Altın Saçlı Kahraman - The Golden Haired Hero - Le Heros Aux Cheveux D'or (Ayhan BAŞOĞLU)

cagan73

Onursal Üye
17 Kas 2013
336
7,644
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk ulusal bayramı 23 Nisan 1921'de "hakimiyeti milliye" adıyla kutlanmaya başlanmıştı.

Kurtuluş Savaşı’nda sayısız çocuk öksüz ve yetim kalmıştı ve bu çocuklara sahip çıkabilmek için, bizzat Mustafa Kemal’in himayesinde 1921’de Ankara Himaye-i Etfal Cemiyeti kurulmuştu.
Her yıl 23 Nisan kutlamaları cemiyetin tanıtımı için değerlendiriliyordu, gelir elde edilmeye çalışılıyordu, elde edilen gelirler ile şehit çocuklarına destek olunmaya çalışılıyordu.
Milliyet gazetesi 23 Nisan 1926’da “Çocuk Bayramı; bugün istiklal günü, vatanın kimsesiz çocuklarına yardım edelim” manşeti ile çıktı. Bağışlar çığ oldu, Cemiyet, yardım kutuları yerleştirdi, kutulara para atmak için kuyruklar oluştu. Ankara’nın bütün esnafı 23 Nisan hasılatlarını Himaye-i Etfal’e verdi.
23 Nisan 1927 de Himaye-i Etfal Cemiyeti bildiri yayınladı:

“Büyük Gazimiz, Cumhurbaşkanlığı bandosunun çocuk bayramı için görev yapmasını sağlamıştır.” “Yaşınızı, memuriyetinizi, işinizi bir tarafa bırakarak, bugün çocuklarınızı şevk ve muhabbetle eğlendiriniz, çocuk şenliklerine katılınız. Bu saadetli günü yavrunuzu bağrınıza basarak bahtiyarlıkla geçirirken, sizin müşfik yardımlarınızı bekleyen, memleketin anasız, babasız yavrularını unutmayınız.”
Bayram artık tamamen “Hakimiyeti Milliye ve Çocuk Bayramı” adıyla kutlanıyordu.
“Himaye-i Etfal”; 1929 itibariyle, 300 binden fazla yetime düzenli olarak kitap, elbise, çamaşır, oyuncak, süt, yemek ve şeker dağıtır hale gelmişti.

İşte hepimizin bildiği, 1935 yılında ismi “Çocuk Esirgeme Kurumu” olarak sadeleştirilen kurum bu şekilde şekillendi.

1933 yılında bizzat ATATÜRK’ün başlattığı, 23 Nisan'da çocukların makama kabul edilip onlarla sohbet etme âdeti sonradan bu bayramın en anlamlı özelliği olacaktı.

Sekiz kimsesiz çocuğu Sabiha, Afet, Ülkü, Abdürrahim, Rukiye, Nebile, Mustafa, Zehra’yı evlat edinen, okutan, büyüten Mustafa Kemal, her baba gibi, çocuklarıyla alakalı mutluluklar, gururlar, üzüntüler yaşadı.
Çocuğu olmadı ama, dünya tarihinde çocuklara bayram armağan eden ilk ve tek lider oldu.

İnsanların toplum içinde “özgür birey” olabilmeleri için, öncelikle çocukların aile içinde “özgür birey” olması gerektiğini anlatıyordu:
Çoğu ailede çocuklar konuşturulmaz, dinlenmez, “büyüklerin konuşmasına karışma’ denir, Sus pus edilir, korkutulur, sindirilir.
Ne kadar yanlış, hatta zararlı bir hareket!
Çocuklar serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye özendirmelidir. Böylece hem hatalarını düzeltmeye imkan bulunur, hem de ileride yalancı ve ikiyüzlü olmalarının önüne geçilmiş olur.
Çocuklarımızı düşüncelerini hiç çekinmeden ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimi düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız.
Onların temiz yüreklerinde yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışmalıyız.
Bence bunlar, çocuk eğitiminde ana kucağından en yüksek eğitim ocaklarına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulacak önemli noktalardır. Ancak bu yolladır ki, çocuklarımız memlekete yararlı birer vatandaş ve eksiksiz birer insan olurlar

diyordu...

İşte 23 Nisanda anlatılmak istenen diğer konu buydu, çocuk eğitimi idi:
Çocuklarımızın kalbine ülke bilincini yerleştirmek, serbestçe konuşmaya, düşüncelerini hiç çekinmeden ifade etmeye, başkalarının düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmak, “özgür ve akıl sahibi insan” olmalarını sağlamak gayelerden biri idi.

