cagan73
Onursal Üye
- 17 Kas 2013
- 336
- 7,644
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk ulusal bayramı 23 Nisan 1921'de "hakimiyeti milliye" adıyla kutlanmaya başlanmıştı.
Kurtuluş Savaşı’nda sayısız çocuk öksüz ve yetim kalmıştı ve bu çocuklara sahip çıkabilmek için, bizzat Mustafa Kemal’in himayesinde 1921’de Ankara Himaye-i Etfal Cemiyeti kurulmuştu.
Her yıl 23 Nisan kutlamaları cemiyetin tanıtımı için değerlendiriliyordu, gelir elde edilmeye çalışılıyordu, elde edilen gelirler ile şehit çocuklarına destek olunmaya çalışılıyordu.
Milliyet gazetesi 23 Nisan 1926’da “Çocuk Bayramı; bugün istiklal günü, vatanın kimsesiz çocuklarına yardım edelim” manşeti ile çıktı. Bağışlar çığ oldu, Cemiyet, yardım kutuları yerleştirdi, kutulara para atmak için kuyruklar oluştu. Ankara’nın bütün esnafı 23 Nisan hasılatlarını Himaye-i Etfal’e verdi.
23 Nisan 1927 de Himaye-i Etfal Cemiyeti bildiri yayınladı:
“Büyük Gazimiz, Cumhurbaşkanlığı bandosunun çocuk bayramı için görev yapmasını sağlamıştır.” “Yaşınızı, memuriyetinizi, işinizi bir tarafa bırakarak, bugün çocuklarınızı şevk ve muhabbetle eğlendiriniz, çocuk şenliklerine katılınız. Bu saadetli günü yavrunuzu bağrınıza basarak bahtiyarlıkla geçirirken, sizin müşfik yardımlarınızı bekleyen, memleketin anasız, babasız yavrularını unutmayınız.”
Bayram artık tamamen “Hakimiyeti Milliye ve Çocuk Bayramı” adıyla kutlanıyordu.
“Himaye-i Etfal”; 1929 itibariyle, 300 binden fazla yetime düzenli olarak kitap, elbise, çamaşır, oyuncak, süt, yemek ve şeker dağıtır hale gelmişti.
İşte hepimizin bildiği, 1935 yılında ismi “Çocuk Esirgeme Kurumu” olarak sadeleştirilen kurum bu şekilde şekillendi.
1933 yılında bizzat ATATÜRK’ün başlattığı, 23 Nisan'da çocukların makama kabul edilip onlarla sohbet etme âdeti sonradan bu bayramın en anlamlı özelliği olacaktı.
Sekiz kimsesiz çocuğu Sabiha, Afet, Ülkü, Abdürrahim, Rukiye, Nebile, Mustafa, Zehra’yı evlat edinen, okutan, büyüten Mustafa Kemal, her baba gibi, çocuklarıyla alakalı mutluluklar, gururlar, üzüntüler yaşadı.
Çocuğu olmadı ama, dünya tarihinde çocuklara bayram armağan eden ilk ve tek lider oldu.
İnsanların toplum içinde “özgür birey” olabilmeleri için, öncelikle çocukların aile içinde “özgür birey” olması gerektiğini anlatıyordu:
Çoğu ailede çocuklar konuşturulmaz, dinlenmez, “büyüklerin konuşmasına karışma’ denir, Sus pus edilir, korkutulur, sindirilir.
Ne kadar yanlış, hatta zararlı bir hareket!
Çocuklar serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye özendirmelidir. Böylece hem hatalarını düzeltmeye imkan bulunur, hem de ileride yalancı ve ikiyüzlü olmalarının önüne geçilmiş olur.
Çocuklarımızı düşüncelerini hiç çekinmeden ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimi düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız.
Onların temiz yüreklerinde yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışmalıyız.
Bence bunlar, çocuk eğitiminde ana kucağından en yüksek eğitim ocaklarına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulacak önemli noktalardır. Ancak bu yolladır ki, çocuklarımız memlekete yararlı birer vatandaş ve eksiksiz birer insan olurlar”
diyordu...
