Yaz Geride Kaldı - Öykü

Levent 16

Aktif Üye
22 Kas 2011
330
1,743
YAZ GERİDE KALDI

Toz gibi sessizce yağan yağmurun altında, bir elim şemsiyede diğer elim pantolon cebimde Pınarbaşı’na doğru yavaş yavaş çıkarım. Tahtakale’nin içinde, isimlerini bilsem de nerede olduklarını hemen bilemediğim köylerden getirilmiş kırmızı, sarı rengarenk meyve ve sebze dolu sandıkların, kutuların, muşambaların arasından, su birikintilerinin içinde rızkını arayan kedilere yağmurla hafiften ıslanmış paçalarımı isteye isteye sürterek geçerim. Kenarına köşesine tahta parçaları çakılarak şöyle bir sağlamlaştırılmış ahşap binaların, yosunlu damlardan akan suların, insan terinin arasından yürüyüp Tahtakale isimli bu küçük semtten çıkınca, sağda solda rastladığım beton binalar insana garip bir kasvet verir. Az ilerleyip de şu küçük ve dik yokuşun hemen başındaki kagir hana vardığım zaman kendimde açıklayamadığım bir rahatlık duyarım. Bu han, ortasında bir avlusu bulunan iki katlı bir yapıdır. Kapısı sanki ben-i ademe ait ihtiyar, genç, aç, muhtaç kim varsa herkes girsin diye hep açıktır. Hanın önünden geçerken tuhaf bir duyguya kapılır ve avluya bakarım. Belki bu soğuk ve yağmurlu günde, boyunları çıngıraklı, yorgun ve çökmüş birkaç devenin yanında, başında beyaz sarık, üstünde yeşil mintan, ayağında çarık kendimi görürüm. Olur mu olur.

Az ileride, levhasını önünden her geçişimde okuduğum ama bunca asrın sürükleyip önüne katarak bize getirdiği cami, duvar, taş bolluğundan mı bilmem, adını her zaman unuttuğum küçük bir mescitle, onun hemen önünde, küçük penceresinin önü mum lekeleriyle kaplanmış, içinde kimin yattığını bilmediğim –aslında ilgilenmediğim- bir türbe bulunur. Birkaç adım sonra da yokuş bitmek üzeredir. Şimdi karşımızda Pınarbaşı mezarlığının, bize sanki sonsuzluğu hatırlatmak isteyen ve bitmek tükenmek bilmeyen duvarları vardır. Duvarları soluma alarak ilerlerim. Bir sarmaşık şu serviye sevdalanmış, sarılmış ta sarılmış. Duvarların ortalarına doğru bir çınar var. Çınarın yarısı mezarlıkta, yarısı da kaldırımın üzerinde. Birkaç sene öncesine kadar gövdesindeki büyük kovukta ihtiyar biri yaşardı. Kovuğun kapısı bile vardı. Sonradan ihtiyar sırra karıştı, işte kovuğu da doldurdular. Toz gibi yağan yağmur hızını arttırıyor. Mezarlığın içindeki nefti serviler yağan yağmur kadar sessiz. Bana öyle gelir ki bütün bu serviler belki de yalnızca mezarlıklarda büyümek için yaratılmışlardır. “Ne kötü bir kader bir ağaç için” derim kendi kendime. Bulutlu, sisli bu havada koyu yeşil tepelerin eteklerinden aşağıya doğru yığın yığın inen şu beyaz mermerler ne de güzel dururlar öyle! Ne tuhaf. Ölümün kasvet verici bir şey olduğunu bilmeme rağmen, ben, mezar taşlarının bu ahengini severim. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığım için mi? Sanmıyorum. Belki de öleceğim günü bilmediğim içindir. Öleceğim günü bilseydim eğer; mesela en az şu serviler kadar ihtiyar, en az şu mezarlar kadar dünyayı umursamayan, ak sakallı ehl-i vukuf biri, şu küflü, sarıklı mezar taşlarının arasından çıkarak, bana: “Ey insanoğlu! Şu gün ve şu saatte gözlerini yumacaksın!” deseydi, hayat o zaman sadece, o ihtiyarın nasıl olduysa bana bildirdiği o günden, o müthiş tek bir günden ibaret olurdu.