Ne yazık ki 23 Nisan’ın asıl anlamının “şehit çocuklarının unutulmaması, destek olunması” olduğu, Atatürk’ü anmayan, yüz karası insanlar tarafından son nesilde unutturulmaya çalışıldı ve çalışılıyor.
…………………………………………

Egemenliğin sarayda olduğu,
Limanların yabancılar tarafından işletildiği,
Tütün tekelinin yabancılara bırakıldığı,
Madenlerimizin, yeraltı kaynaklarımızın imtiyazlarının yabancı şirketlere verildiği,
Demiryollarının, Telefon, Elektrik, Havagazı şirketlerinin yabancılar tarafından işletildiği,
Ayçiçek, şeker, ekmeklik un ve pirincin ithal edildiği Osmanlı’nın son dönemine geri dönelim.

İflas eden, borçlarını ödeyebilmek için “çok meşhur” II. Abdülhamit “padişah efendimiz”in kararnamesiyle kurulan Duyun-u Umumiye’nin, yani yabancılar için kurulan, yabancılar tarafından işletilen ve devletin hazinesini boşaltan haciz kuruluşuna dönelim.
Yine Bir buçuk milyon km2 ‘toprağın adeta haritada birer noktacığı siler gibi yabancı ülkelere bırakan II. Abdülhamit “padişah efendimiz”e dönelim.
(Kıbrıs’ın para karşılığı bırakıldığı, bugün unutulan İstanbul Yeşilköy’deki Rus anıtı gibi utanç vesikaları en başta olmak üzere sırf bu konuları yazmak için herhalde çok uzun bir zaman gerekir. İmparatorluğu Dünya’nın tek süper gücü haline getiren Kanuni Sultan Süleyman bu toprak kayıplarını hissetseydi herhalde mezarında ters dönerdi.)

Fransız demiryolu şirketi 1897 yılında, İzmir-Aydın ve Manisa-Uşak demiryolunu yapmıştı, içlerine lüks vagonlar eklemişlerdi, bu lüks vagonlar dolmazsa, boş kalan koltukların bedelini Osmanlı devleti ödeyecekti. Tarihimizin ilk yolcu garantili imtiyazını, binmediğimiz koltuğun, geçmediğimiz yolun parasını devlete ödetmek işte ta II. Abdülhamit “padişah efendimiz” döneminde icat olunmuştu. Tarihte ilk defa İngiliz donanmasını İstanbul boğazına 1878’de buyur edip, demir attıran da yine kendisiydi. Rusların İstanbul’u işgal etmesi ancak bu şekilde engellenebilmişti. İlk’lerin padişahı idi yani.

Son olarak, tarihimizin görüp görebileceği en büyük vatan haini, Vahdeddin olarak bilinen, kadınlar ve çocuklar Yunan işgali altında katledilirken kılı kıpırdamak bir yana, Yunan işgaline karşı çıkmayı saltanata karşı çıkmak olarak duyuran VI. Mehmed’i de bir hatırlayalım. ( Kendisini kısmet olursa 19 Mayıs’ta etraflıca anmak istiyorum)

İşte böylesine zor şartlar, imkansız denilecek bir mucizeyi doğurmuştu.

1927 Yılı;

Sadece üç ayda 19 Mayıs 1919’la 20 Ekim 1927 arasını kapsayan 534 sayfa “NUTUK” u yazdı.
Ayrıca 308 sayfa mektup-telgraf gibi belgeler bulunuyordu.
TBMM kürsüsünde altı gün boyunca okudu.
Hem milli mücadeleyi resmi olarak kayda geçirmek, hem de halka hesap vermek duygusuyla yazmıştı.
Şöyle başladı:
“Senelerden beri devam eden yükümlülük ve icraatımız hakkında milletimize hesap vermenin, vazifem olduğu kanaaatindeyim”
“1919 senesi Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım, vaziyet ve görünüm şöyleydi.
Osmanlı devletinin içinde bulunduğu grup, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmişti.
Millet yorgun ve fakirdi.
Milleti dünya savaşına sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlardı.
Saltanat ve hilafet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve tahtını koruyabileceğini hayal ederek alçakça tedbirler araştırıyordu.
Damat Ferit başkanlığındaki hükümet aciz, haysiyetsiz ve korkaktı, padişahın iradesine boyun eğerek, onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razıydı.
Ordunun elinden silahlı ve cephanesi alınmıştı.
İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’daydı.
Adana Fransızlar, Urfa Maraş Antep İngilizler tarafından işgal edilmişti. Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyordu.
Yabancı subaylar, yabancı memurlar, casuslar her tarafta faaliyetteydi.
Yunan ordusu İzmir’e çıkarılmıştı.
İstanbul Rum Patrikhanesi’nde kurulan Mavri Mira heyeti, çeşitli şehirlerde çeteler kuruyor, propagandalar yaptırıyordu.
Ermeni patriği, Mavri Mira heyetiyle birlikte çalışıyordu.
Karadeniz’de örgütlenmiş olan Rum Pontus cemiyeti hiçbir engelle karşılaşmıyordu.
Doğu şehirlerinin Ermenistan’a verilmesi ihtimali vardı.
İstanbul’dan idare edilen Kürt Teali cemiyeti, yabancı devletlerin himayesinde Kürt devleti kurmayı amaçlıyordu.
İstanbul’dan yönetilen Teali-i İslam cemiyeti, Konya ve çevresinde örgütleniyordu.
İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurulmuştu, bu cemiyete girenlerin başında Osmanlı padişahı ve halife unvanı taşıyan Vahdettin, Damat Ferit, dahiliye nazırı Ali Kemal ve Sait Molla vardı, cemiyetin başkanı İngiliz rahip Frew’ydu.
İstanbul’da erkekli kadınlı ileri gelen bazı kimseler Amerikan mandası istiyordu.
Millet, karanlıklar ve belirsizlikler içinde olup bitecekleri bekliyordu.
Osmanlı devletinin temelleri çökmüştü, ömrü tamamlanmıştı.
Ortada bir avuç Türk’ün barındığı ata yurdu kalmıştı.
Bu durumda ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi?
Milli hakimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız Türk Devleti kurmak... Kararım buydu.
Ya istiklal ya ölüm’dü!