İşte 23 Nisanda anlatılmak istenen diğer konu buydu, çocuk eğitimi idi:
Çocuklarımızın kalbine ülke bilincini yerleştirmek, serbestçe konuşmaya, düşüncelerini hiç çekinmeden ifade etmeye, başkalarının düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmak, “özgür ve akıl sahibi insan” olmalarını sağlamak gayelerden biri idi.
Ne yazık ki 23 Nisan’ın asıl anlamının “şehit çocuklarının unutulmaması, destek olunması” olduğu, Atatürk’ü anmayan, yüz karası insanlar tarafından son nesilde unutturulmaya çalışıldı ve çalışılıyor.
…………………………………………
Egemenliğin sarayda olduğu,
Limanların yabancılar tarafından işletildiği,
Tütün tekelinin yabancılara bırakıldığı,
Madenlerimizin, yeraltı kaynaklarımızın imtiyazlarının yabancı şirketlere verildiği,
Demiryollarının, Telefon, Elektrik, Havagazı şirketlerinin yabancılar tarafından işletildiği,
Ayçiçek, şeker, ekmeklik un ve pirincin ithal edildiği Osmanlı’nın son dönemine geri dönelim.
İflas eden, borçlarını ödeyebilmek için “çok meşhur” II. Abdülhamit “padişah efendimiz”in kararnamesiyle kurulan Duyun-u Umumiye’nin, yani yabancılar için kurulan, yabancılar tarafından işletilen ve devletin hazinesini boşaltan haciz kuruluşuna dönelim.
Yine Bir buçuk milyon km2 ‘toprağın adeta haritada birer noktacığı siler gibi yabancı ülkelere bırakan II. Abdülhamit “padişah efendimiz”e dönelim.
(Kıbrıs’ın para karşılığı bırakıldığı, bugün unutulan İstanbul Yeşilköy’deki Rus anıtı gibi utanç vesikaları en başta olmak üzere sırf bu konuları yazmak için herhalde çok uzun bir zaman gerekir. İmparatorluğu Dünya’nın tek süper gücü haline getiren Kanuni Sultan Süleyman bu toprak kayıplarını hissetseydi herhalde mezarında ters dönerdi.)
Fransız demiryolu şirketi 1897 yılında, İzmir-Aydın ve Manisa-Uşak demiryolunu yapmıştı, içlerine lüks vagonlar eklemişlerdi, bu lüks vagonlar dolmazsa, boş kalan koltukların bedelini Osmanlı devleti ödeyecekti. Tarihimizin ilk yolcu garantili imtiyazını, binmediğimiz koltuğun, geçmediğimiz yolun parasını devlete ödetmek işte ta II. Abdülhamit “padişah efendimiz” döneminde icat olunmuştu. Tarihte ilk defa İngiliz donanmasını İstanbul boğazına 1878’de buyur edip, demir attıran da yine kendisiydi. Rusların İstanbul’u işgal etmesi ancak bu şekilde engellenebilmişti. İlk’lerin padişahı idi yani.
Son olarak, tarihimizin görüp görebileceği en büyük vatan haini, Vahdeddin olarak bilinen, kadınlar ve çocuklar Yunan işgali altında katledilirken kılı kıpırdamak bir yana, Yunan işgaline karşı çıkmayı saltanata karşı çıkmak olarak duyuran VI. Mehmed’i de bir hatırlayalım. ( Kendisini kısmet olursa 19 Mayıs’ta etraflıca anmak istiyorum)
İşte böylesine zor şartlar, imkansız denilecek bir mucizeyi doğurmuştu.
1927 Yılı;
Sadece üç ayda 19 Mayıs 1919’la 20 Ekim 1927 arasını kapsayan 534 sayfa “NUTUK” u yazdı.
Ayrıca 308 sayfa mektup-telgraf gibi belgeler bulunuyordu.
TBMM kürsüsünde altı gün boyunca okudu.
Hem milli mücadeleyi resmi olarak kayda geçirmek, hem de halka hesap vermek duygusuyla yazmıştı.
Şöyle başladı:
“Senelerden beri devam eden yükümlülük ve icraatımız hakkında milletimize hesap vermenin, vazifem olduğu kanaaatindeyim”
“1919 senesi Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım, vaziyet ve görünüm şöyleydi.