Bunları düşünürken, daha doğrusu içimden kendi kendime konuşurken, tarih öncesinden uçup ta bir serviye konan bir kumrunun sesi beni bu hülya aleminden uyandırıyor. Yağmur, bu mevsimde her ağacı, yerdeki bütün yaprakları sarıya boyamış, her renge biraz sarı bulaştırmıştır. Yağmur taneleri, az ileride, önümde duran havuzdaki suya kavuştuğunda, su denilen sihirli kimya bir başka harekete geçip muntazam halkalar oluşturuyor. “Fiziğe göre, su yüzeyinde oluşan halkaların dalga boyu, halkaların yayılma hızının, o halkaya ait frekansa bölünmesiyle bulunur ki, burada sözü edilen frekans f=1/T ile belirli olup…” Seneler öncesinden kulağıma çalınan bu ses kimin sesiydi?... Birden havuzun sağ tarafında biri, belki de mezarlıktan çıkmış biri, beni görmeden elindeki kovayı suya daldırarak doldurdu, arkasını dönüp gitti. Herkes bu dünyada benim kadar, en azından bu dünyayı kurtaramayacak kadar hülyalı değil.

Hani geçen yaz şu az ileride bir yaşlı adama rastladıydım. Hasır şapkalı, açık gri elbiseliydi. İstanbul’da Altunizade’de oturduğunu, Bursa’ya hemşiresini görmeye geldiğini söylediydi. Titreyen elleriyle, açık mavi çizgili eski bir defter kağıdını kat kat açıp içinden bir Osmanlı lirası çıkarıp göstermişti. Eski, antika paralara meraklı olduğunu, elindeki sandık içi altın lirayı birinden aldığını anlattıydı. Ben paranın altın kaplama olduğunu anlamış ama ihtiyara bir şey dememiştim.

-Para altın değil miydi?
-Değil… gümüş. Biri, gümüş bir mecidiyeyi altın kaplayıp üzerini de eskiterek bu adama sandık içi lira diye satmış.
-Neler oluyor bu dünyada!
-Neler oluyor bu dünyada.

İşte şimdi sağ tarafımda bir okul. Okulu geçtikten sonra Pınarbaşı meydanı… Meydanı çevreleyen birkaç karış yüksekliğindeki duvarın dışından meydanı seyrediyorum. Meydanın orasından burasından birileri geçer: bir öğrenci, bir dilenci, bir yaşlı adam. Ben karşıya, yakındaki surlara doğru yürürüm. Surlara doğru ilerlerken, son zamanlarda, bir düşünce aklıma gelip konar… Bazen bir şeyi kendimize ne kadar yaklaştırmak istersek, o yaklaştırmak istediğimiz şey –her ne ise o- bizden o kadar uzaklaşır, kaçar ve yabancılaşır. İşte bu surlar yakın zamanda yenilenmiş, az önce dediğim gibi tarihten, daha doğrusu tarihin kendisi olmaktan uzaklaşmış, kısacası bizi biraz ürküten şey başımıza gelmiştir. Sur dediğimiz yapıda pala izi, gürz çentiği, barut yanığı, gülle yıkıntısı olmalı. İnsanlar neden tarihi kendi haline bırakmazlar? Birkaç yıl sonra bu yenilenmiş surları öğrencilerine gezdiren bir okul hocası çocuklara kimbilir neler anlatacak: “Çocuklar, işte bu surlar fetih günlerinden arta kalan…”