ve böyle bitirdi:

“Saygıdeğer efendiler, sizi günlerce işgal eden uzun ve teferruatlı nutkum, nihayet geçmişe karışmış bir devrin hikayesidir.
Bunda milletim için ve gelecekteki evlatlarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek bazı noktaları belirtebilmiş isem, kendimi bahtiyar sayacağım.
Efendiler, bu nutkumla, milli varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklalini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan milli ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.
Bugün ulaştığımız sonuç, asırlardan beri çekilen milli felaketlerin yarattığı uyanıklığın eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.
Bu sonucu, Türk gençliğine emanet ediyorum.”

“Ey Türk gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyeti’ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur.
Bu temel, senin en kıymetli hazinendir.
İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici bedhahların olacaktır.
Bir gün, istiklal ve Cumhuriyet’i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin!
Bu imkan ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir.
İstiklal ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.
Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.
Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler.
Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı!
İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”


Gençliğe Hitabe’yi okurken Mustafa Kemal’in gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
Nutuk’un orijinal elyazması notları, Mustafa Kemal vefat ettiğinde Ziraat Bankası’nda kasaya konuldu. Sonrasında Genelkurmay arşivine alındı.
1927’de Osmanlıca basılmıştı.
1934’ten itibaren Türkçe yayınlandı. 1938 baskısını dedem Kuleli’den mezun olurken büyük bir gururla almıştı.

Artık egemenlik saraydan alınmıştı:
Limanların hepsi, Tütün şirketi, madenlerimiz, yeraltı ve yer üstü kaynaklarımız, demiryolları, telefon, elektrik, havagazı şirketleri millileştirildi.
Toprak Mahsulleri Ofisi, Şeker fabrikaları, Kağıt fabrikaları, dokuma fabrikaları kuruldu,
Duyun-u Umumiye lağvedildi, Osmanlı’nın borcu ödendi.
Atatürk Orman Çiftliği kuruldu. Tarımda kendi kendine yetebilen ülke haline geldik, tarım ihracatçısı olduk.
Hıfzıhhıssa Enstitüsü kuruldu, Aşı ihraç edilmeye başlandı.
Merkez Bankası, Sümerbank, Etibank, İş Bankası, Denizbank kuruldu.

İşte tüm bu zorluklara rağmen bu ülkenin nasıl kurtulduğunu çocuklarımıza anlatmamız gerekiyor,
Makam koltuklarına çocukların oturtulması adeti sonradan kaldırıldı ama çocuklarımıza erdemli bir insan olmayı öğretmek isteyen anne babalar artık o koltukları tercih ederler miydi?

Teksas’ın, Tommiks’in, Zagor’un, Kızılmaske’in, Tex Willer’in ve daha nice kahramanın, koşulsuz şartsız, bir kuruş şahsi çıkar sağlamadan kötü insanlar ile mücadelesini, azimlerini, sadece iyi insanların kazandığı o maceralarını okusalardı ve anlayabilselerdi, yüzlerce, binlerce konut edinip, milyarlarca dolar istiflediği halde doymayan, halkı beslenemezken kendisi zevk ve sefa içinde yaşayan politikacılar olur muydu acaba?