Osmanlı devletinin içinde bulunduğu grup, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmişti.
Millet yorgun ve fakirdi.
Milleti dünya savaşına sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlardı.
Saltanat ve hilafet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve tahtını koruyabileceğini hayal ederek alçakça tedbirler araştırıyordu.
Damat Ferit başkanlığındaki hükümet aciz, haysiyetsiz ve korkaktı, padişahın iradesine boyun eğerek, onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razıydı.
Ordunun elinden silahlı ve cephanesi alınmıştı.
İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’daydı.
Adana Fransızlar, Urfa Maraş Antep İngilizler tarafından işgal edilmişti. Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyordu.
Yabancı subaylar, yabancı memurlar, casuslar her tarafta faaliyetteydi.
Yunan ordusu İzmir’e çıkarılmıştı.
İstanbul Rum Patrikhanesi’nde kurulan Mavri Mira heyeti, çeşitli şehirlerde çeteler kuruyor, propagandalar yaptırıyordu.
Ermeni patriği, Mavri Mira heyetiyle birlikte çalışıyordu.
Karadeniz’de örgütlenmiş olan Rum Pontus cemiyeti hiçbir engelle karşılaşmıyordu.
Doğu şehirlerinin Ermenistan’a verilmesi ihtimali vardı.
İstanbul’dan idare edilen Kürt Teali cemiyeti, yabancı devletlerin himayesinde Kürt devleti kurmayı amaçlıyordu.
İstanbul’dan yönetilen Teali-i İslam cemiyeti, Konya ve çevresinde örgütleniyordu.
İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurulmuştu, bu cemiyete girenlerin başında Osmanlı padişahı ve halife unvanı taşıyan Vahdettin, Damat Ferit, dahiliye nazırı Ali Kemal ve Sait Molla vardı, cemiyetin başkanı İngiliz rahip Frew’ydu.
İstanbul’da erkekli kadınlı ileri gelen bazı kimseler Amerikan mandası istiyordu.
Millet, karanlıklar ve belirsizlikler içinde olup bitecekleri bekliyordu.
Osmanlı devletinin temelleri çökmüştü, ömrü tamamlanmıştı.
Ortada bir avuç Türk’ün barındığı ata yurdu kalmıştı.
Bu durumda ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi?
Milli hakimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız Türk Devleti kurmak... Kararım buydu.
Ya istiklal ya ölüm’dü!”
ve böyle bitirdi:
“Saygıdeğer efendiler, sizi günlerce işgal eden uzun ve teferruatlı nutkum, nihayet geçmişe karışmış bir devrin hikayesidir.
Bunda milletim için ve gelecekteki evlatlarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek bazı noktaları belirtebilmiş isem, kendimi bahtiyar sayacağım.
Efendiler, bu nutkumla, milli varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklalini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan milli ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.
Bugün ulaştığımız sonuç, asırlardan beri çekilen milli felaketlerin yarattığı uyanıklığın eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.
Bu sonucu, Türk gençliğine emanet ediyorum.”
“Ey Türk gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyeti’ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur.
Bu temel, senin en kıymetli hazinendir.
İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici bedhahların olacaktır.
Bir gün, istiklal ve Cumhuriyet’i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin!
Bu imkan ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir.
İstiklal ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.
Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.
Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler.
Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı!
İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”
Gençliğe Hitabe’yi okurken Mustafa Kemal’in gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
Nutuk’un orijinal elyazması notları, Mustafa Kemal vefat ettiğinde Ziraat Bankası’nda kasaya konuldu. Sonrasında Genelkurmay arşivine alındı.
1927’de Osmanlıca basılmıştı.
1934’ten itibaren Türkçe yayınlandı. 1938 baskısını dedem Kuleli’den mezun olurken büyük bir gururla almıştı.
Artık egemenlik saraydan alınmıştı:
Limanların hepsi, Tütün şirketi, madenlerimiz, yeraltı ve yer üstü kaynaklarımız, demiryolları, telefon, elektrik, havagazı şirketleri millileştirildi.
