatının ölmesine hepimiz gerçekten çok üzüldük, fakat bir de şu konu var. Patlamayı takip eden günlerde ne oldu, patlama anı bütün televizyonlarda belki yüzlerce kez gösterildi. Böyle bir şeyi gereğinden fazla görecek olursan, sonuçta geleceğe karşı inancın tükenebilir. Televizyon çok tehlikeli bir makina. Çünkü zaferlerimizden ziyade daha çok felaketlerimizi tekrarlıyor, tekrarlıyor ve tekrarlıyor. Aslında problem nerede biliyor musun? Özgür bir toplumda, yapılması serbest olan bir şeyi nasıl kontrol edebilirsin? Onlara tamam 1000 sefer Challenger için yeterlidir diyebilir misin? Yani sonuçta TV'nin felaket, panik eğilimi bence çok tehlikelidir. Fakat ne yapılabileceğini bilmiyorum açıkçası, belki TV istasyonlarından biraz daha sağduyulu olmalarını isteyebiliriz böyle durumlarda. Böylece bizler de dünyanın sonunun gelmediğini anlar ve başladığımız işleri devam ettiririz. Bakın bu olaydan sonra uzay projelerine geri dönmemiz yıllarımızı aldı. Hepimiz bu konuda hareket etmekten korkar hale gelmiştik, adeta donmuştuk. Tabii ki bilimkurgu yazarları da bundan etkilendi. Geçenlerde Cape Canaveral'a gitmiştim, orada Nasa'dan görevlilerle uzay projelerine insanların bakışını nasıl pozitif anlamda etkileyebiliriz, onlara bunun ne kadar heyecan verici bir iş olduğunu nasıl anlatabiliriz diye beyin fırtınası yaptık. Kesinlikle kongrenin de şu Ortadoğu krizi sona erdiğinde askeri harcamalardan kesip, uzay projelerine fon aktarması gerekiyor bence.

Tabure: Valla doğru söze ne denir Ray abi, peki seni fazla yormayalım, son olarak söylemek istediğin bir şey var mı?

R.B. : Şunu söyleyeyim, benim hikâyelerim tahmin ya da kehanetten ziyade bir uyarı taşırlar, zaten eğer kehanet olsalardı, onları yazmazdım. Çünkü o zaman felaket tellallığı psikolojisinin bir parçası olurdum. Fakat ben ne zaman bir problemin adını koysam, onun çözümünü de vermeye çalışırım.

Tabure: Ah güzel abim, şu bizim Türkiye'nin hali ileride ne olacak, onun da bir çözümünü verebilsen.

R.B. : İşte o soruya ben değil, en kral bilgisayar bile cevap veremez kardeş. Kalın sağlıcakla…


Not: Yukarıdaki yazı, Ray Bradbury ile yapılmış çeşitli söyleşilerden itinayla derlenmiştir :)
 
Son düzenleme:

dedo11

Onursal Üye
8 Nis 2013
1,907
5,301

Sayın Tabure ;

Güzel bir derleme olmuş. Hep hayalimde bir dergi çıkarmak vardı. Adı da "Söyleşi" olacaktı. Anla artık.



Nihayet "Tabure"ye kavuştuk. Epeyi zaman yoktun. Sonra geldin. Ama hep baktım , hatta bu tabure o tabure mi , diye kendime sordum. Bu gün adının altına koyduğun kitap kapağını görünce "İşte bu bizim Tabure" dedim. Çünkü eskiden de hep kendi bölümüne düşüncelerini yansıtan görüntüler yüklerdin. Bu satırlarım seni kışkırtma amacı gütmemektedir , elbet.



En içten duygularımla sana selamlarımı gönderir esenlikler dilerim ...
 

tabure

Guest
14 Eki 2011
621
2,016
Bastiani Kalesi
Sevgili Dedo11, beğendiğine sevindim. Bu arada ne güzel bir hayalin varmış, dergi çıkartmak zevkli bir iş, bir o kadar da meşakkatli, hele ülkemizde. Söyleşi de güzel bir ad ve konsept olurmuş. Söyleşilerden oluşan bir dergi. Ben öyle bir şey çıkartsam, sırf ünlü kişilerle değil, gidip sıradan, halktan kişilerle de söyleşi yapardım herhalde. Bazen TRT de bir programa denk geliyorum, huzur evindeki yaşlılarla söyleşiyorlar, ne hikâyeler var orada, takılıp kalıyorum. Hatırlarım anneannem ve babaannem daha hayattayken, haftada bir gün çaya uğrardım ikisine de, çay-büskivi bahane, sohbet ederdik, daha çok da onlar anlatırdı. Genelde de işgal ve kurtuluş savaşı dönemini anlattırırdım. Babannem köşkte büyümüş, kolej mezunu, anneannem ise daha zorluklar çekmiş, dolayısıyla hikâyeleri de farklı ama aynı derecede ilginç olurdu. Neyse uzatmayayım.

Hakkımdaki tespitlerin de yerinde olmuş, bir süredir buralarda değildim çünkü bir kurgu eserin bitiş aşamasında kendimi dünyadan soyutlamıştım. Şimdi de yayınevleri ile cebelleş hâldeyim. Dergi çıkartmak gibi eser yayınlatmak da kolay iş değil anlayacağın üzere. Kısmet deyip hayallerinin peşinden devam etmek lâzım. Ben de en samimi selamlarımı gönderiyorum kardeşim.
 
Üst