Her biri varlıkları ile onur duyduğumuz, “Aziz SANCAR’ın, Feza GÜRSEY’in, Feryal ÖZEL’in, Gazi YAŞARGİL’in, Halil İNALCIK’ın, Doğan CÜCELOĞLU’nun, Cahit ARF’ın, Hulusi BEHÇET’in, Canan DAĞDEVİREN’in, Muazzez İlmiye ÇIĞ’ın, Özlem TÜRECİ ve Uğur ŞAHİN’in” makamlarına, gelecekte bir gün ülkelerine büyük birer onur yaşatmaları için binlerce çocuğumuzun oturması dileğimle…
…………………………………………

Benim için tüm paylaşımlarımdan daha anlamlı oldu bu taramalar, zira ilk okuduğum çizgi romandı. Gerisini büyük Üstad’a bırakayım:

Bir sanatçı olarak bana düşen görev, Ata'yı genç nesillere tanıtmaya çalışmak değil miydi? Yani resimli hayat hikâyesini çizmek. Bu bir yerde Türkiye Cumhuriyetinin de hikâyesidir. Çünkü Ata’nın eseri hayatıdır.
Bu gerçeği fark ettiğim anda da sırtımdan aşağı soğuk bir ter indi. Bu çok iri bir elmas taşını yontmayı üstlenen bir elmastraşın korkusu değil miydi?
Fırçama biraz da çekinerek sarıldığımı itiraf etmeliyim. Bu İşin hakkını vermek, her kerede gerçeğe en yakın olanı çizmek öyle kolay yutulur bir lokma değildi. Ancak roman ilerlemeye başlayınca işin sandığım gibi zor olmadığını fark ettim. Ben de şaşırdım. Bu neden böyle oluyordu? O zaman yaptığım işin bilincine vardım: Olayları yaşıyordum. Kendimi öylesine derinlemesine bulmuştum olayların içinde... Ve elinizdeki bu kitap çıktı ortaya. Onu, Atatürk'ün 100. doğum yıldönümünde Türk çocuklarına sunmak en büyük mutluluğumdur.
Doğumunun 100. yılında O'na sonsuz sevgi, O’na sonsuz şükran... Ne mutlu Türküm diyene,
O'nun gibi bir babası, hocası olan Türk Çocuğuna...
Ayhan BAŞOĞLU Ocak 1981

- -
 
Son düzenleme:

dedo11

Onursal Üye
8 Nis 2013
1,877
5,145
Sevgili dost cagan73 ;

Dün okumaktan kaçındım. Özellikle kaçındım...
Bu gün sabah saat 07 gibi bilgisayarımı açıp senin sunumunu aradım okudum...
Okumaz olaydım....
Yarım saattir ağlıyorum...
Hem de hüngür hüngür...
Yaşlılığıma vermeyin sakın ......
Alacağın olsun !!!!!!!!!
Şimdilik daha fazla yazamıyacağım ( bu ileride buraya veya başka yere bu konuda yazmayacağım anlamına gelmez elbette ) ....

Alacağın olsun !!!!!!!! Alacağın olsun !!!!!!!! Alacağın olsun !!!!!!!! Alacağın olsun !!!!!!!! Alacağın olsun !!!!!!!!


***Not : Sunumunu çok beğendim. İzininle dost ve arkadaşlarıma ( word ve pdf olarak ) göndererek paylaşacağım...
 
Son düzenleme:

cagan73

Onursal Üye
17 Kas 2013
336
7,644
Değerli @pınarhisarkartalı , @sailor , @thorkill , @dedo11 , @eankara , @kemalettin değerli geri dönüşleriniz için çok teşekkür ederim

Böylesine hüzünlemenizin sebebi yazdığım yazı değil; “fikri hür, vicdanı hür birer insan olmanız” şeklinde açıklanabilir. İyi ki öylesiniz ve iyi ki sizlerle yazışabiliyorum

Hem konuyu sıcak tutabilmek hem de sizlere teşekkür edebilmek adına ne zamandır aklımda olan farklı bir bakış açısı sunmak istedim:

………………………………………………….

Atatürk'ün olmadığı bir Kurtuluş Mücadelesi’nin başarıya ulaşamayacağı gerçeği sadece dönemin yunan medyası, yöneticileri değil, yunan kuvvetlerini sevk, ikmal ve idare eden İngiliz kuvvetleri* tarafından da kabul görmüştü:
(* 1911'de Bahriye Nazırı olup, İngiliz parlamentosunu şahsi çalışması ile ikna edip donanmayı Çanakkale Boğazı'nı gönderen ve sonrasında görevini bırakmak zorunda kalan dolayısıyla siyasi kariyerinde en büyük yıkımı Atatürk yüzünden gören Winston CHURCHILL sonradan şöyle diyordu:
“Savaşta Türkiye' yi kurtaran, Savaştan sonra da Türk Milletini yeniden dirilten Atatürk' ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de büyük kayıptır. Her sınıf halkın O' nun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahraman ve modern Türkiye'nin Ata' sına değer bir görünümden başka bir şey değildir.”