Toprak Mahsulleri Ofisi, Şeker fabrikaları, Kağıt fabrikaları, dokuma fabrikaları kuruldu,
Duyun-u Umumiye lağvedildi, Osmanlı’nın borcu ödendi.
Atatürk Orman Çiftliği kuruldu. Tarımda kendi kendine yetebilen ülke haline geldik, tarım ihracatçısı olduk.
Hıfzıhhıssa Enstitüsü kuruldu, Aşı ihraç edilmeye başlandı.
Merkez Bankası, Sümerbank, Etibank, İş Bankası, Denizbank kuruldu.
…
İşte tüm bu zorluklara rağmen bu ülkenin nasıl kurtulduğunu çocuklarımıza anlatmamız gerekiyor,
Makam koltuklarına çocukların oturtulması adeti sonradan kaldırıldı ama çocuklarımıza erdemli bir insan olmayı öğretmek isteyen anne babalar artık o koltukları tercih ederler miydi?
Teksas’ın, Tommiks’in, Zagor’un, Kızılmaske’in, Tex Willer’in ve daha nice kahramanın, koşulsuz şartsız, bir kuruş şahsi çıkar sağlamadan kötü insanlar ile mücadelesini, azimlerini, sadece iyi insanların kazandığı o maceralarını okusalardı ve anlayabilselerdi, yüzlerce, binlerce konut edinip, milyarlarca dolar istiflediği halde doymayan, halkı beslenemezken kendisi zevk ve sefa içinde yaşayan politikacılar olur muydu acaba?
Her biri varlıkları ile onur duyduğumuz, “Aziz SANCAR’ın, Feza GÜRSEY’in, Feryal ÖZEL’in, Gazi YAŞARGİL’in, Halil İNALCIK’ın, Doğan CÜCELOĞLU’nun, Cahit ARF’ın, Hulusi BEHÇET’in, Canan DAĞDEVİREN’in, Muazzez İlmiye ÇIĞ’ın, Özlem TÜRECİ ve Uğur ŞAHİN’in” makamlarına, gelecekte bir gün ülkelerine büyük birer onur yaşatmaları için binlerce çocuğumuzun oturması dileğimle…
…………………………………………
Benim için tüm paylaşımlarımdan daha anlamlı oldu bu taramalar, zira ilk okuduğum çizgi romandı. Gerisini büyük Üstad’a bırakayım:
Bir sanatçı olarak bana düşen görev, Ata'yı genç nesillere tanıtmaya çalışmak değil miydi? Yani resimli hayat hikâyesini çizmek. Bu bir yerde Türkiye Cumhuriyetinin de hikâyesidir. Çünkü Ata’nın eseri hayatıdır.
Bu gerçeği fark ettiğim anda da sırtımdan aşağı soğuk bir ter indi. Bu çok iri bir elmas taşını yontmayı üstlenen bir elmastraşın korkusu değil miydi?
Fırçama biraz da çekinerek sarıldığımı itiraf etmeliyim. Bu İşin hakkını vermek, her kerede gerçeğe en yakın olanı çizmek öyle kolay yutulur bir lokma değildi. Ancak roman ilerlemeye başlayınca işin sandığım gibi zor olmadığını fark ettim. Ben de şaşırdım. Bu neden böyle oluyordu? O zaman yaptığım işin bilincine vardım: Olayları yaşıyordum. Kendimi öylesine derinlemesine bulmuştum olayların içinde... Ve elinizdeki bu kitap çıktı ortaya. Onu, Atatürk'ün 100. doğum yıldönümünde Türk çocuklarına sunmak en büyük mutluluğumdur.
Doğumunun 100. yılında O'na sonsuz sevgi, O’na sonsuz şükran... Ne mutlu Türküm diyene,
O'nun gibi bir babası, hocası olan Türk Çocuğuna...
Ayhan BAŞOĞLU Ocak 1981
Kurtuluş Savaşı’nda sayısız çocuk öksüz ve yetim kalmıştı ve bu çocuklara sahip çıkabilmek için, bizzat Mustafa Kemal’in himayesinde 1921’de Ankara Himaye-i Etfal Cemiyeti kurulmuştu.