Pınarbaşı meydanını terkederken hemen önüme çıkan şu kadar asırlık iki çınarın bütün dallarına, bütün yapraklarına konmuş binlerce, onbinlerce tarçın kuşu, güvercin, şahin, bir o kadar serçe, keklik ve kartal kulakları tırmalarcasına bağrışır. Asırlar öncesine ait bu kulak tırmalayıcı ses, bir o kadar güzel ve tatlıdır. Hangi kuştan çıktığını bilemediğim bu sesleri çınarların altında durup dinlerim. Az ileriden, pencere demirleri yeşile boyanmış köşedeki türbenin karşısındaki ahşap evin penceresinden çıkmış katran renkli bir teneke bacadan tüten kömür kokusu, gelip önce burnumu sonra ciğerlerimi yakar. Yakar yakmasına amma, ben bu zehirli dumanı biraz olsun içime çekmekten, nasıl diyeyim, bir haz, garip bir zevk duyarım. Hatırası olan ve çoktandır rastlamadığım bir şeye, bir eşyaya, bir maneviyata kavuşmuş olmanın sevincidir bu. Hem sonra şu bahsettiğim yıkık dökük ahşap evde birilerinin bulunması da bir başka hoşuma gider. Bir evin bacası tütüyorsa, o ev en azından bir süre daha yıkılmayacak, içindeki insanlar, kapısındaki kediler, tavan arasındaki kumrular kaybolana kadar ayakta kalacaktır. Bu köşeden her zaman sağ taraftaki sokağa, bahçesinde cennet hurması ağacı olan evin bulunduğu sokağa saparım. İnce dallarından portakal renginde hurmalar sarkan, göğün bulutlarına yaslanmış bu ağaç adeta güzel olan her şeyin mihenk taşıdır. Bu mevsimde başka bir şehirde, mesela güneydeki bir şehirde bulunsam, bu ağacı mutlaka portakal ağacı zannedeceğimden eminim. Gökyüzünden katran damlaları gibi dökülerek gelen birkaç karga hurmaları hem didikler hem de ara sıra bağrışır.

Mısırlı mısraların sarı akşamında
Serhat, Ferhat, Mor Hat derken
Aslında farkında değilsin;
İlk ilmeğisin elindeki zarif ve narin dantelin

Nereden aklıma geldi de hemen şurada söyleyiverdim bu mısraları.

Sokağın bir yanı, içine kagir evler inşa edilmiş surlarla çevrilidir. Biraz ileride küçük bir dükkanda, elleri kirden muşambalaşmış bir ayakkabı tamircisi vardır. Ancak bir kişinin, o da ayakkabı tamircisinin sığabileceği kadar küçük bu dükkandan benzin, meşin, çürük tahta kokusu yayılır. Yüzünden düşen bin parça ama karnı tok tamirci, eski ayakkabılara bir şeyler yapıştırır. Elinde çekiç, ağzında çivi, eski ayakkabılara birşeyler ekler, onlardan para çıkarır.

-Kar yağacak!

Sol tarafımda, hemen yanımda beliren bu sesin sahibi, orta yaşlı, kır sakallı, başında kasket, üstünde siyah palto, şemsiyesi olmayan, benim adımlarımla beraber yürüyen biri. Başıyla Kestanelik tepesini gösterip,

-Ben, dedi, şu tepede oturuyorum… Kar yağacak.

Nedense “kar yağacak” sözünü bir felaket, bir yıkım haberi verir gibi telaffuz etti.

-Yalnızlık zor, dedi. Benim hanım öldü… Hem de kanserden… Beş sene evvel.

Biraz durdu;

-Sabah çıktım evden. Ocağa gazyağı almak gerekti. Benim çocukla birlikte oturuyoruz. Çocuktan istedim parayı, on lirayı, “Baba, dedi, vallahi bende de yok”. Sabahtan beri bir on lira bulamadım... Yalnızlık zor.

Sessizce yürürken, birden benden para isteyecekmiş gibi geldi, çekindim. Bende de para olmadığından değil; neden param olmadığını, neden işsiz olduğumu -ne lüzum varsa- anlatmam gerekirse diye çekindim. Birbirlerini hiç tanımayan insanlar bazen birbirleriyle gereksiz yere konuşurlar, gereksiz yere samimiyet kurarlar; toplum hayatının eğreti, eğreti olduğu kadar yapay ve vazgeçilmez bir parçası… Köşedeki camiye varınca sola saptım, bir on lirayı sabahtan beri bulamayan orta yaşlı adam yoluna devam etti. Konuşmamız, daha doğrusu onun konuşup benim de onu dinleyişim, nasıl başladıysa öyle, selamsız sabahsız sona erdi.