Anadolu’yu kan gölüne çeviren ve mecazı olamayacak şekilde denize dökülen ülkenin medyası ise bakın şöyle diyordu:
Pek çok devrimci görüldü, ancak hiç biri Atatürk’ün göze aldığı ve başardığı şeyi yapamadı.
Atatürk’ün Türkiye’de yaptığını hiçbir tarafta hiçbir kimse yapamadı. Ne Cavur, ne Cromwel, ne de Washington.
“yunanistan, Messager D’Athenes Gazetesi” , Tipoz Gazetesi”

“yunanistan, İngiliz, Fransız ve İtalyan’ların Anadolu’dan uzaklaştırıp bizi de yenince karşımızda sıradan bir adam bulunmadığını ve gerçek yaratıcı kudretini kavramaktan uzak kalmış olduğumuzu kabul ettik.
“Yunanistan Ekonomi Bakanı, Yorgi PEZMAZOĞLU”)


İlginçtir kendi içimizdeki cahil takımı bile Atatürk’süz Kurtuluş Mücadelesi olmayacağı anlayabildiği için “Mustafa Kemal’i Anadolu’ya Vahdettin göndermiştir” filan diyor. (Vahdettin’i 19 Mayıs’ta etraflıca anmak istiyorum)
Bunların birde Fesli takımı var: Vakti zamanında bu durumu “keşke yunan galip gelseydi” diyerek kabul ediyorlardı. Güya dinlerini yaşayamamışlar.

Peki yunan galip gelseydi, yani “Mustafa” olmasaydı? Neyi yaşayacaklardı, neyi yaşayacaktık?

“Mustafa” olmasaydı ne olurdu?

- Hiç hatırlayamadığı iki ağabeyi, kendisi 2 yaşındayken çiçek hastalığı yüzünden ölmüştü. Çiçek hastalığı deyip geçmeyelim. Dünya tarihi boyunca tüm savaşlarda ölen insanlardan çok daha fazla ölüme sebep olan bir hastalıktı. Çocuklarda ölüm oranı %70 civarında idi. Bulaşan her 3 çocuktan ikisi ölüyordu. İspanya kralının veliahtından, her hangi bir köydeki fakir çocuklara kadar ırk ve zenginlik tanımıyordu. İnsanlar toplum hayatına başladığı tarihten, tamamen yok edildiği 1980 yılına kadar bir milyardan fazla insanın ölümüne neden olmuştu. **
(**Donald Ainslie Henderson, tıp ve halk sağlığı profesörü, Dünya Sağlık Örgütüne liderlik ederek çiçek hastalığını küresel olarak yok edilmesini sağlamıştır)
İki ağabeyinin ölümünün yaşattığı travma ve ailenin kalan tek erkek çocuğu olduğu için her an gözünün içine bakılıyordu. Küçük yaşta verilen bu kadar yoğun ilgi, alaka ve sevgi -bugünün bilimi ile anlıyoruz ki- yüksek seviye de analitik zekaya sahip olmasını sağlamıştı.***
(***Dana L. Suskind Cerrahi ve Pediatri Profesörü)
Bu kadar öldürücü bir hastalığın 2 ağabeyi ile aynı akıbete uğratmamasını, yaşadığımız en büyük şans olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

- Manastır’da 15 yaşındayken sıtmaya yakalandı. Ayağa kalkabilecek durumda değildi, annesi gelip Selanik’e götürdü. İki ay boyunca yüksek ateşle yattı. Annesinin bakımı sayesinde atlatabildi.

- 1911 yılında Trablusgarp’ın İtalyanlar tarafından işgali ile pek çok yurtsever subay gibi bir yolcu gemisi ile İskenderiye’ye gitti. Günlerce at ve deve sırtında Mısır’ı geçip Trablus’a ulaştı. (Bu bölgeye hareket edebilecek bir Osmanlı Donanması olmadığı için askeri bir harekat yapılamıyordu. Osmanlı’nın mecali kalmamıştı.)
Arap kabilelerini örgütleyip gerilla taktikleri uygulattı. Atatürk’ün şansına tarihteki ilk hava keşif uçuşu, tarihteki ilk hava saldırısı İtalyanlar tarafından işte bu topraklarda yapılıyordu. Bir çatışma esnasında İtalyan uçağından atılan el bombası hepimizin bildiği şekilde gözünden yaralanmasına sebep oldu, daha büyük bir yaralanmadan tesadüfen kurtuldu, gözü iyileşmeden kolundan vuruldu. Bu şekilde gerilla muharebelerine devam ediyordu.
On ay boyunca İtalyan kuvvetlerine karşı son derece yetersiz imkanlarla en ön safta yapılan gerilla muharebeleri esnasında şehit düşmemesini yine çok büyük şans olduğunu söyleyebiliriz.