Her yıl 23 Nisan kutlamaları cemiyetin tanıtımı için değerlendiriliyordu, gelir elde edilmeye çalışılıyordu, elde edilen gelirler ile şehit çocuklarına destek olunmaya çalışılıyordu.
Milliyet gazetesi 23 Nisan 1926’da “Çocuk Bayramı; bugün istiklal günü, vatanın kimsesiz çocuklarına yardım edelim” manşeti ile çıktı. Bağışlar çığ oldu, Cemiyet, yardım kutuları yerleştirdi, kutulara para atmak için kuyruklar oluştu. Ankara’nın bütün esnafı 23 Nisan hasılatlarını Himaye-i Etfal’e verdi.
23 Nisan 1927 de Himaye-i Etfal Cemiyeti bildiri yayınladı:
“Büyük Gazimiz, Cumhurbaşkanlığı bandosunun çocuk bayramı için görev yapmasını sağlamıştır.” “Yaşınızı, memuriyetinizi, işinizi bir tarafa bırakarak, bugün çocuklarınızı şevk ve muhabbetle eğlendiriniz, çocuk şenliklerine katılınız. Bu saadetli günü yavrunuzu bağrınıza basarak bahtiyarlıkla geçirirken, sizin müşfik yardımlarınızı bekleyen, memleketin anasız, babasız yavrularını unutmayınız.”
Bayram artık tamamen “Hakimiyeti Milliye ve Çocuk Bayramı” adıyla kutlanıyordu.
“Himaye-i Etfal”; 1929 itibariyle, 300 binden fazla yetime düzenli olarak kitap, elbise, çamaşır, oyuncak, süt, yemek ve şeker dağıtır hale gelmişti.
İşte hepimizin bildiği, 1935 yılında ismi “Çocuk Esirgeme Kurumu” olarak sadeleştirilen kurum bu şekilde şekillendi.
1933 yılında bizzat ATATÜRK’ün başlattığı, 23 Nisan'da çocukların makama kabul edilip onlarla sohbet etme âdeti sonradan bu bayramın en anlamlı özelliği olacaktı.
Sekiz kimsesiz çocuğu Sabiha, Afet, Ülkü, Abdürrahim, Rukiye, Nebile, Mustafa, Zehra’yı evlat edinen, okutan, büyüten Mustafa Kemal, her baba gibi, çocuklarıyla alakalı mutluluklar, gururlar, üzüntüler yaşadı.
Çocuğu olmadı ama, dünya tarihinde çocuklara bayram armağan eden ilk ve tek lider oldu.
İnsanların toplum içinde “özgür birey” olabilmeleri için, öncelikle çocukların aile içinde “özgür birey” olması gerektiğini anlatıyordu:
Çoğu ailede çocuklar konuşturulmaz, dinlenmez, “büyüklerin konuşmasına karışma’ denir, Sus pus edilir, korkutulur, sindirilir.
Ne kadar yanlış, hatta zararlı bir hareket!
Çocuklar serbestçe konuşmaya, düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye özendirmelidir. Böylece hem hatalarını düzeltmeye imkan bulunur, hem de ileride yalancı ve ikiyüzlü olmalarının önüne geçilmiş olur.
Çocuklarımızı düşüncelerini hiç çekinmeden ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna karşılık da başkalarının samimi düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız.
Onların temiz yüreklerinde yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya çalışmalıyız.
Bence bunlar, çocuk eğitiminde ana kucağından en yüksek eğitim ocaklarına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulacak önemli noktalardır. Ancak bu yolladır ki, çocuklarımız memlekete yararlı birer vatandaş ve eksiksiz birer insan olurlar”
diyordu...
İşte 23 Nisanda anlatılmak istenen diğer konu buydu, çocuk eğitimi idi:
Çocuklarımızın kalbine ülke bilincini yerleştirmek, serbestçe konuşmaya, düşüncelerini hiç çekinmeden ifade etmeye, başkalarının düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmak, “özgür ve akıl sahibi insan” olmalarını sağlamak gayelerden biri idi.
Ne yazık ki 23 Nisan’ın asıl anlamının “şehit çocuklarının unutulmaması, destek olunması” olduğu, Atatürk’ü anmayan, yüz karası insanlar tarafından son nesilde unutturulmaya çalışıldı ve çalışılıyor.