Levent Suberk
 

dedo11

Onursal Üye
8 Nis 2013
1,907
5,311
Sayın Levent 16 ;


"Yaz Geride Kaldı" adlı öykünüzü OKU(YORUM) :

Ömrümün yarısına yakını okumakla geçer...
Çocuk yaşımdan beri yakın çevrem beni beni hep okurken görür...
Okurken iki şeye gereksinim duyarım :
1 - Okunacak nesne ( her şey olabilir. Gazete , dergi , kitap , kısaca basılı her şey ama her şey )
2 - Sağ elimde mutlaka kalem ( okuduklarımı mutlaka çizerek okurum. Yerde bulduğum bir gazete parçası bile olsa ) Sadece çizmem elbet te. Kitap üstüne , yanına vb. yerlerine notlar alırım...
Orta yaşlarıma erişince de 3. gerçek gerekli olur okumak için ;
3 - Gözlük ( bu kadar okumaya göz mü dayanır )
4 - Okunacak ortam ( Bu seçeneğe gerek hiç duymadım. Otobüste bir elim tutamçlarda iken bile okurum. Sınava giderken böyle çok ders çalışmışlığım vardır. )

Bunları neden yazdım. Çünkü ben okurken elimde mutlaka kalemle okurum. Elektronik ortamda ( sanal ortam demek pek hoşuma gitmiyor ) ise okurken mutlaka not defterine ( ortamda ) açıp okudukça beğendiğim yerleri alıntılar ve düşüncelerimi üstüne yazarım. Senin öykü denemelerine de aynı işlemi uyguladım. Benim yöntemim bu. Başka türlüsünü bilemiyorum... Aşağıda bunun sonucunu göreceksin. Yalnız bu bir öykü kritiği ( değerlendirmesi ) değil bunu bilesin. Çünkü bunun yeri burası değil. Sadece oku(yorum) :


"Duvarların ortalarına doğru bir çınar var. Çınarın yarısı mezarlıkta, yarısı da kaldırımın üzerinde. Birkaç sene öncesine kadar gövdesindeki büyük kovukta ihtiyar biri yaşardı. Kovuğun kapısı bile vardı. Sonradan ihtiyar sırra karıştı, işte kovuğu da doldurdular. "

Dedo11 Yorumu : Böyle yarısı bir yerde diğer yarısı da başka bir yerde kalmış ( bütünlüğünü koruyarak ) ağaçlara bayılırım. Datça'da bir yazlık alacaktım ağaç balkonu delip geçiyordu. Bayılmıştım... Bu tür durumları yaratanlar ağacı kesmemek için yapıyorlar. Hem saygı duyarım hem de oluşan normal durum dışına hayranlık duyarım.
Ağaç kovuğu ; işte en hayran olduğum bir durum daha... Çok büyük kovuklara rastladım... Ancak senin öyküde anlattığın gibisine rastlamadım. Kovuğu doldurma işi ise bazen öyle aşama gelir ki orayı ağacı yaşatmak için doldurmak gerekir. Ankara'da Kuğulu Park'ta vardı bir zamanlar böyle kovuğu doldurulmuş ağaç...


"Bana öyle gelir ki bütün bu serviler belki de yalnızca mezarlıklarda büyümek için yaratılmışlardır. “Ne kötü bir kader bir ağaç için” derim kendi kendime."
Dedo11 Yorumu : Servi ( Bizde Selvi denir. Her iki söyleyiş de kullanılır. ) İlginç bir ağaç türüdür. Çam ailesindendir ama yaprakları dikenlerden oluşmaz. Dantel gibi desenler oluşturur. Özelliği çama göre daha güzel görünümü ve budamayla istenen her şeklin verilebilmesidir. Dimdiktir , kavak ağacı gibi ama yaprakları daha güzel , yeşil olma süresi ( yaprak sararması ) sürgit ve uzun ömürlü ( binlerde yıl deniyor. Ben şahsen şahit olmadım :) ) , bakımı kolaydır. Bu özellikleri onun mezarlıklarda kullanılmasını kolaylaştırmıştır. İyi de olmuştur. Mezarlıkların yemyeşil olmasını biraz da onlar sağlar. Ancak bunlar sadece mezarlıkta değil her yerde vardır.



"Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığım için mi? Sanmıyorum. Belki de öleceğim günü bilmediğim içindir. "
Dedo11 Yorumu : İnsanın hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamanın önkoşulu ( şartı ) gibidir öleceğimiz günü bilmememizdendir ( bazı hastalıklarla konulan tanılar hariç )


"Bunları düşünürken, daha doğrusu içimden kendi kendime konuşurken , "
Dedo11 Yorumu : Sana bir sır vereyim mi ? Aslında düşünmek sesiz konuşmaktır. ( Bir zamanlar dil konusunda yaptığım araştırmalarımda ( çok uzun zamanımı almıştı. ) dil engelli insanların incelenmesinin sonuçlarına erişmiş orada bunun böyle olduğunu öğrenmiştim . )
Bu nedenle yukarıdaki satırların beni adeta vurdu...


"Surlara doğru ilerlerken, son zamanlarda, bir düşünce aklıma gelip konar… "
Dedo11 Yorumu : Harika bir tanımlama ( benzetme ) kullanmışsın. Ben de hep aniden aklıma gelen bir fikre böyle ad koyarım ; "o düşünce bir kuş gibi gelip belleğimin bir yerine konar. Ben onu beğenmişsem onun arada yuva yapıp yaşamasını , yuvasında yumurtlamasını , çoğalmasını , ötmesini vb. vb. ne olanak sağlarım....


"Hem sonra şu bahsettiğim yıkık dökük ahşap evde birilerinin bulunması da bir başka hoşuma gider. Bir evin bacası tütüyorsa, o ev en azından bir süre daha yıkılmayacak, içindeki insanlar, kapısındaki kediler, tavan arasındaki kumrular kaybolana kadar ayakta kalacaktır."
Dedo11 Yorumu : Güzel benzetme... Güzel beklenti...



"Biraz ileride küçük bir dükkanda, elleri kirden muşambalaşmış bir ayakkabı tamircisi vardır. Ancak bir kişinin, o da ayakkabı tamircisinin sığabileceği kadar küçük bu dükkandan benzin, meşin, çürük tahta kokusu yayılır. Yüzünden düşen bin parça ama karnı tok tamirci, eski ayakkabılara bir şeyler yapıştırır. Elinde çekiç, ağzında çivi, eski ayakkabılara birşeyler ekler, onlardan para çıkarır."
Dedo11 Yorumu : Ayakkabı tamircisini ( köşker de denirdi ) ve dükkanını ne kadar güzel tanımlamışsın... Ne yazık ki bu meslekler yok olup gidiyor ( şimdi bile ara ki tek tük bulasın ).



"Sessizce yürürken, birden benden para isteyecekmiş gibi geldi, çekindim. Bende de para olmadığından değil; neden param olmadığını, neden işsiz olduğumu -ne lüzum varsa- anlatmam gerekirse diye çekindim. Birbirlerini hiç tanımayan insanlar bazen birbirleriyle gereksiz yere konuşurlar, gereksiz yere samimiyet kurarlar; toplum hayatının eğreti, eğreti olduğu kadar yapay ve vazgeçilmez bir parçası… Köşedeki camiye varınca sola saptım, bir on lirayı sabahtan beri bulamayan orta yaşlı adam yoluna devam etti. Konuşmamız, daha doğrusu onun konuşup benim de onu dinleyişim, nasıl başladıysa öyle, selamsız sabahsız sona erdi."
Dedo11 Yorumu : En vurulduğum satırlar bunlar... İki insanın durum , davranış ve düşünce dünyasını ne güzel anlatmışsın ...


Kalemine ve beynine sağlık ....
 
Son düzenleme:
Üst