- Mustafa Kemal’i Tekirdağ’dan Çanakkale’ye getiren vapur Halep vapuru idi. Kısa bir süre sonra İngiliz denizaltısı E11 tarafından içindeki 200 yaralı asker ile birlikte batırıldı. Şehit olan askerlerimizin ebedi istirahatgahları bugün Akbaş Şehitliğindedir.

- 10 Ağustos 1915'te, Conkbayırı'nda hepimizin bildiği o şarapnel, göğsünde tuttuğu henüz öğrenci iken aldığı saate denk gelmişti. Yine şans eseri kurtulmuştu. Saati o gün, İngiliz kuvvetlerinin püskürtülmesinin hatırası olması için Liman von Sanders’e hediye etti. Anlamı bir madalyayla bile karşılaştırılamayacak kadar büyüktü. Paşa bu anlamı bilecek kadar onurlu bir askerdi, üzerinde kendi adının yazdığı imparatorluk tacı simgesinin bulunduğu muhtemelen en değerli kişisel eşyası olan kendi altın saatini Atatürk’e hediye etti.
Atatürk öldükten hemen sonra Liman von Sanders’e hediye edilen saat bulunmaya çalışıldı, evi soyulmuştu, kişisel tüm eşyaları çalınmıştı. 2. Dünya savaşı öncesi Almanya’da gazetelerde haber olmuştu. Saati üreten Omega firması saati getirecek kişiye ödül vaat etti. Ödül bir memur maaşının bin katı kadar olmasına rağmen maalesef bulunamadı.

- Eylül 1915 te cephede ağır şekilde sıtma’ya yakalandı. İstanbul’a tedavi için gitmeyi reddediyordu. Liman von Sanders İstanbul’dan elçilikte görevli Alman doktorunu getirtti. Ayağa kalkabilmesi 1 aya yakın sürdü.

- 1918’te böbrek iltihabı oldu, bir ay yattı, iyileşemeyip ağırlaşınca haftalarca sanatoryumda kaldı.

- Şubat 1919 Anadolu’ya geçme kararı verdikten hemen sonra yüksek ateş, mide krampları ile yatağa düştü, yaklaşık 1 ay ayağa bile kalkamadı. O tarihin araştırmalarına baktığımızda bu hastalığın “İspanyol Gribi” olduğunu görüyoruz:
1918 yılında başlayan hastalık, savaş esnasında bakımsız kalan milyonlarca asker arasında hızla yayıldı. 2 yılda 50 milyondan fazla insanın öldüğü sanılıyor. Askerî sansür nedeniyle diğer ülkelerde salgından söz edilmezken ilk defa savaşa girmeyen İspanyol basınında haber olmuştu. Bu yüzden İspanyol gribi adını almıştı.
Sevgili Atamız hastalığı Şişli’deki evinde ailesi ve arkadaşı Refik SAYDAM’ın 1 ay süren yoğun bakımı sayesinde atlatabilmişti.

- Mayıs 1919 Samsun’a çıktığında tekrar sıtmaya yakalandı, yatacak vakit yoktu, ayakta geçirdi, ateşli nöbetler 1 ay sürdü.

Peki bunca badireden herhangi birini atlatamasaydı ne olurdu?

………………………………………………….

Alternatif Tarih; tarih araştırmalarını çok sevenler ve bu konuda günlerce okumaktan kendini alamayanların bir grubu tarafından her zaman açtıkları bir kapı olmuştur. Bende maalesef bu kapıyı açmadan duramıyorum.

“Mustafa” ; “Atatürk”e dönüşemeden şans eseri kurtulduğu badirelerden birinde ayağa kalkamasaydı ne olurdu?” sorusunu bu yüzden didiklemeden kendimi alamıyorum:

---

Herhalde en acı durumu Ege Bölgesinde yaşayan Türkler yaşayacaktı:
Eleftheros Typos gazetesi işgal esnasında şöyle diyordu: yunanistan dan Birleşik Amerika’ya olan göç dalgaları durdurulmalıdır. Bu göç dalgalarının istikameti Anadolu olmalıdır.

yunan gazeteci, tarihçi ve yazar Tasos Kostopoulas 2007 yılında bir kitap yazmıştı. Kitabı yazarken Yunan askerlerinin günlüklerini kullanmıştı.