…………………………………………
Egemenliğin sarayda olduğu,
Limanların yabancılar tarafından işletildiği,
Tütün tekelinin yabancılara bırakıldığı,
Madenlerimizin, yeraltı kaynaklarımızın imtiyazlarının yabancı şirketlere verildiği,
Demiryollarının, Telefon, Elektrik, Havagazı şirketlerinin yabancılar tarafından işletildiği,
Ayçiçek, şeker, ekmeklik un ve pirincin ithal edildiği Osmanlı’nın son dönemine geri dönelim.
İflas eden, borçlarını ödeyebilmek için “çok meşhur” II. Abdülhamit “padişah efendimiz”in kararnamesiyle kurulan Duyun-u Umumiye’nin, yani yabancılar için kurulan, yabancılar tarafından işletilen ve devletin hazinesini boşaltan haciz kuruluşuna dönelim.
Yine Bir buçuk milyon km2 ‘toprağın adeta haritada birer noktacığı siler gibi yabancı ülkelere bırakan II. Abdülhamit “padişah efendimiz”e dönelim.
(Kıbrıs’ın para karşılığı bırakıldığı, bugün unutulan İstanbul Yeşilköy’deki Rus anıtı gibi utanç vesikaları en başta olmak üzere sırf bu konuları yazmak için herhalde çok uzun bir zaman gerekir. İmparatorluğu Dünya’nın tek süper gücü haline getiren Kanuni Sultan Süleyman bu toprak kayıplarını hissetseydi herhalde mezarında ters dönerdi.)
Fransız demiryolu şirketi 1897 yılında, İzmir-Aydın ve Manisa-Uşak demiryolunu yapmıştı, içlerine lüks vagonlar eklemişlerdi, bu lüks vagonlar dolmazsa, boş kalan koltukların bedelini Osmanlı devleti ödeyecekti. Tarihimizin ilk yolcu garantili imtiyazını, binmediğimiz koltuğun, geçmediğimiz yolun parasını devlete ödetmek işte ta II. Abdülhamit “padişah efendimiz” döneminde icat olunmuştu. Tarihte ilk defa İngiliz donanmasını İstanbul boğazına 1878’de buyur edip, demir attıran da yine kendisiydi. Rusların İstanbul’u işgal etmesi ancak bu şekilde engellenebilmişti. İlk’lerin padişahı idi yani.
Son olarak, tarihimizin görüp görebileceği en büyük vatan haini, Vahdeddin olarak bilinen, kadınlar ve çocuklar Yunan işgali altında katledilirken kılı kıpırdamak bir yana, Yunan işgaline karşı çıkmayı saltanata karşı çıkmak olarak duyuran VI. Mehmed’i de bir hatırlayalım. ( Kendisini kısmet olursa 19 Mayıs’ta etraflıca anmak istiyorum)
İşte böylesine zor şartlar, imkansız denilecek bir mucizeyi doğurmuştu.
1927 Yılı;
Sadece üç ayda 19 Mayıs 1919’la 20 Ekim 1927 arasını kapsayan 534 sayfa “NUTUK” u yazdı.
Ayrıca 308 sayfa mektup-telgraf gibi belgeler bulunuyordu.
TBMM kürsüsünde altı gün boyunca okudu.
Hem milli mücadeleyi resmi olarak kayda geçirmek, hem de halka hesap vermek duygusuyla yazmıştı.
Şöyle başladı:
“Senelerden beri devam eden yükümlülük ve icraatımız hakkında milletimize hesap vermenin, vazifem olduğu kanaaatindeyim”
“1919 senesi Mayısının 19’uncu günü Samsun’a çıktım, vaziyet ve görünüm şöyleydi.
Osmanlı devletinin içinde bulunduğu grup, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmişti.
Millet yorgun ve fakirdi.
Milleti dünya savaşına sürükleyenler, kendi hayatlarını kurtarma kaygısına düşerek memleketten kaçmışlardı.
Saltanat ve hilafet makamında oturan Vahdettin soysuzlaşmış, şahsını ve tahtını koruyabileceğini hayal ederek alçakça tedbirler araştırıyordu.
Damat Ferit başkanlığındaki hükümet aciz, haysiyetsiz ve korkaktı, padişahın iradesine boyun eğerek, onunla birlikte kendilerini koruyabilecekleri herhangi bir duruma razıydı.
Ordunun elinden silahlı ve cephanesi alınmıştı.
İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’daydı.
Adana Fransızlar, Urfa Maraş Antep İngilizler tarafından işgal edilmişti. Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri, Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyordu.
Yabancı subaylar, yabancı memurlar, casuslar her tarafta faaliyetteydi.
Yunan ordusu İzmir’e çıkarılmıştı.
İstanbul Rum Patrikhanesi’nde kurulan Mavri Mira heyeti, çeşitli şehirlerde çeteler kuruyor, propagandalar yaptırıyordu.
Ermeni patriği, Mavri Mira heyetiyle birlikte çalışıyordu.
Karadeniz’de örgütlenmiş olan Rum Pontus cemiyeti hiçbir engelle karşılaşmıyordu.
Doğu şehirlerinin Ermenistan’a verilmesi ihtimali vardı.
İstanbul’dan idare edilen Kürt Teali cemiyeti, yabancı devletlerin himayesinde Kürt devleti kurmayı amaçlıyordu.
İstanbul’dan yönetilen Teali-i İslam cemiyeti, Konya ve çevresinde örgütleniyordu.
İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurulmuştu, bu cemiyete girenlerin başında Osmanlı padişahı ve halife unvanı taşıyan Vahdettin, Damat Ferit, dahiliye nazırı Ali Kemal ve Sait Molla vardı, cemiyetin başkanı İngiliz rahip Frew’ydu.
İstanbul’da erkekli kadınlı ileri gelen bazı kimseler Amerikan mandası istiyordu.
Millet, karanlıklar ve belirsizlikler içinde olup bitecekleri bekliyordu.
Osmanlı devletinin temelleri çökmüştü, ömrü tamamlanmıştı.
Ortada bir avuç Türk’ün barındığı ata yurdu kalmıştı.
Bu durumda ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi?
Milli hakimiyete dayanan, kayıtsız şartsız, bağımsız Türk Devleti kurmak... Kararım buydu.
Ya istiklal ya ölüm’dü!”
ve böyle bitirdi:
“Saygıdeğer efendiler, sizi günlerce işgal eden uzun ve teferruatlı nutkum, nihayet geçmişe karışmış bir devrin hikayesidir.
Bunda milletim için ve gelecekteki evlatlarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek bazı noktaları belirtebilmiş isem, kendimi bahtiyar sayacağım.
Efendiler, bu nutkumla, milli varlığı sona ermiş sayılan büyük bir milletin, istiklalini nasıl kazandığını, ilim ve tekniğin en son esaslarına dayanan milli ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.
Bugün ulaştığımız sonuç, asırlardan beri çekilen milli felaketlerin yarattığı uyanıklığın eseri ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.
Bu sonucu, Türk gençliğine emanet ediyorum.”
“Ey Türk gençliği!
Birinci vazifen, Türk istiklalini, Türk Cumhuriyeti’ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.
Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur.
Bu temel, senin en kıymetli hazinendir.
İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici bedhahların olacaktır.
Bir gün, istiklal ve Cumhuriyet’i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şeraitini düşünmeyeceksin!
Bu imkan ve şerait, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir.
İstiklal ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler.
Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.
Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.
Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler.
Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı!
İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!
Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”
Gençliğe Hitabe’yi okurken Mustafa Kemal’in gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
Nutuk’un orijinal elyazması notları, Mustafa Kemal vefat ettiğinde Ziraat Bankası’nda kasaya konuldu. Sonrasında Genelkurmay arşivine alındı.
1927’de Osmanlıca basılmıştı.
1934’ten itibaren Türkçe yayınlandı. 1938 baskısını dedem Kuleli’den mezun olurken büyük bir gururla almıştı.
Artık egemenlik saraydan alınmıştı:
Limanların hepsi, Tütün şirketi, madenlerimiz, yeraltı ve yer üstü kaynaklarımız, demiryolları, telefon, elektrik, havagazı şirketleri millileştirildi.