“1919-1922 Savaş ve Etnik Temizlik” adındaki bu kitapta bizzat işgale katılan Yunan askerleri anlatıyordu:

Uşak yakınlarındaki köyde Türk kadınları, çocuklar ve yaşlılar camiye kapanmıştı. Bizim askerler arasındaki reziller etraftan ot topladılar, sonra da otları yakıp caminin penceresinden içeri attılar. İnsanlar dumandan dışarı koşuştular. O zaman da bizim reziller kadın ve çocuklara atış talim tahtasıymış gibi ateş etmeye başladılar."
"Eve girdim. Ölü bir Türk ihtiyarın cesedi üzerinden geçtim. İçeriden sesler geliyordu. 10 kadar askerimiz bir Türk kızının eteklerini kaldırmışlar, zorla dans ettiriyorlardı. Beni görünce 'gel sen de mezeden tat' dediler. 'Ayıp' dedim. Türk kızı yanıma koştu, ayaklarıma kapanarak 'kurtar' dedi. Askerlere yalvardım, kadındır yapmayın dedim. Biri süngüsünü çıkarıp bana yöneldi. Kaçmak zorunda kaldım. Kızın çığlıklarını unutamadım."
"Köprühisar'daki bin kadar ev alevler içindeydi. Her şeyi yakmamız emrini Prens Andreas vermişti."
"Ayrıldığımız her yeri yakıyoruz. Dehşet verici bir manzara. Emir açıktı. Neyi taşıyamıyorsanız yakın...
Onca köyde yaşlılar, hastalar, çocuklar ne yaptı, meçhul."
"Köye girdik. Kızlara ailelerinin gözü önünde tecavüz edildi. İki askerin tecavüz etmeye çalıştığı kızı kurtardım. Annesi koşarak ellerimi öpmeye başladı. Az ileride diğer iki kızı cansız yatıyordu."
"Birden kendimi yaşlı bir adamın karşısında buldum. Yapabileceğim bütün iyilik, onu bir an önce ve birden öldürmekti. Bazıları çok acı çekiyordu, boğazlanan danalar gibi debelenirken... Köy ateşe verildi.


İnönü Zaferi'nden sonra bölgeyi köy köy dolaşan Fransız kadın gazeteci Berthe Gaulis, dehşet gözlemlerini şöyle aktarıyordu...
"Yunan geri çekilmesinin kurbanı Söğüt'teyim. Bursa'ya çok yakın. Harabe haline gelmiş.
Savaşı kaybedip geri çekilmeye başladıklarında, böyle işler için özel olarak yetiştirilmiş artçı taburları tarafından yakılıp, tahrip edilmiş
"Savaş esiri Yunan subayları, bu tahribatın İngiliz subaylarının nezaret ve direktifi altında yapıldığını söylediler. Kasabanın eşrafı da bu işin İngilizlerin nezaretinde yapıldığını anlattılar. Bunların dehşeti karşısında çok büyük üzüntü duydum."
"Yıkıntıların altında insanların cesetleri kalmış. Bu cesetlerden o kadar tahammül edilmez bir koku havaya karışmakta ki, savaş alanı bunun yanında hiç kalır."
Camilerin hepsi yıkılmış. Bostanlar bağlar tamamen harap olmuş.
"Yolumun üzerinde karşılaştıklarım işte hep bunlar...
Henüz yakalanmış esir Yunan subaylarına 'bunları niçin yaptınız?' diye sorulunca, hepsi aynı cevabı veriyor,
'bunları biz istemedik, böyle yapmamızı İngilizler emretti' diyorlar. yunanlar bu işte bir piyon."
"Bilecik Garı'na geldim. On sekiz ay önce buralardan geçerken gördüğüm güzel Bilecik şehri şimdi iskelet halinde... Felaket ve acılar diyarı olmuş. Demin sözünü ettiğim ceset kokusu burada da dayanılmayacak kadar fazla. Henüz dumanı tüten bu taş yığınlarının altında kim bilir ne kadar insan gömülü. Tahribat korkunç.
"Bilecik ve Küplü'de büyük facialar olmuş. Buraların ahalisinden sağ kalanlar büyük bunalım içinde.
Tecavüze uğramamış genç kız veya kadın kalmamış.
Bilecik, Pompei gibi."
Biraz ötede, kızını kurtarmak isterken kafasına taşla vurularak öldürülmüş bir ihtiyarın mezarı var."
"Yapılan toptan imha işlerinden, her şehir ve kasaba payına düşeni almış. Saatlerce bu harabeleri gezdik ve anlatılanları dinledik."
"Pazarcık sekiz gün öncesine kadar Papulas'ın yönetimi altındaymış, kasaba halkı bunu hatırladıkça korkudan ürperiyor. Yanmakta olan İnegöl'ün üstündeki karlarla kaplı Uludağ'a son defa bakıyorum."


Mustafa Kemal hakkında Vahdettin tarafından "fitne fesat çıkarıyor, görüldüğü yerde öldürülmeli" diye "idam fermanı" çıkarıldığında, İngiliz-yunan işgali altındaki topraklarımızda işte bunlar oluyordu.

Atatürk tarafından başlatılan bir Kurtuluş Mücadelesi olmasaydı Güney Marmara’dan Akdeniz’e ve Sakarya nehrine kadar her köy ve kasaba açık bir şekilde soykırıma uğrayacaktı. Bugün Filistin’de yaşananların bin beteri Batı Anadolu da yaşanacak, tek bir Türk kalmayıncaya kadar bölge kan gölüne boğulacak, boşalan topraklara yunanlılar göç ettirilecekti.

---

İstanbul Boğazı’nın önemi en çok İngilizler tarafından biliniyordu. Askeri belgeler, Yunan Kralının İstanbul’u mutlaka istediğini fakat İngiliz yönetimince reddedildiğini yazıyor. Kuklalarını bile İstanbul’a sokmak yerine kendilerinin işgal etmesi zaten verdikleri büyük öneme işaret eder.
Bu durumda başarılı bir kurtuluş mücadelesi olmasaydı Kuzey Marmara, sayıları oldukça fazla olan Ermeni, Rum ve diğer işbirlikçiler tarafından yavaş yavaş ele geçirilecek, bölgeden göç etmek istemeyen Türklerin ise zorla sınır dışı edileceğini rahatlıkla öngörebiliriz. Kalan bir avuç işbirlikçi Türk ise azınlık olarak kukla bir Padişah tarafından temsili olarak yönetilecekti.

---

İngilizlerin en başarılı olduğu konu etnik kökenler üzerinden ayaklanma çıkartıp ülkeleri parçalara bölmekti. Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar adeta cetvelle çizilmiş sınırlar bunun en iyi göstergesidir.
Bu durumda aynı cetveli kullanarak Güneydoğu bölgesinde Kürt devleti, Doğu bölgesinde Ermenistan devleti kuracaklarını öngörmek için tarih okuryazarı olmaya gerek yoktur. (Muhtemelen bu bölgedeki Ermenilerde sonradan Sovyetler’in hegemonyasına girerdi.)

---

Akdeniz bölgesinin de tıpkı Hatay bölgesi gibi Fransızların Hegemonyasına bırakılacağını öngörmekte zor olmayacaktır. (Dönemin dinamikleri İtalyanlara pek bir şey bırakılmayacağını gösteriyor. Bu yüzden 2. Dünya savaşında Almanya’nın yanında yer aldıklarını unutmayalım)

---

En ağır şartları ise muhtemelen 2. Dünya savaşı sırasında yaşıyor olurduk:
Nazi Almanyasının Nisan 1941 te yunanistan işgali ile birlikte tüm Anadolu’yu işgal etmesi çıkarlarına çok uygun olurdu:
Stratejik Boğazların İngilizler’in elinden alınması gerekliliği, yunanistanın tamamının işgal edilebilmesi için Anadolu’nun ele geçirilmesi gerekliliği, İngiliz egemenliğindeki petrol yatakları ve stratejik Süveyş kanalına kara yolu ile en kısa erişimin Anadolu üzerinden olması gibi sebepler yüzünden tüm Anadolu’nun Naziler tarafından işgal edilmesi çok muhtemel görünüyor.

---

İşin Sovyet tarafına dönersek; Bilindiği gibi Stalingrad’ta ağır bir yenilgiye uğrayan Naziler Karadeniz’in kuzeyinde 1943 yılında Kursk alanında başarısız bir karşı saldırı hazırlamış saldırının bozguna uğraması sonucunda iki milyondan fazla askeri kuvvet hazırlayan Sovyet karargahı her bölgeyi Nazilerden hızlıca arındırmaya başlamışlardı.
Bu durumda savaş sonrası Türkiye hariç Karadeniz kıyısında bulunan tüm ülkelerin Sovyet hegemonyasına alındığı düşünülürse bugünkü Karadeniz kıyılarımızın tamamen Sovyet işgali altına gireceğini öngörmek pek te zor olmayacaktır.

---

Bu durumda, bugün, Konya – Ankara - Erzincan arasında, denize erişimi olmayan, tarım yapmaktan başka bir iktisadi faaliyeti bulunmayan, tıpkı Afganistan gibi ortaçağ şartları altında yaşayan 7 – 8 milyonluk bir nüfusa sahip bir ülke olarak yaşıyor olabilirdik. İşte o zaman belki birileri çok mutlu olurdu.
 
Üst