Toprak Mahsulleri Ofisi, Şeker fabrikaları, Kağıt fabrikaları, dokuma fabrikaları kuruldu,
Duyun-u Umumiye lağvedildi, Osmanlı’nın borcu ödendi.
Atatürk Orman Çiftliği kuruldu. Tarımda kendi kendine yetebilen ülke haline geldik, tarım ihracatçısı olduk.
Hıfzıhhıssa Enstitüsü kuruldu, Aşı ihraç edilmeye başlandı.
Merkez Bankası, Sümerbank, Etibank, İş Bankası, Denizbank kuruldu.
…
İşte tüm bu zorluklara rağmen bu ülkenin nasıl kurtulduğunu çocuklarımıza anlatmamız gerekiyor,
Makam koltuklarına çocukların oturtulması adeti sonradan kaldırıldı ama çocuklarımıza erdemli bir insan olmayı öğretmek isteyen anne babalar artık o koltukları tercih ederler miydi?
Teksas’ın, Tommiks’in, Zagor’un, Kızılmaske’in, Tex Willer’in ve daha nice kahramanın, koşulsuz şartsız, bir kuruş şahsi çıkar sağlamadan kötü insanlar ile mücadelesini, azimlerini, sadece iyi insanların kazandığı o maceralarını okusalardı ve anlayabilselerdi, yüzlerce, binlerce konut edinip, milyarlarca dolar istiflediği halde doymayan, halkı beslenemezken kendisi zevk ve sefa içinde yaşayan politikacılar olur muydu acaba?
Her biri varlıkları ile onur duyduğumuz, “Aziz SANCAR’ın, Feza GÜRSEY’in, Feryal ÖZEL’in, Gazi YAŞARGİL’in, Halil İNALCIK’ın, Doğan CÜCELOĞLU’nun, Cahit ARF’ın, Hulusi BEHÇET’in, Canan DAĞDEVİREN’in, Muazzez İlmiye ÇIĞ’ın, Özlem TÜRECİ ve Uğur ŞAHİN’in” makamlarına, gelecekte bir gün ülkelerine büyük birer onur yaşatmaları için binlerce çocuğumuzun oturması dileğimle…
…………………………………………
Benim için tüm paylaşımlarımdan daha anlamlı oldu bu taramalar, zira ilk okuduğum çizgi romandı. Gerisini büyük Üstad’a bırakayım:
Bir sanatçı olarak bana düşen görev, Ata'yı genç nesillere tanıtmaya çalışmak değil miydi? Yani resimli hayat hikâyesini çizmek. Bu bir yerde Türkiye Cumhuriyetinin de hikâyesidir. Çünkü Ata’nın eseri hayatıdır.
Bu gerçeği fark ettiğim anda da sırtımdan aşağı soğuk bir ter indi. Bu çok iri bir elmas taşını yontmayı üstlenen bir elmastraşın korkusu değil miydi?
Fırçama biraz da çekinerek sarıldığımı itiraf etmeliyim. Bu İşin hakkını vermek, her kerede gerçeğe en yakın olanı çizmek öyle kolay yutulur bir lokma değildi. Ancak roman ilerlemeye başlayınca işin sandığım gibi zor olmadığını fark ettim. Ben de şaşırdım. Bu neden böyle oluyordu? O zaman yaptığım işin bilincine vardım: Olayları yaşıyordum. Kendimi öylesine derinlemesine bulmuştum olayların içinde... Ve elinizdeki bu kitap çıktı ortaya. Onu, Atatürk'ün 100. doğum yıldönümünde Türk çocuklarına sunmak en büyük mutluluğumdur.
Doğumunun 100. yılında O'na sonsuz sevgi, O’na sonsuz şükran... Ne mutlu Türküm diyene,
O'nun gibi bir babası, hocası olan Türk Çocuğuna...
Ayhan BAŞOĞLU Ocak 1981
Ziyaretçiler için gizlenmiş link,görmek için
Giriş yap veya üye ol.
-
Ziyaretçiler için gizlenmiş link,görmek için
Giriş yap veya üye ol.
-
Ziyaretçiler için gizlenmiş link,görmek için
Giriş yap veya üye ol.
Son düzenleme: