TEPELERİN ŞAHİNİ (El Borak Öyküsü)-ROBERT E. HOWARD

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
775
5,745
Kdz. Ereğli
Dostlar, uzun bir aradan sonra hepinize selam olsun. Umarım beğenirsiniz. (Aslında beğeni tuşuna basma, yorum yapma vesaire şartımız şurtumuz yok. Nasıl beğenirseniz öyle beğenebilirsiniz veya beğenmeyebilirsiniz) Belki yayınlanması hiç mümkün olmayabilir. Yine de ilgi duyan vardır belki. Gönül dolusu sevgilerimle.


TEPELERİN ŞAHİNİ
İlk olarak Top-Notch Magazine,
Haziran 1935 sayısında yayınlandı.


I​
Aşağıdaki boğazda duran biri için, eğimli uçuruma tutunan adam, düzensiz taş basamaklar gibi görünen çıkıntılı tabakalar nedeniyle gözden gizlendiğinden, belli bir mesafeden görünmez olsa gerekti. Biraz uzaktan engebeli duvara tırmanmak da kolay görünüyordu; fakat o pervazlar arasında yürek parçalayan boşluklar—pençeleyen parmaklar ve aranan ayak başparmakların zar zor tutunacak yer bulduğu kaygan şist ve dik yamaç sahaları—vardı.
Yanlış bir adım, tutunacak bir yerin kaybıyla tırmanıcı, kayalık kanyon yatağına dek yüz metrelik gürül gürül, tepe üstü bir düşüşle geriye çakılırdı. Fakat uçurumdaki adam Francis Xavier Gordon’du ve bir Himalaya boğazının zeminine beynini saçmak onun kaderinde yoktu.
Tırmanışının sonuna geliyordu. Duvarın kenarı sadece bir iki metre üstündeydi ama aradaki mesafe, şimdiye dek aştığı en tehlikeli yerdi. Gözlerinden teri silkelemek için durdu, burun deliklerinden derin bir nefes çekti ve bir kez daha göz ve kaslarını devasa engelin zalim kalleşliğinin karşısına koydu. Nefretle titreşen, kana susamışlıkla keskinleşen hafif çığlıklar yükseldi aşağıdan. Aşağı bakmadı, üst dudağı sessiz bir hırıltıyla, bir panterin avcıların sesinin imasına hırlayabileceği gibi kalktı. Hepsi bu.
Parmakları, kırık tırnaklarının altından kan sızana dek taşı pençeledi. Çizmelerinin altında çakıl derecikleri harekete geçiyor, pervazlardan aşağı akıyordu. Neredeyse varmıştı—fakat ayak başparmağı altında çıkıntılı bir taş gevşemeye başladı. Tam bastığı yer, ayağını tutan topraktan koparken, acı dolu bir nefes koparmasına yol açan patlayıcı bir enerji genişlemesiyle yukarıya doğru hamle etti. Mide bulandırıcı bir an altında sonsuzluğun genişlediğini hissetti—sonra yukarı atılan parmakları zirvenin kenarına takıldı. Çakıl ve taşlar minyatür bir çığ gibi uçurum yüzeyinde takırdayarak düşerken, bir an askıda kaldı. Sonra demir pazuların güçlü bir düğümlenip gerilişiyle ağırlığını çekti, bir an sonra kasnağa tırmanmış, aşağı bakıyordu.
Aşağıdaki boğazda, gözüne çalılıklardan bir karmaşa ilişmesi ötesinde bir şey seçemedi. Çıkıntılı pervazlar, aşağıdan olduğu gibi yukarıdan da görüşü engelliyordu. Fakat bıçakları hala dostlarının kanı kokan takipçilerinin, aşağıdaki çalılıkları arşınladığını biliyordu. Cinayet histerisiyle keskinleşmiş seslerinin batı yönünde azaldığını işitti. Kör bir ipucu ve sahte bir izi takip ediyorlardı.
Gordon devasa duvarın kasnağında, muazzam sütunlar ve taştan kemer ayakları arasındaki tek görülebilir yaşam zerresi halinde ayakta duruyordu; her tarafında, göğü omuzlayan kahverengi, duyarsız devler, onu cüceleştirerek yükseliyorlardı. Fakat Gordon ne çevresinin kasvetli ihtişamını düşünüyordu, ne de kendisinin nispi önemsizliğini.
Ne kadar huşu uyandırıcı da olsa sahne, çeşitli safhalar halindeki insan dramının arka planıydı sadece. Gordon’un ruhu bir gazap girdabıydı, uzakta ve aşağısında azalan bağırışlar, beyninde dalgalanan kızıl cinayet dalgalarına yol açıyordu. Umutsuz tırmanışı başladığında, oraya koyduğu uzun bıçağını çizmesinden çekti. Yarı kurumuş kan keskin çeliği lekeliyor, bu görüntü de ona vahşi bir tatmin sağlıyordu. Boğazın uzandığı, gerideki vadinin içinde ölü adamlar vardı ve hepsi de Gordon’un Afridi dostları değildi. Bazıları hain Afdal Han’ın yardakçıları Orakzai’lerdi—Afridi lideri Yusef Şah, üç reisi ve Amerikalı müttefikine dost görünerek oturan, dost meclisini bir anda katliama çeviren kalleş köpekler.
Gordon’un gömleği, kanın ağır ağır sızdığı kalın göğüs kaslarında sığ bir kılıç kesiğini sergileyecek şekilde lime limeydi. Kara saçı terden yapış yapış, belindeki kın boştu. Uçurumlar üstündeki bir heykeldi adeta; genişleyen burun deliklerinden kana kana nefes alırken kavislenen göğsünün sabit iniş kalkışı bir yana, tamamen hareketsizdi. Siyah gözlerinde derin, siyah sudaki ateşi andıran bir alev büyüdü. Bedeni katılaştı; adaleleri kollarında düğüm düğüm kirişler halinde kabardı, alnında damarlar belirdi.
Kalleşlik ve cinayet! Hala şaşkındı, bir sebep arıyordu. Şu ana dek hareketleri büyük oranda içgüdüseldi, refleksleri tehlike ve yıkım tehdidine karşılık vermişti. Olay çok beklenmedik—görünür bir nedenden tamamen yoksun—olmuştu. Bir an, çay kaynatılıp, et kızartılan bir ateş etrafında bağdaş kurarak oturan adamların dostça muhabbetinin mırıltısı; bir an sonra ise bıçaklar göğse gömülüyor, silahlar çatırdıyor, insanlar dumanın içine düşüyordu—tüfekleri yana bırakılmış, bıçakları kınlarında, dostları olan Afridiler etrafında yere yıkılmıştı.
Sadece çelik yay koordinasyonu—tehlikeye karşı mantık veya herhangi bir mantıklı düşünce sürecine bağımlı olmayan o anlık, ilkel tepki—kurtarmıştı onu. Daha bilinçli aklı ne olduğunu anlamadan Gordon her iki silahı parlayarak ayaktaydı Ardışık düşüncelere zaman yoktu, umutsuzca göğüs göğüse savaşıp yaya olarak kaçmak—uzun bir koşu ve zorlu bir tırmanış—haricinde yapacak şey yoktu. Dar bir boğazın çalılıklara boğulmuş ağzı olmasa, her şeye rağmen onu yakalayacaklardı.
Şu an, geçici olarak güvendeyken durabilir ve Khoruk Orakzailerinin reisi Afdal Han’ın, komşusu, Kurram Afridi’lerinin dört reisi ve Feringi dostlarını böyle pis şekilde öldürmeyi niye planladığı problemine dair mantık yürütebilirdi. Fakat hiçbir sebep ortaya koymuyordu kendini. Katliam tamamen amaçsız ve mantıksız görünüyordu. O anda çok da mesele etmedi Gordon. Dostlarının öldürüldüğünü, onları kimin öldürdüğünü bilmesi kâfiydi.
Başka bir kaya katmanı birkaç metre arkasında yükseliyor, dar, kıvrımlı bir yarıkla bölünüyordu. Buraya ilerledi. Bir düşmanla karşılaşmayı beklemiyordu; hepsi onu bulmak için aşağıdaki boğazda çalılıkları dürtüklüyor olsa gerekti; fakat her ihtimale karşı uzun bıçağını elinde taşıyordu.
Bir panterin pençelerinin kınından çıkması gibi tamamen içgüdüsel bir hareketti bu. Esmer yüzü demir gibiydi; siyah gözleri kıpkızıl yanıyordu; dar geçit boyunca ilerlerken, yaralı bir panterden tehlikeliydi. Yoğunluktan acı veren bir dürtü hiç durmadan balyoz gibi vuruyordu: İntikam! İntikam! İntikam! Varlığının tüm derinlikleri, yankıya karşılık veriyordu. Uygarlığın ince cilası, kızıl bir med cezir dalgasıyla süpürülmüştü. Gordon, bir milyon yıl geriye, âdemoğlunun başlangıcının kızıl şafağına dönmüştü; etrafında yükselen devasa taşlar gibi tamamen ilkeldi o.
Geçit önünde dolambaçlı bir dağ yoluna çıktığını bildiği çıkıntılı bir sırt etrafında bükülüyordu. Bu yol onu düşmanlarının ülkesine götürürdü ama orada içlerinden biriyle karşılaşmayı beklemesi için sebep yoktu. Bu yüzden granit omzu dönüp, elinde bir tabancayla bir kayaya yaslanmış uzun boylu bir adamla yüz yüze gelmesi şok edici bir sürpriz oldu onun için.
Bu tabanca, Amerikalının göğsüne doğrultulmuştu. Gordon hareketsiz durdu, iki adamı dört metre ayırıyordu. Uzun boylu adamın ötesinde bir ılgına bağlı eyeri kaliteli bir Kabil aygırı vardı.
“Ali Bahadur!” diye mırıldandı Gordon, siyah gözlerinde kızıl bir alevle.
“Evet!” Ali Bahadur, Peştun şıklığına bürünmüştü. Çizmelerine yaldızlı ipler dikilmişti, türbanı gül renkli ipektendi, kemerli hilatı cırtlak şeritliydi. Şu an zalim bir zaferle aydınlanan yırtıcı çehresi, kara, tetikte gözleriyle yakışıklı bir adamdı. Alay edercesine güldü.
“Yanılmamışım El Borak. Boğazın çalılıkların tıkadığı ağzına kaçtığında, diğerleri gibi seni izlemedim. Boğalar gibi böğürerek yaya olarak bodoslama korunun içine koştular. Ben değil. Adamlarım seni kıstırana dek boğazdan aşağı kaçacağın görüşünde değildim. Daha önce hiç kimse tırmanmamış olsa da bu cepheden tırmanacağını biliyordum, zira boğazın öbür tarafındaki dik uçurumlara Lanetli Şeytan’ın kendisi bile tırmanamazdı.
“Bu yüzden, başka bir boğazın açılıp batıya uzandığı, kamp kurduğumuz noktanın bir mil kuzeyindeki vadiden yukarı dörtnala geldim. Bu yol o boğazdan yukarıya çıkar, sırtı aşar ve burada—bildiğini bildiğim üzere—güneybatıya döner. Atım hızlıdır! Bu patikaya ulaşabileceğin tek noktanın burası olduğunu biliyordum ve geldiğimde tozda buraya benden önce geçtiğini gösteren bir çizme izi yoktu. Hayır, uçurumda taşların takırdadığını işittiğimde daha yeni durmuştum, bu yüzden atımdan inip gelişini bekledim. Çünkü sadece o yarıktan gelebilirdin yola.”
“Yalnız geldin,” dedi Gordon gözünü Orakzai’den hiç ayırmadan. “Zannettiğimden daha cesurmuşsun.”
“Silahın olmadığını biliyordum,” cevabını verdi Ali Bahadur. “Onları boşalttığını, fırlatıp attığını ve savaşçılarımın arasından yolunu açarken bıçağını çektiğini gördüm. Cesaret mi? Her aptalın cesareti olabilir. Bende akıl var ki, bu daha iyidir.”
“Bir İranlı gibi konuşuyorsun,” diye mırıldandı Gordon. Tamamen yakalanmıştı, kınları boştu, bıçak kolu yana asılıydı, En ufak harekette Ali’nin ateş edeceğini biliyordu.
“Kelleni ona götürdüğümde biraderim Afdal Han bana övgüler düzecek!” diye alay etti Orakzai. Doğulu kibri, zaferi yüzünden görkemli bir jest yapmaya karşı koyamıyordu. Kavminin birçoğu gibi gösterişli dramalar onun zayıflığıydı; sadece bir kayanın ardına gizlenip, göründüğü an Gordon’u vurmuş olsa, Ali Bahadur hâlâ sağ olabilirdi.
“Afdal Han niye bizi bir şölene davet edip, sonra da dostlarımı öldürdü?” Gordon sordu. “Aşiretler arasında yıllardır barış vardı.”
“Kardeşimin hırsları var,” cevabını verdi Ali Bahadur. “Afridiler bilmeseler de yolunu kesiyor. Onları ortadan kaldırmak için kardeşim neden uzun bir savaşta adam israf etsin? Ancak bir aptal vurmadan önce uyarır.”
“Ve sadece bir köpek ihanet eder,” diye terslendi Gordon.
“Tuz yenilmemişti,” diye hatırlattı Ali. “Kurramlı adamlar ahmaktı; sen de öyle!” Sahneyi cesaret edebildiğince uzatarak, zaferinin tadını sonuna dek çıkarıyordu. Çoktan ateş etmiş olması gerektiğini biliyordu.
Gordon’un duruşunda, onun tenini ürperten gergin bir hazırlık oldu, güneş çarptığında Gordon’un gözleri kızıl alevlerdi. Fakat tüm kuzeyin en zalim dövüşçüsü El Borak’ın elinde olduğunu—tabancanın namlusunda tuttuğunu, bir parmağın tetiğe basışıyla içine yuvarlanacağı Cehennem’in kenarında durduğunu—bilmek, Ali’nin kibrini çılgınca tatmin ediyordu. Ali Bahadur, Gordon’un ölümcül çevikliğini, bir göz kapağı titremesi içinde nasıl sıçrayıp öldürebildiğini biliyordu. Fakat hiçbir insan adalesi aradaki metreleri bir tabanca namlusundan tükürülen bir kurşundan çabuk aşamazdı. İlk hareket emaresinde de Ali tatminkâr sahneyi aniden sona erdirirdi.
Gordon konuşmak ister gibi ağzını açtı, sonra kapadı. Şüpheci Peştun anında gerildi. Gordon’un gözleri hızla yanından geçti, sonra hemen geri döndü ve artan bir yoğunlukla yüzüne uzaklandı. Tüm belirtilere göre Ali’nin arkasında bir şey görmüştü Gordon—Ali’nin görmesini istemediği, onun başını çevirmekten alıkoymak için bir şey gördüğü gerçeğini gizlemek için gücü dâhilinde her şeyi yapıyordu. Ali de başını çevirdi; karşı koymasına rağmen gayrı ihtiyari yapmıştı bunu. Hileyi algılayıp, aynı anda ateş ederek kafasını hızla geri çevirdi, tam o anda Gordon’un sağ kolunun şimşek gibi hareketi olan bulanıklığı fark etti.
Hareket ve atış pratikte eşzamanlı oldu. Ali ani bir felce uğramış gibi diz çöktü ve yan tarafa devrildi. Fokurdayıp boğularak dirsekleri üstüne kalkmaya çabaladı, dudakları korkunç bir sırıtışla geri seçildi, çenesi boğazından çıkan Gordon’un bıçağının kabzasına dayandı. Bir can çekişme çabası içinde, yoklayan parmaklarla onu kurmaya çalışarak iki eliyle tabancayı kaldırdı. Sonra mavi dudaklarından kan boşandı, tabanca ellerinden kaydı. Parmakları kısa süre toprağı pençeledi, sonra yayıldı ve katılaştı, başı uzanan kollarına gömüldü.
Gordon yerinden kıpırdamamıştı. Sol omzundaki yuvarlak, mavi delikten kan ağır ağır akıyordu. Yaranın farkında değil gibiydi. Ali Bahadur’un kısa, istem dışı seğirmeleri kesilene kadar harekete geçmedi. Bir orman kedisinin kalın, kana doymuş hırıltısıyla hırladı ve yüzükoyun yatan Orakzai’ye tükürdü.
Bunca ölümcül güç ve nişancılıkla atmış olduğu bıçağı geri almak için hiçbir hareket yapmadı, ne de dumanı tüten tabancayı aldı. Dökülen kanın kokusundan hırlayıp ürperen aygıra ilerledi, onu çözdü ve yaldız işlemeli eyere atladı.
Dizginleri dolambaçlı tepe yolunun yukarısına çevirdi, eyerde döndü ve yumruğunu düşmanlarından yana salladı—bir tehdit, acımasız bir vaat: oyun daha yeni başlamıştı; tepeleri kararmış köyler ve ölülerin gövdeleriyle dolduracak, krallar ve genel valilerin düşlerine sıkıntı verecek bir kan davasında, ilk kan dökülmüştü.

II​
Geoffrey Willoughby, eyerinde kendini düzeltti ve içinden maiyetindekileri manzaranın hatlarıyla kıyaslayarak etrafında yükselen kıraç sırtlar ve çıplak taştan kayalıklara bakındı.
Fiziki çevre, sakinlerini kaçınılmaz olarak şekillendirirdi. Bir istisna haricinde yoldaşları, etrafında kaş çatan devasa, kahverengi kayalar kadar somurtkan, sert, barbarca ve kasvetliydi. Tek istisna görünüşte hizmetkârı, gerçekteyse İngiliz gizli servisinin değerli bir mensubu olan, Pencaplı Müslüman Süleyman’dı.
Willoughby’nin kendisi servis mensubu değildi. Durumu eşsizdi; perde arkasında karanlıkta kalarak hareket eden, övgüyü başka insanlara—madalyalı üniformalar içinde veya silindir şapkalı ve unvanlı, yüksek sesle konuşan kişiler—bırakarak sürekli imparatorluk kuran o her yerde hazır ve nazır İngilizlerden biriydi o.
Willoughby’in görevinin tam olarak ne olduğunu veya resmi yapıda hangi boşluğu doldurduğunu çok az kişi biliyordu ama adam ve kariyerinin özü, bir zamanlar can sıkıcı bir mebusun talebinde ete kemiğe bürünmüştü: “Sınırda kargaşa; Willoughby’i yollayın!” Onun ifşa edilmemiş eylemleri sayesinde kamunun farkında olduğundan daha fazla olayda birlikler sevk edilmemiş, toplar gümbürdememişti. Bu yüzden Willoughby’in Doğulu bir despotun talebi üzerine, kanlı bir tepe husumetine hakemlik etmek üzere, kıllı bir boğaz kesici birliğiyle gönderilmesinin gerekmesi—Afgan sınırında barışı korumanın, Trafalgar Meydanı’nda düzeni sağlamaktan temelde farklı olduğuna inanmayı reddeden inatçılar haricinde—şaşırtıcı değildi aslında.
Willoughby, kırmızı teninin altında beklenmedik kaslar olsa da, orta boyda, tıknaz, neredeyse tombul yapılı biriydi. Saçı karamel rengi, gözleri mavi, iri ve aldatıcı şekilde samimiydi. Sivil hakiler ve kocaman bir güneş başlığı giyiyordu. Silahlıysa da bu belli olmuyordu. Dürüst, hafifçe çilli yüzü rahatsız edici değildi ama arkasında işleyen ustura keskinliğinde beyne dair pek az kanıt sunuyordu.
Memleketi Suffolk’ta bir kulvarda geziniyormuş gibi sakin bir şekilde yavaş yavaş ilerliyordu ve ona eşlik eden kabadayılardan—heybetli görünüşlü, kır düşmüş sivri sakalı, saldırgan çehresinden yansıyan doğuştan vahşeti gizlemeyen yaşlı reisin komutası altında dört vahşi görünüşlü, hırpani yerli—daha rahattı. Afdal Han’ın amcası Baber Ali, yaşlı ama sırtı bir süvari erininki kadar dik, cılız bedeni kurtlar gibi sertti. Yeğeni Afdal Han’ın tüm gaddarlığına ama incelik ve kurnazlığının çok azına sahip sağ koluydu o.
Üç yüz metre boyunca bir boğazlar labirentine inen dik bir yamaçtan dolana dolana inen bir patikayı takip ediyorlardı. Bir mil güneydeki bir vadide Willoughby kömürleşmiş, kararmış harabelerden bir yığın gördü.
“Bir köy mü Baber?” diye sordu.
Baber, ihtiyar bir kurt gibi hırladı.
“Evet! Khuttak’tı orası! El Borak ve iblisleri onu yaktı ve silah taşıyabilen herkesi öldürdü.”
Willoughby yeni bir ilgiyle baktı. Durdurmaya geldiği böyle şeylerdi, şu anda da görmeye gittiği El Borak’tı.
“El Borak Şeytan’ın oğlu,” diye homurdandı ihtiyar Baber. “Khuruk’un kendisi haricinde Afdal Han’ın köylerinden yakılmamış bir tane bile bırakmadı. Bu nokta ve Khuruk arasında uç hisarı olarak ise sadece benim sangarım bulunur. Şimdi Akbar Şatosu denilen mağarayı ele geçirdi, o da Orakzai topraklarında kalıyor. Allah’a şükür bir saattir Orakzai’lerin sahiplendiği ama artık kimsenin ülkesi olmayan, kimsenin carının güvende olmadığı cesetler ve yanmış köylerle kaplı bir sınıra dönüşen bir diyarda at sürmekteydik. Her an üstümüze ateş edilebilir.”
“Gordon söz verdi,” diye hatırlattı Willoughby.
“Onun sözü boş değildir,” ihtiyar kabadayı gönülsüzce itiraf etti.
Yükseklerden inmişler, öbür uçta bir dizi boğaz halinde bölünen dar bir yaylayı geçiyorlardı. Willoughby cebindeki, ona dolambaçlı yoldan gelen mektubu düşündü. Tarihi bir belge olarak dramatik değerini kabul ederek ezberlemişti onu.
GEOFFREY WILLOUGHBY,
Ghazrael Kalesi
Müzakere istiyorsan, tek başına Şeytan Minaresi’ne gel. Maiyetini boğazın ağzının dışında bırak. Taciz edilmeyecekler ama herhangi bir Orakzai geçidin içinde seni takip ederse vurulacak.
FRANCIS X. GORDON.
Kısa ve öz. Müzakere ha? Adam düzenli bir savaş sürdüren bir general rolü üstlenmişti, Willoughby’i de tarafsız bir hakem değil, sadece karşı tarafın çıkarına çalışan bir diplomat saydığına şüphe kalmamıştı.
“Minare Boğazı civarında olsak gerek,” dedi Willoughby.
Baber Han işaret etti. “İşte ağzı.”
“Beni burada bekleyin.”
Süleyman attan indi ve bineğinin karın kolanını gevşetti. Peştunlar tüfeklerine sarılıp, engebeli bayırları tarayarak huzursuzca indiler. O dolambaçlı boğazın aşağısında bir yerde, hınçlı savaşçılarıyla Gordon gizleniyordu. Orakzailer korkmuştu. Khoruk’tan millerce uzakta, her iki tarafta katliam yoluyla kanlı bir tartışmalı alana dönüşmüş bir mıntıkanın ortasındaydılar. Gayrı ihtiyari, millerce ötede, kayalıklardan inşa edilmiş Kurram köyünün bulunduğu güneybatıya baktılar.
Baber bıyığını büktü ve dudağının kenarını kemirdi. Ona rahat huzur vermeyen içten bir öfke ve şüphe ateşi içini yiyip bitiriyor gibi görünüyordu.
“Bu noktadan ileriye yalnız mı gideceksin sahip?”
Willoughby, dizginlerini toplayarak başını salladı.
“Seni öldürecektir!”
“Zannetmem.”
Willoughby, Amerikalının güvenlik vaadine tamamen güvenmedikçe, Baber Ali’nin kendini asla Gordon’un erişim mesafesine koymayacağını çok iyi biliyordu.
“O zaman köpeğe ateşkesi kabul ettir!” diye hırladı Baber, vahşi küstahlığı gönülsüz kibarlığını bastırarak. “Allah için, bu kan davası Afdal Han’ın—ve benim—açımdan bir diken!”
“Bakalım hele.” Willoughby atını topuklarıyla dürttü ve geçitten aşağı tırısa kaldırdı; eyerde özensizce yığılmış, mantar başlığı atın her adımında sallanırken hiç de etkileyici değildi. Arkasında Peştunlar kanyondaki bir dönemecin arkasında gözden kaybolana dek onu hevesle izledi.
Willoughby’in sükûneti tamamen olmasa da kısmen göstermelikti. Korkmuyordu, heyecanlı değildi. Fakat El Borak’la karşılaşma ihtimalinin belli bir ölçüde muhayyilesini canlandırıp, tahminler uyandırmaması için insandan fazlası olmak gerekirdi.
El Borak ismi, Tahran’dan Bombay’a dek tüm kervansaray ve pazarlarda anlatılan öykülerle iç içe geçmişti. Üç yıldır, sert gözlü beyaz bir adamın vahşi yerliler arasında bir iktidar konumu elde ettiği ıssız tepeler arasındaki entrikalar ve zalim savaşların söylentileri Hayber’den aşağılara sürüklenmişti.
Gordon tarafından Afgan siyaset havuzuna atılan bu son taş, yabancı sarayların kapılarına vurabilecek dalgalanmalar yayma tehdidine yol açana dek, İngilizler araya girmek istememişti. Dolambaçlı Minare Boğazı’ndan aşağı bu yüzden ilerliyordu Willoughby. Acayip bir dönme türü, diye düşündü Willoughby. Çoğu yerli beyaz, aralarına katıldıkları halk tarafından hakir görülürdü. Fakat Gordon’un düşmanları bile ona saygı duyuyordu ve bu sadece meşhur dövüş yeteneği yüzünden değil gibiydi. Willoughby’in belli belirsiz anladığı, Gordon’un Birleşik Devletler’in güneybatı sınırında yetiştiği, daha Doğu’ya göç etmeden önce, bir silah kullanıcısı olarak yaman bir şöhret edinmiş olduğuydu.
Willoughby, kayalık bir duvardaki dönemeci dönüp de Minare’nin önünde yükseldiğini görmeden önce, boğazın ağzından bir mili aşmıştı—kanyon duvarının temeli haricinde, ayrı, yüksek, sivri, kuleyi andıran bir kayalık. Görünürde kimse yoktu. Willoughby atını bir kayalığın gölgesine bağladı ve Minare’nin dibine yürüdü, orada durdu ve başlığıyla kendisini hafifçe yelpazeleyerek, kendisinin görmediği bakış açılarından kaç tüfeğin ona nişan aldığını merak ederek bekledi. Aniden karşısındaydı Gordon.
Sinirleri Willoughby’ninki kadar mükemmel bir kontrol altında olan bir adam için bile irkiltici bir deneyimdi bu. İngiliz, kendisini yelpazelemeyi kesti ve başlığını kalkık tutarak kıpırdamadan durdu. Hiç ses çıkmamıştı, onu uyaracak, bir çizme topuğu altındaki bir moloz kıtırtısı bile. Bir an önündeki alan boştu, sonra dinamik bir yaşamla dolu bir figür tarafından doldurulmuştu. Duvarın dibine saçılmış kayalar, sessiz bir ilerleme için bolca sığınak sunuyordu ama o ilerleme mucizesi—anavatanında Yaqui Kızılderilileriyle hiç savaşmamış Willoughby için bile—Gordon’un başardığı sessizlikle olmuştu.
“Sen Willoughby’sin elbette.” Güneyli aksanı hafif ama aşikârdı.
Willoughby başını salladı, önündeki adamı incelemeye dalmıştı. Gordon iri bir adam değildi ama sıra dışı bir güç ve zindeliği yansıtan omuz düzlüğü, göğüs kalınlığıyla kayda değer şekilde sağlam yapıdaydı. Willoughby, belinde çıkıntı yapan iri tabancaların siyah dipçiklerine, sağ çizmesinden çıkan bıçak kabzasına dikkat etti. Sert, bronz yüzde boş yere zayıflık veya yozlaşmışlık emareleri aradı. Siyah gözlerde, Willoughby’in daha önce, uygar denilen kavimlere mensup kimsede görmediği bir ışıltı vardı.
Hayır, bu adam yozlaşmamıştı, yerli kan davaları ve kavgalarına dalması gerilemeyi göstermezdi. Sadece en doğal ortamını arayan ilkel bir doğanın karşılığıydı bu. Willoughby, önünde duran adamın tam da yaklaşık on bin yıl önce uygarlık öncesi, evcilleşmemiş bir Anglosakson’un görünmesi gerektiği gibi göründüğünü hissetti.
“Ben Willoughby,” dedi. “Benimle tanışmayı uygun bulmana sevindim. Gölgede mi otursak?”
“Hayır. O kadar zaman ayırmaya hacet yok. Benimle temasa geçmeye çalışarak Ghazrael’de bulunduğun haberi geldi bana. Sana bir Tacik tüccarla haber yolladım. Onu aldın, yoksa burada olmazdın. Eh, işte buradayım. Bana diyeceğini söyle ki sana cevap vereyim.”
Willoughby, kısmen formüle ettiği planı bir kenara bıraktı. Aklındaki diplomasi türü burada işe yaramazdı. Bu adam sadece kaba güçle edinilen bir hâkimiyetle, kalın kafalı bir kabadayı da değildi, ilerlerken yalan söyleyip blöf yapan politikacı tipi, çıkarcı bir maceracı da. Satın alınamaz, bir blöfle korkutulamazdı. Willoughby şahsen korkmasa da, bir panter kadar gerçek, enerjik ve tehlikeliydi.
“Pekâlâ, Gordon,” içtenlikle cevap verdi. “Lafı kısa keseyim. Amir ve Raca’nın talebi üzerine buradayım. Bildiğin gibi Ghazrael Kalesi’ne seninle temasa geçmeye çalışmak için geldim. Arkadaşım Süleyman yardım etti. Bir Orakzai eskortu Khoruk’a götürmek için beni karşıladı ama mektubunu alınca Khoruk’a gitmeye lüzum görmedim. İşim bittiğinde Ghazrael’e beni geri götürmek için boğazın ağzında bekliyorlar. Ghazrael’de Afdal Han’la sadece bir kez konuştum. Barış yapmaya hazır. Aslında Amir’in seninle onun arasındaki husumeti çözmeyi denemek için beni yollaması onun talebiyle oldu.”
“Amir’i ilgilendirmez bu,” diye terslendi Gordon. “Ne zamandan beri kabile davalarına karışır oldu?”
“Şu halde, gruplardan biri müracaat etti de ondan,” cevabını verdi Willoughby. “Sonra, kan davası onu da şahsen etkiliyor. İran’dan gelen ana kervan yollarından birinin bu bölgeden geçtiğini ve kan davası başladığından beri kervanların buradan sakınıp Türkistan içlerine döndüğünü hatırlatmama hacet yok. Amir’in hayli zengin gelir elde ettiği, normalde Kabil’den geçen ticaret, onun topraklarından başka yöne dönüyor.”
“Geri almak için de Ruslarla pazarlık ediyor,” Gordon neşesizce güldü. “Sırrını korumaya çalışıyor, çünkü onu tahtında tutan tek şey İngiliz silahları. Fakat Ruslar ona çok cazip yemler teklif ediyor, o da ateşle oynuyor—İngilizler de onun parmaklarını—ve kendilerininkini—yakacağından korkuyor!”
Willoughby gözlerini kırpıştırdı. Yine de Gordon’un Afgan politikalarını en az onun kadar iyi bileceğini bilmesi gerekirdi.
“Ama Afdal Han, hem Amir’e, hem de bana bu kan davasını bitirmek istediğini şahsen ifade etti,” diye itiraz etti Willoughby. “Baştan beri savunmada kaldığına yemin ediyor. Eğer en azından bir ateşkesi kabul etmezsen, Amir kendisi işe el atacak. Kabil’e dönüp de senin tahkimi kabulü reddettiğini ona anlatmamla birlikte seni bir kanun kaçağı ilan edecek ve tepelerdeki her kabadayı kellen için bıçağını biliyor olacak. Makul olsana be adam. Şüphesiz Afdal Han’a saldırmak için kışkırtıldığını hissediyorsun. Fakat yeterince hasar verdin. Geçenleri unut—”
“Unutmak ha!”
Gordon’un gözbebekleri kızgın bir leoparınki gibi kısılırken, Willoughby gayrı ihtiyari geri çekildi.
“Unutmak ha!” kalın bir sesle tekrarladı. “Benden dostlarımın kanını unutmamı istiyorsun! Sadece tek tarafı işitmişsin sen. Ne düşündüğün umurumda değil ama bir de benden dinle. Afdal Han’ın sarayda dostları var. Benim yok. İstemiyorum da.”
Vahşi bir İskoç şefi de meydan okumasını kralın elçisinin suratına böyle çalmış olabilir, diye düşündü Willoughby, önündeki esmer yüzdeki tutku oyunundan büyülenerek.
“Afdal Han, dostlarımı bir şölene davet etti ve soğukkanlılıkla doğradı—Yusef Şah ve üç reisi—hepsi yeminli dostlarımdı, anlıyor musun? Sen de gelmiş yıpranmış bir kını bir kenara bırakır gibi, onları unutmamı isteyebiliyorsun! Peki niye? Böylece Amir şişman İranlı tacirlerden haracını alabilsin diye, böylece Ruslar İngilizlerin onaylamayacağı bir anlaşmaya kendisini sokma şansı elde etsin diye, bu sayede İngilizler pençelerini sınırın bu tarafına saplamayı sürdürebilsin diye aynı zamanda!
“Pekâlâ, işte cevabım. Sen, Amir ve Raca; hepinizin cehenneme kadar yolu var. Amir’e dön ve ona kelleme bir fiyat koymasını söyle. Orakzailere yardım için Özbek muhafızlarını—ve elde edebildiği kadar Rus ve İngiliz’i—yollasın. Bu kan davası, ben Afdal Han’ı öldürdüğümde son bulacak. Daha önce değil.”
“Azınlığın kanının öcünü alacağım diye çoğunluğun refahını kurban ediyorsun,” diye itiraz etti Willoughby.
“Kim demiş? Afdal Han mı? O Amir’in en beter düşmanı; Amir sadece onu kendisiyle ilgisi olmayan bir savaşa karıştırdığını biliyor. Bir ay sonra Afdal Han’ın kellesini alacağım ve kervanlar bu yoldan yeniden serbestçe geçecek. Afdal Han kazanırsa—önce, niye bu kan davası başladı? Sana anlatayım! Afdal bu mıntıkadaki, kervan rotasına hâkim ve asırlardır Afridilerin elinde olan kuyuları tamamen kontrol etmek istiyor. Hele onları ele geçirsin, tüccarları daha Kabil’e varmadan tırtıklayacak. Evet, ticaret de kalıcı olarak Rus topraklarına dönecek.”
“Cüret edemez—”
“Her şeye cüret eder o. Tahmin bile etmediğin destekleri var. Ona nasıl olup da adamlarının hepsinin Rus tüfekleriyle silahlandığını sor! Kahretsin! Afdal’ın yardım için uluması, Akbar Şatosu’nu ele geçirmem ve beni oradan sökememesi yüzünden. Senden Şato’yu teslimi kabul etmemi istedi değil mi? Evet, ben de öyle düşünüyordum. Bunu yapacak kadar aptal olsaydım, beni ve adamlarımı Kurram’a dönerken pusuya düşürürdü. Amir’e Afdal Han’a nasıl kalleşçe saldırdığımı ve nefsi müdafaada öldürüldüğümü, Afdal Han’ın saldırmaya ve Kurram’ı yakmaya nasıl mecbur kaldığını anlatacak bir sürücü peşine takılmadan, Kabil’e varacak zamanı zor bulursun! Savaşta yitirdiğini dış müdahaleyle kazanmak, beni savunmasız yakalamaya, Yusef Şah’ı öldürdüğü gibi beni de öldürmeye çalışıyor. Amir ve seni maymuna çeviriyor. Sen de sırf biraz kirli ticaret Kabil’den saptırılıyor diye onun beni maymuna—ve bir cesede—çevirmesine izin vermemi istiyorsun!”
“İngilizlere bu kadar düşmanlık beslemene gerek yok—”diye başladı Willoughby.
“Beslemiyorum; ne İranlılara, ne de Ruslara. Sadece herkesin kendi işine bakmasını, benimkini de bana bırakmasını istiyorum.”
“Fakat bu kan davası çılgınlığı bir beyaz adama göre iş değil,” diye yalvardı Willoughby. “Sen bir Afgan değilsin. Bir İngilizsin, köken olarak en azından—”
“Ben bir Highland İskoç’uyum ve soy olarak siyah İrlandalıyım,” diye homurdandı Gordon. “Bunun konuyla hiç alakası yok. Diyeceğimi dedim. Geri dön ve Amir’e kan davasının biteceğini anlat—Afdal Han’ı öldürdüğümde.”
Ve topuğu üstünde dönerek, geldiği kadar sessizce kayboldu.
Willoughby çaresizce arkasından baktı. Her şeye lanet olsun, bu işi bir amatör gibi ele almıştı! Savlarını gözden geçirince, kendi kendine şikâyet ediyormuş gibi hissediyordu ama El Borak’ın ilkel kararlılığı karşısında herhangi bir sav saçmalığa dönüşüyordu. Onunla tartışmak bir rüzgâr, bir yel, bir orman yangını veya başka bir temel gerçekle tartışmaya benziyordu. Adam herhangi bir düzenli tasnife uymuyordu; Himalaya’lara ayak basmış herhangi bir barbar kadar evcilleşmemişti, yine de zihniyetinde ilkel veya gelişmesini tamamlamamış hiçbir şey yoktu.
Neyse, şu anda Ghazrael Kalesi’ne dönmek ve başarısızlığı bildirmek için Kabil’e bir süvari yollamak haricinde yapacak bir şey yoktu. Fakat oyun bitmemişti. Willoughby’in kendi inatçı kararlılığı uyanıyordu. Mesele, seferlerinin çoğunda kesin olarak eksik olan şahsi bir görünüme bürünmeye; bunu sadece diplomatik bir sorun olarak değil, Gordon ve kendisi arasında bir zekâ yarışı olarak da görmeye başlamıştı. Atına binip boğazdan geriye yönelirken, bu kan davasını bitireceğine, hem de Gordon’unki değil, kendi usulüyle bitirileceğine yemin etti.
Muhtemelen Gordon’un iddialarında çok fazla doğruluk payı vardı. Tabii ki o ve Amir sadece meselenin Afdal Han cephesini işitmişti; tabii ki Afdal Han bir düzenbazdı. Ancak reisin hırslarının Gordon’un iddia ettiği kadar kapsamlı ve uğursuz olduğuna inanamıyordu. Bu yalıtılmış tepe mıntıkasında yerel iktidarı ele geçirmekten daha fazlasını kapsadığına inanamazdı. Halen Afridiler tarafından toplanan küçük kervan haraçları; hepsi bu.
Zaten, görünüşte halkın refahını göz önünde bulundurmasına rağmen, hataları ne olursa olsun Gordon’un özel isteklerinin resmi hedefler arasına girmesine izin vermek olacak iş değildi. Willoughby, asla şahsi hislerinin politikanın yolunu kesmesine izin vermezdi ve böyle yapmanın başkaları tarafından kınama gerektirdiğini düşünürdü. Arkadaşlarının öldürülmesini unutmaktı Gordon’un yükümlülüğü—yeniden o çaresizlik duygusunu yaşadı Willoughby. Gordon bunu asla yapmazdı. Ondan içgüdülerini ihlal etmesini beklemek, aç bir kurttan çiğ etten vazgeçmesini beklemek kadar akla uygundu.
Willoughby, indiği kadar yavaş şekilde çıkmıştı geçitten yukarı. Artık geçitten çıkmış, hevesle ona bakan gergin bir grup halinde duran Süleyman ve Peştunları görüyordu. Baber Ali’nin gözleri kurt gibi parlıyordu. Willoughby, ihtiyar şefin gözlerindeki şiddetli yoğunlukla karşılaşınca hafif bir şok hissetti. Baber elçisinin başarısını niye bu kadar vahşice arzuluyordu? Orakzailer savaşların en beterini yaşıyordu ama hiçbir şekilde yenilmemişlerdi. Neticede görünür yüzeyin arkasında başka bir şey mi—Willoughby’in görevini içeren karanlık kalmış bir unsur veya komplo—vardı? Gordon’un yabancı desise ve gizli dürtüler ithamlarında doğruluk payı var mıydı?
Baber üç adım öne çıktı ve sakalı hevesinden ürperdi.
“Ee?” Sesi kınındaki bir kılıcın sürtünüşü kadar haşindi. “Köpek barış yapacak mı?”
Willoughby başını iki yana salladı. “Kan davasının sadece Afdal Han’ı öldürdüğünde sona ereceğine yemin ediyor.”
“Beceremedin!”
Baber’in sesindeki tutku Willoughby’i irkiltti. Bir an şefin uzun bıçağını çekip üstüne atılacağını düşündü. Sonra Baber Ali maksatlı şekilde sırtını İngiliz’e döndü ve atına yürüdü. Vahşi bir asılışla onu çözerek eyere atladı, arkasına bile bakmadan dörtnala uzaklaştı. Willoughby’in Ghazrael kalesine dönüşte izlemesi gereken yolu izlemiyor; Khoruk yönünde kuzeye gidiyordu. İma aşikârdı; onun için tüm mesuliyeti reddediyor, Willoughby’i kendi imkânlarına terk ediyordu.
Süleyman, atının kolanlarını yoklarken, esmer teninde beliren solgunluğu gizlemek için başını eğdi. Willoughby dört yerlinin kırpılmadan üstüne dikilen gözlerine bakmak için—karmakarışık saç kütleleri altından bakan sert, bulanık gözler—ayrılan şefin arkasından bakmayı bıraktı.
Hafif bir ürpertinin belkemiğinden aşağı süründüğünü hissetti. Bu adamlar vahşi hayvanların zihinsel düzeyinden azıcık üstte olan vahşilerdi. Merhametsiz Himalaya hayatının uzun asırları boyunca onlar ve türlerine aşılanmış içgüdüleri rastgele izler, düşünmeden hareket ederlerdi. İçgüdüleri, kendi aşiretlerinden olmayan tüm insanların öldürülmesi ve yağmalanmasıydı. O bir yabancıydı. Onun ve yoldaşı üstündeki koruma, şefleri tarafından kaldırılmıştı.
Sırtını dönmek ve uzaklaşmak suretiyle Baber Ali, Feringi’nin öldürülmesine zımnen izin vermişti. Baber Ali şahsen, Afdal Han’dan çok daha vahşiydi; evcilleştirilmemiş duygularla yönetilirdi ve tutku anlarında çocukça, korkunç işler yapmaya meyilliydi. Willoughby’in barış sağlamaktaki başarısızlığına kızıp, öfke ve hayal kırıklığını İngiliz’e yöneltmesi huyuydu onun.
Willoughby, zincirlerini toplamak için gereken sürede, durumu sakince gözden geçirdi. Koruma birliği olmadan Ghazrael’e asla dönemezdi. O ve Süleyman bu kabadayılardan uzaklaşmaya yeltenirse, şüphesiz sırtlarından vurulurlardı. Sadece blöf yapmayı denemekten başka yapacak şey yoktu. Minare Boğazı’na ve yine Ghazrael Kalesi’ne kadar dönüşte ona eşlik etme emri verilmişti onlara. Bu emirler gerçek sözlerle iptal edilmemişti. Yerliler gerçek emirler olmadan, kendi inisiyatifleriyle harekete geçmekte tereddüt edebilirdi.
İyice alçalan güneşe baktı ve atını dürttü.
“Hadi yola çıkalım. Çok yolumuz var.”
Doğruca geçmesine izin vermek için somurtarak bölünen gruba doğru ilerledi. Süleyman onu takip etti. Ne sağa, ne sola baktı; ne de adamlara onları izlemelerinden başka bir şey beklediğine dair bir emare gösterdi. Peştunlar sessizce atlarına atladı ve tüfek dipçiklerini namluları yukarıyı gösterecek şekilde bellerine dayayıp takip ettiler.
Willoughby rahatça ilerleyerek eyerine yığılmıştı. Geriye bakmadı ama dört çift boncuk gözün somurtkan bir kararsızlıkla geniş sırtına dikili olduğunu hissetti. Sıradan tavrı onları şaşırtmış, ağır işleyen zihinleri üstünde belli bir hâkimiyet kurmuştu. Fakat onun veya Süleyman’ın en ufak bir korku veya şüphe göstermesi halinde anında vurulacağını biliyordu. Sanki her an patlayabilecek bir volkanın kenarında at sürüyormuş gibi gülünç bir duyguyla, dişlerinin arasından ıslık çalıyordu.
Dolana dolana vadilere inen, engebeli yokuşlardan çıkan patikaları izleyerek doğuya ilerlediler. Güneş üç yüz metrelik bir sırtın ardında battı ve vadiler erguvan gölgelerle doldu. Günün erken saatlerinde geçtiklerinde, Baber Ali’nin o gece kamp kuracaklarını işaret ettiği noktaya ulaştılar. Burada bir kuyu vardı. Peştunlar Willoughby’den emir almadan dizginlerine asıldı. Devam etmeyi tercih ederdi ama tartışmak korktuğu şüpheleri üstüne çekerdi.
Kuyu, bir uçurumun yanında, dik yamaçlar ve vadi kesiği duvarlara komşu geniş bir tabakanın üstünde bulunuyordu. Atların eyerleri çözülmemişti, Süleyman, Willoughby’in battaniye tomarlarını duvarın dibine serdi. Vahşi yaratıklar gibi sinsi, sessiz Peştunlar, ateş yakmak için kuru ılgın toplamaya başladı. Willoughby duvardaki bir yarığın yakınında bir kayaya oturdu ve alacakaranlığın geç vakti gözlerini zorlayarak, ufak bir deftere Gordon’un çehresini çizmeye koyuldu. Bu işte bir mahareti vardı ve alışkanlığın kılık değiştirmeleri açığa çıkarma ve aranan adamları belirleme meselesinde, değerli olduğu kanıtlanmıştı.
Heyecandan uzak, sakin itaat beklentisinin Peştunları gerçek bir korku değilse de, bir kararsızlık haline indirgediğine inanıyordu. Kararsız oldukları sürece ona saldırmazlardı.
Adamlar çeşitli görevleri icra ederek ufak kampın etrafında dolaşıyordu. Süleyman ufak ateşin üstüne eğiliyor, ateşin öbür tarafında da bir Peştun bir yiyecek bohçasını açıyordu. Başka bir yerli, biraz daha odun getirerek Pencaplı’nın arkasından yaklaşıyordu.
Tam kolları odun yüklü Peştun Süleyman’ın arkasına gelirken, bir tür içgüdü Willoughby’in yukarı bakmasına yol açtı. Pencaplı adamın yaklaştığını işitmemişti; etrafına bakmıyordu. Arkasında birinin bulunduğuna dair ilk malumatı, yerli bir bıçak çekip omuzlarının arasına sapladığı zaman oldu.
Willoughby’nin bir ihtar bağıramayacağı kadar süratle yapıldı bu. Süleyman’ın sırtına saplanan bıçağın üstünde, ateşin ışığının yansımasını yakaladı. Pencaplı bağırdı, dizleri üstüne düştü, ateşin öbür tarafındaki adam paçavraları arasından fitilli bir tüfek kaptı ve onu bedeninden vurdu. Süleyman revolverini çekip bir kez ateş etti ve yerli kafasından vurularak ateşin içine düştü. Süleyman kendi kanından bir havuza yığıldı ve hareketsiz kaldı.
Her şey, Willoughby ayağa fırlarken olmuştu. Silahsızdı. Bir an çaresizce donakaldı. Adamlardan biri bir tüfek aldı ve doğruca ona ateş etti. Merminin arkasında bir kayaya çarptığını işitti. Felç halinden çıkarak döndü ve duvardaki yarığa daldı. Bir an sonra, topukları arkasındaki vahşi zafer ulumalarından kanatlanarak gövdesinin elverdiğince süratle koşuyordu.
Willoughby, koşarken nefes ayırabilse kendine sövecekti. Ani saldırı plan veya öngörülemeyecek kadar hayvanca ve bodoslama olmuştu. Yerli beklenmedik şekilde kendini Süleyman’ın arkasında bulmuş, doğal içgüdüsüne tepki vermişti. Willoughby, bir tabancası olsaydı muhtemelen saldırıyı püskürtebileceğini, en azından canını kurtarabileceğini hissetti. Silaha hiç ihtiyaç duymamıştı daha önce; hep diplomasinin ateşli bir silahtan iyi bir silah olduğuna inanmıştı. Oysa bugün diplomasi, iki kez sefilce başarısız olmuştu. Sisteminin tüm hata ve zayıflıkları aynı anda su yüzüne çıkıyor gibiydi. İşi en başından berbat etmişti.
Fakat kendisinin yakında kınamanın veya resmi suçlamanın ötesinde olacağı fikrindeydi. Arkasında giderek daha yakına gelen o kana susamış çığlıklar bu konuda güvence veriyordu ona.
Aniden korkuya, müthiş bir korkuya kapıldı Willoughby. Dili damağına yapışır gibi oldu ve yapışkan bir ter teninde boncuklandı. Kulaklarını arkasında patırdayan sandaletli ayakların beklenen sesi için zorlayıp, omuzlarının arasındaki teni atılan bir bıçak beklentisiyle karıncalanarak kâbus gören biri gibi karanlık geçidin aşağılarına kaçmaya devam etti. Karanlıktı. Ellerinin derisini şistte yırtarak kayalardan sekti, gevşek taşlara takıldı.
Aniden geçitten çıktı; önünde, bir evin dik çatısı gibi bıçak ağzı bir sırt, yıldız benekli mavi siyah göğe karşı yükseldi. Kesik kesik soluyarak bunun üstüne çıkmaya çabaladı. Karanlıkta hiçbir şey göremese de hemen arkasında olduklarını biliyordu.
Fakat keskin gözler, zirveye sürünürken yıldızların önünde duran bulanık kütlesini gördü. Kızıl alev dilleri aşağısındaki karanlığı yaladı; patlamalar doğruca kayalık duvarlarda gümledi. Çılgınca kendini yukarı çekti ve yamacın öbür tarafından aşağı yuvarlandı. Fakat tüm yol boyunca değil. Neredeyse anında sert ama esnek bir şeye çarptı. Belli belirsiz, ter ve bitkinlikten yarı kör halde, üzerinde karaltı halinde yükselen bir siluet gördü, bir şey yıldızlara karşı tehditkâr biçimde kalktı. Bir kolunu hızla kaldırdı ama tüfek dipçiğinin inişini durduramadı. Ateş, etrafında ışıl ışıl kıvılcımlar halinde patladı ve sırtın zirvesine dizilen tüfeklerin çatırtılarını işitmedi.


III​
Silah seslerinin dar duvarlar üstündeki yankılanması oldu Willoughby’in yavaşça yeniden dönen bilincini ilk etkileyen. Sonra zonklayan başını algıladı. Bir elini kaldırınca başının maharetle sarıldığını gördü. Koyun derisinden bir palto gibi hissettiren bir şey üstünde yatıyor, altındaki çıplak, soğuk kayayı hissediyordu. Dirsekleri üstüne kalkmaya çalıştı ve neticesi olan keskin acıdan dişlerini sıkarak şiddetle kafasını salladı.
Karanlıkta yatıyordu, yine de birkaç metre ötede beyaz bir perde önünde göz kamaştırıcı şekilde ışıldıyordu. Sövdü ve gözlerini kırpıştırdı, bulanık bakışı berraklaşırken, etrafındaki nesneler doğru görünüşlerini aldı. Bir mağaradaydı, o beyaz perde de önünde ay ışığı akan mağara ağzıydı. Kalkmaya davrandı, kaba bir el onu kavradı ve tam dışarıda bir yerde bir tüfek patlayıp, bir mermi mağaranın içinde inleyip taş duvara kinle çarparken yeniden aşağı çekti.
“Yerde kal sahib!” diye homurdandı bir ses Peştuca. İngiliz, mağarada onunla birlikte adamlar olduğunu fark etti. Başlarını ona doğru çevirirlerken gözleri parlıyordu.
Sersemlemiş beyni artık işlerliğini kazanıyor, gördüğü şeyi anlayabiliyordu. Mağara büyük değildi, canlı ay ışığıyla yıkanan, engebeli yamaçlara komşu dar bir yaylaya açılıyordu. Mağara ağzının yaklaşık yüz metre önünde ova dümdüzdü, neredeyse kayalardan temizlenmişti ama ötesine kayalar saçılmış, sel yataklarıyla bölünmüştü. Bu kayalar ve dar geçitlerde de zaman zaman sert patlamaların eşlik ettiği beyaz duman kabartıları tomurcuklanıyordu. Kurşun girişin etrafına çarpıyor, sekiyor, mağaranın içinde kinle sızlanıyordu. Bir yerlerde bir adam, Willoughby’e ağır yaralı olduğunu anlatan kesik nefesler alıyordu. Ay öyle bir açıyla asılıydı ki, mağaranın ortasına yaklaşık beş metrelik beyaz bir çubuk uzatıyordu; o dar şeritte de mağaradakiler için ölüm pusuya yatıyordu.
Her iki tarafta, kuşatmacıların görüş alanını dışında, kısmen de engebeli kayalarla korunarak duvarların yakınında uzanıyorlardı. Ateşe karşılık vermiyorlardı. Zaman zaman başlarını çevirirlerken göz akları karanlıkta ışıldayarak tüfeklerine sarılarak hareket etmeden uzanıyorlardı.
Dışarıdaki ovada bir kalpak bir kayanın bir ucunda dikkatle uzandığında Willoughby konuşmak üzereydi. Mağaradan karşılık gelmedi. Savunucular koyun derisinin büyük ihtimalle bir insan başı yerine bir tüfek namlusuna takılı olduğunu biliyordu.
“Şu iti görüyor musun sahip?” diye fısıldadı karanlıkta bir ses, Willoughby de cevap gelince irkildi. Zira bu neredeyse aksansız bir Peştucayla söylenmiş olsa da bir beyaz adamın sesiydi bu—daha doğrusu, Francis Xavier Gordon’un sesi.
“Görüyorum. O kayanın diğer ucunun arkasından dikizliyor—arkadaşı o şapkayla dikkatimizi dağıtırken, daha iyi bir atış yapmaya çalışıyor. Gördün mü? Orada, yere yakın—başının yaklaşık bir el genişliği kadar üstünde. Hazır mı? Tamam—şimdi!”
Altı tüfek tekleyen bir infilakla patladı ve kayanın arkasında beyaz giyimli biri bir anda yuvarlandı, çırpınarak debelendi ve ay ışığında bükülen kollarını yayarak hareketsiz kaldı. Altı mermiden birinden fazlası açıktaki kafaya çarpmamış da olsa, diye düşündü Willoughby, çok iyi bir atıştı bu. Mağaradaki adamlar gözlerinin üstüne fosfor sürmüştü ve cephane israf etmiyordu.
Yaylımın başarısı, dışarıdan gazap dolu naralardan bir koro tarafından cevaplandı ve mağaranın karşısında bir kurşun fırtınası patladı. Birçoğu içeri girmenin yolunu buldu ve seken bir kurşundan saçılan sıcak metal, yeni arasından Willoughby’in kolunu sızlattı. Fakat mağaradan açılan ateş için kendilerini açığa çıkarmaya gönülsüz nişancılar, hasara yol açmayacak kadar yükseğe nişan alıyordu. Gordon’un adamları zalimce sessizdi, ne görünmeyen düşmanlara kurşun israf ediyor, ne de Afgan savaşçıları için bunca kıymetli olan alaylar ve takazalara yüz veriyordu.
Fırtına hınçlı bir bekleme dönemi için yatıştığında, Willoughby alçak sesle seslendi: “Gordon! Hey, oradasın biliyorum Gordon!”
Bir an sonra bulanık bir beden yanına süründü.
“Sonunda kendine geliyorsun ha Willoughby? İşte şundan bir yudum al.”
İngiliz’in eline bir viski şişesi sıkıştırıldı.
“Hayır, teşekkürler azizim. Galiba ona benden daha kötü durumda birinin ihtiyacı var.” Daha konuşurken, yaralı adamın hırıltılı nefesini artık işitmediğini fark etti.
“Ahmet Han’dı o,” dedi Gordon. “Gitti; bir dakika önce buraya ateş ederlerken öldü. Biz bu mağaraya girerken bedeninden vuruldu.”
“Dışarıdakiler Orakzai mi?” diye sordu Willoughby.
“Kim olacak?”
Başındaki zonklama İngiliz’i sinirlendiriyordu; sağ ön kolu acı verici şekilde berelenmişti ve susuzdu.
“Müsaadenle şunu açığa kavuşturalım Gordon—esir miyim?”
“Duruma nasıl baktığına bağlı bu. Şu anda hepimiz bir mağarada sıkışmış haldeyiz. Kırık kafan için kusura bakma. Fakat sana vuran arkadaş bir Orakzai olmadığını anlamamıştı. Karanlıktı.”
“Ne halt oldu ki zaten?” diye sordu Willoughby. “Süleyman’ı öldürüp beni takip ettiklerini hatırlıyorum—sonra kafama o darbeyi yedim ve kendimden geçtim. Saatlerdir bilinçsiz kalmış olmalıyım.”
“Kaldın. Adamlarımın altısı Minare Boğazı ağzından gelen yol boyunca seni izledi. Seni öldürmeyi deneyeceği aklıma gelmese de Baber Ali’ye güvenmiyordum. Adamlarımdan biri bana yetişip Baber Ali’nin sangarı yönünde gittiğini ve seni dört yerlisiyle bıraktığını anlattığında, Akbar Şatosu’na dönüş yolundaydım. Ghazrael yolunda seni öldürüp suçu benim üstüme atmaya niyetli oldukları sonucuna vardım. Bu yüzden şahsen peşine düştüm.
“Jehungir Kuyusu’nda kamp kurduğunuzda adamlarım onları uzaktan izliyordu, ben de uzakta değildim; korumaların seni öldürmeden yetişeyim diye hızla at sürdüm. Haliyle sizin izlediğiniz açık yolu izlemedim. Güneyden çıkarak geldim. Adamlarım Orakzai’nin Süleyman’ı öldürdüğünü gördü ama bu konuda ellerinden bir şey gelecek kadar yakında değildiler.
“Peşindeki Orakzailerle dar geçide kaçtığında adamlarım seni karanlıkta tamamen kaybetti; sen onların içine düştüğünde ise seni belirlemeye çalışıyorduk. Khoda Han seni tanımadan önce sertçe vurdu. Takipteki üç adama ateş ettiler, o adamlar da peşlerine düştü. Ateş edildiğini işittim; başka biri de öyle; olay mahalline hemen hemen aynı zamanda ulaştık.”
“Ha? O neydi? Kim?”
“Otuz atlıyla dostun Baber Ali! Seni bir ata attık ve ay yükselene dek devam eden bir çatışma oldu. Akbar Şatosu’na dönmeye çalışıyorduk ama onların daha zinde atları vardı ve şafakta bize yetiştiler. Bizi şu düzlükte kuşattılar, yapabildiğimiz tek şey buraya dalıp direnmek oldu. İşte buradayız, o da otuz adamla dışarıda—hizmetkârını öldüren üç kabadayı orada değil. Onları oracıkta vurdu. Biz tepelere at sürerken, silah sesleri ve ölüm ulumalarını işittim.”
“Sanırım ihtiyar alçak öfkesinden pişman oldu,” dedi Willoughby, “Birkaç dakika daha erken gelmemiş olması ne kötü. Zavallı iblis Süleyman’ı kurtarabilirdi. Beni iğrenç bir kargaşadan çekip çıkardığın için teşekkürler azizim. Sakıncası yoksa ben gideyim artık.”
“Nereye?”
“Şey, dışarıya! Ghazrael’e. Önce Baber Ali’ye elbette. O ihtiyar iblise birkaç şeyi anlatmam gerek.”
“Willoughby, salak mısın sen?” Gordon sertçe sordu.
“Gitmeme izin vereceğini düşündüğüm için mi? Şey, belki öyleyim. Ben Kabil’e döner dönmez senin bir kanunsuz olarak ilan edileceğini unuttum değil mi? Fakat beni ebediyen burada tutamayacağını biliyorsun—”
“Bunu denemeye niyetim yok,” cevabını verdi Gordon bir öfke iziyle. “Kafatasın zaten çatlak olmasa, seni hapsetmekle suçladığın için kafanı kırmak isteyebilirdim. Eğer sen bir İngiliz diplomat örneğiysen, Tanrı imparatorluğa yardım etsin!
“Çıktığın anda kurşunla doldurulacağını bilmiyor musun? Baber Ali’nin kelleni benimkinden daha fazla istediğini anlamıyor musun?
“Niye Akbar Şatosu’ndan millerce mesafede bir mağarada El Borak’ı tuzağa düşürdüğünü Afdal Han’a anlatmak üzere, atını çatlatana dek süren birini yollamadı sence? Sana ben söyleyeyim: Baber Ali Afdal’ın işleri ne kadar berbat ettiğini bilmesini istemiyor.
“Uzaklaşıp da seni kabadayılarınca öldürülmeye terk etmek ihtiyar iblisin huyudur; fakat biraz sakinleşince, bundan sorumlu tutulacağını fark etti. Bunu anlamadan önce sangarına yaklaşmış olmalı. Sonra grup atlı aldı ve kendi postu lehine seni kurtarmak için peşinizden takibe başladı ama geç kaldı—onları Süleyman’ın öldürülmesini engellemek için de seni öldürmek için de çok geçti.”
“Ama ne—”
“Onun bakış açısından baksana be adam! Birisinin öldürülmesini önlemek için zamanında oraya varmış olsaydı mesele yoktu. Fakat Süleyman adamları tarafından öldürüldükten sonra seni sağ bırakmaya cesaret edemez. Asıl koşulları öğrenirlerse, İngilizlerin Süleyman’ın ölümünden onu sorumlu tutacağını biliyor. Bir İngiliz tebaasını öldürmenin ne anlama geldiğini biliyor—özellikle de bildiğim kadarıyla Süleyman gibi gizli serviste önemli birini. Fakat seni halledebilirse, seni ve Süleyman’ı benim öldürdüğüme yemin edebilir. Dışarıdaki adamların hepsi Baber’in şahsi takipçileri—o emrederse herhangi birinin boğazını kesecek ve her yalan için yemin edecek kaşarlanmış eski kurtlar. Sen Kabil’e döner de öykünü anlatırsan, Baber’in, Amir, İngilizler ve Afdal Han ile arası bozulur. Bu yüzden çeneni iyice ve hepten kapatmaya kararlı.”
Willoughby, bir an sessiz kaldı, sonra dürüstçe konuştu: “Gordon, fikirlerine fazla saygı duymasam da, sana inanmam gerek. Hepsi makul ve mantıklı gibi geliyor. Fakat lanet olsun be adam, mantık mı algılıyorum, yoksa sadece zekice yalanlardan bir ağa mı dolandım bilmiyorum. Sen kanıt olmadan söylediğin bir şeye inanamayacağım derecede tehlikeli kurnazlıkta birisin Gordon.”
“Kanıt mı?” diye terslendi Gordon sertçe. “Dinle!”
Mağaranın ağzına doğru kıvrılarak kırık bir kayanın arkasına sığındı ve Peştunca bağırdı: “Hey, Baber Ali!”
Dağınık ateşler anında kesildi ve mehtaplı gece nefesini tutar gibi oldu. Baber Ali’nin şüpheden keskinleşmiş sesi karşılık verdi.
“Konuş El Borak! Dinliyorum.”
“Sana İngiliz’i verirsem, benim ve adamlarımın barış içinde gitmesine izin verir misin?”
“Evet, Allah’ın izniyle!” diye geldi hevesli cevap
“Ama Kabil’e dönüp Amir’i aleyhimde zehirlemesinden korkarım!”
“O zaman onu öldür ve kellesini dışarı at,” cevabını attı Baber Ali bir yeminle. “Allah için, o meraklı köpeğe şahsen yapacağımdan başka bir şey değil bu!”
Mağarada Willoughby mırıldandı: “Özür dilerim Gordon!”
“Ee?” İhtiyar Peştun sabırsızlanıyordu. “Benimle oyun mu oynuyorsun El Borak? Bana İngiliz’i ver!”
“Yok, Baber Ali, sözüne güvenmiyorum,” cevabını verdi Gordon.
Kana susamış bir nara ve çılgın bir ateş patlaması kısa görüşmenin neticesine işaret etti ve ani gerilim yatışana dek Gordon parçalanmış kayalardan sığınağına sarıldı. Sonra Willoughby’in yanına süründü.
“Anlıyor musun?”
“Anlıyorum! Bu işte sapına dek seninleyim gibi görünüyor. Fakat Baber Ali bir barış ayarlamayı başaramayışıma niye bu kadar öfkelensin ki—”
“O ve Afdal, aynen seni uyardığım gibi, beni tuzağa düşürmek için ayarladığın herhangi bir ateşkesten yararlanmaya niyetliydi. Seni piyon olarak kullanıyorlardı. Böyle bir şeye başvurmazlarsa, işlerinin bittiğini biliyorlar.”
Bunu, Willoughby’in sorgulamak için kıpırdandığı bir sessizlik dönemi izledi: “Ya şimdi? Bizi açlıktan öldürmelerine dek burada mı kalıyoruz? Ay birkaç saat geçmeden batmış olacak. Bize karanlıkta saldıracaktır.”
“Asla çıkamayacağım bir tuzağa girmem,” cevabını verdi Gordon. “Ayın şu kayalığın arkasına batıp da ışığını mağaradan çekmesini bekliyorum. Orakzailerin bildiğini zannetmediğim bir çıkış var. Mağaranın gerisindeki sadece dar bir yarık. Sen bilincini kazanmadan önce bir av bıçağı ve tüfek dipçiğiyle onu genişlettim. Artık bir adamın arasından süzülmesine yetecek büyüklükte. Dar bir geçidin on beş metre üstündeki bir pervaza çıkıyor. Orakzailerden bir kısmı aşağıdaki çıkıntıyı gözlüyor olabilir ama bundan şüpheliyim. Ovadan oraya dağın ardından dolanan uzun, çetin bir tırmanış olacak. Türban ve kemerlerden yapılan bir iple inip Akbar Şatosu’na gideceğiz. Yaya devam etmeye mecburuz. Sadece birkaç mil var ama yolu dağların üstüne, iblisin kendisi gibi tırmanarak aşmaya mecburuz.”
Ay ağır ağır kayalığın arkasına ilerliyor, gümüş kılıç artık kayalık zeminde parlamıyordu. Mağaradaki adamlar, boz kurtların zalim sabrıyla ayın batmasını bekleyen dışarıdaki adamlar tarafından görülmeden kıpırdayabildi.
“Tamam, gidelim,” diye mırıldandı Gordon. “Khoda Han, yolu göster. Hepiniz yarığa girdiğinde takip edeceğim, bana bir şey olursa sahibi Akbar Şatosu’na götür. Sırtların üstünden gidin; vadilerde şimdiden kurulmuş pusular olabilir.”
“Bana bir silah ver,” diye talep etti Willoughby. Ölü Ahmet Han’ın tüfeği eline tutuşturuldu. Tünel benzeri mağaranın oyuklarında daha derin karanlığın içine süzülürlerken, gölgeli, tamamen görünmez Afridi grubunu izledi. Sandaletleri kayalık zeminde çıt çıkarmıyordu ama botlarının gıcırtısı İngiliz’e gürültülü geliyordu. Arkalarında Gordon giriş civarına uzandı ve ovadaki kayalara yeniden ateş etti.
On beş metre sonra mağara zemini daralmaya ve yukarı meyillenmeye başladı. Üstlerinde, kayalıktaki bir yarığı gösteren bir yıldız zifiri karanlıkta parlıyordu. Uzun bir süredir yokuş çıkıyorlar gibi geldi Willoughby’e, dışarıdaki silah sesleri boğuk geliyor, mağaranın ağzındaki ay ışığı yaması uzaktan ufak görünüyordu. Yamaç, Afridilerin en uzunu kayalık çatıdan sakınmak için başını eğene dek dikleşti. Bir an sonra mağaranın sonuna işaret eden duvara varmış, dar yarıktan göğe bir göz atıyorlardı.
En son Willoughby olmak üzere tek tek aradan sıkıştılar. Bir kara gölgeler kütlesi olan bir geçidin üstüne asılı, yıldız ışığı altındaki bir pervaza çıkmışlardı. Üstlerinde ay ışığını kapatan büyük siyah kayalıklar yükseliyordu; dağın o cephesindeki her şey gölge içindeydi.
Yoldaşları, hızla ve ustaca kemerleri ve çözülmüş türbanları bir ip yapmak için bir araya bağlarken, tabakanın kenarında toplandılar. Bir uç pervazdan atıldı ve adamlar arka arkaya hızla ve sessizce aşağıdaki siyah geçitte kaybolarak indi. Willoughby Khoda Han inerken, Muhammed denilen güçlü bir yerliye ipi tutmakta yardım etti. İnmeden önce Khoda Han başını yarıktan geriye soktu ve sadece El Borak’ın tetikte kulaklarına giden bir sinyal için usulca ıslık çaldı.
Khoda Han aşağıdaki karanlıkta kayboldu, Muhammed, Willoughby inerken ipi tek başına tutabileceğini işaret etti. Arkalarındaki seyrek, boğuk bir silah sesi, Orakzailerin avlarının kaçmakta olduğunun daha farkına varmadığına işaret ediyor gibiydi.
Willoughby kendini çıkıntının üstüne bıraktı, bir bacağını ipe kancaladı ve ondan önce inenlerden kayda değer şekilde yavaş ve daha temkinle indi. Yukarısında dev Afridi bacaklarını geriyor, ipi bir ağaca bağlıymış gibi sıkıca tutuyordu.
Pervazın üstünde Gordon’un mağaradan çıkıp Muhammed’e katıldığını gösteren bir mırıltı sesi işittiğinde Willoughby yolu yarılamıştı. İngiliz aşağı baktı ve geçit zemininde aşağısında duran diğerlerinin bulanık siluetlerini seçti. Gölgelerde bir tüfek patlayıp, kızıl bir alev dili yukarıya fışkırdığında ayakları yerden bir metre yukarıdaydı. Üstünde patlayıcı bir homurtu yankılandı ve ip ellerinde gevşedi. Yere çarptı, dengesini kaybetti, yere kapaklandı, Muhammed düşerken de yana yuvarlandı. Dev tok bir sesle toprağa çarptı, düşerken kendisiyle taşıdığı ip etrafına dolandı. Düştükten sonra hiç kıpırdamadı.
Yoldaşları üstünden koşarak geçerken Willoughby soluk soluğa debelenerek kalktı. Gölgelerde bıçaklar titreşiyor, bulanık figürler yakın dövüş halinde sendeliyordu. Orakzailer bu olası çıkışı biliyordu demek! Adamlar her yanda savaşıyordu. Gordon pervazın kenarına atladı, görünüşe göre nişan almadan aşağı ateş etti ama bir adam homurdandı ve tüfeği Willoughby’nin çizmesine çarparak düştü. Bulanık, sakallı bir yüz karanlıkta bir hayalet gibi hırlayarak yükseldi. Willoughby parmaklarından geçen sarsıntıdan yüzünü buruşturarak, savrulan bir tulwarı tüfeğinin namlusuyla yakaladı ve sakallı yüzün tam ortasına ateş etti.
“El Borak!” diye uludu Khoda Han, vahşi bir hayvan gibi hırlayıp soluyan bir şeyi kesip biçerek.
“Sahibi al ve git!” diye bağırdı Gordon.
Willoughby, Muhammed’in iple düşmesinin Gordon’u on beş metre üstlerindeki pervazda tuzağa düşürdüğünü fark etti.
“Hayır!” Diye bağırdı Khoda Han. “Sana ipi geri atacağız—”
“Git kahrolası!” diye kükredi Gordon. “Tüm güruh her an gırtlağınıza çökecek! Gidin!”
Bir an sonra Willoughby her iki kolundan yakalandı ve palas pandıras karanlık geçitte koşturuldu. İki tarafında adamlar nefes nefeseydi ve ellerindeki ıslak Tulwarlar pantolonlarını lekeliyordu. Uçurumun dibinde, biri korkunç şekilde ezilmiş halde yatan üç figür belli belirsiz ilişti gözüne. Kaçarken kimse yollarını kesmedi. Gordon’un Afridileri, emrine itaat ediyordu; fakat liderlerini geride bırakmışlar, koşarken dişlerinin arasından küfürler hıçkırıyorlardı.


IV​

Gordon hiç vakit kaybetmedi. Bir ip olmadan yukarı veya aşağı tırmanmak suretiyle pervazdan kaçamayacağını biliyordu ve düşmanlarının geçitten pervaza erişebileceği inancında değildi. Yarığa geri kıvrıldı ve her an kuşatmacıların ay ışığındaki ağzın içine aktığını görmeyi bekleyerek mağaradaki bayırdan aşağı koştu. Fakat boştu ve dışarıdaki tüfekler düzensiz atışları sürdürüyordu. Anlaşılan Baber Ali kurbanlarının arkadan bir kaçışa yeltendiğinin farkında değildi. Mutlaka duymuş olması gereken boğuk atışlar da ya ona hiçbir anlam ifade etmemişti ya da bunların muhtemelen El Borak’ın hilesi dışında bir şey olmadığını düşünmüştü. Bir hasmın tehlikeli hilelerle dolu olduğu bilgisi, sık sık gereksiz ihtiyat aşılayan bir engeldir.
Her halükarda, Baber Ali ne mağaraya koşmuş, ne de pusuya yatanları takviye etmek için kayda değer sayıda adamını dağın öbür tarafına yollamıştı, çünkü ateş gücünün şiddeti azalmamıştı. Bu mağaranın arkasında adamlarının varlığından bihaber olduğu anlamına geliyordu. Gordon, stratejik olarak yerleştirildiğini kabul ettiği gücün, sadece kendi inisiyatifleriyle gözcülük yaparak, vadi boyunca kol gezen birkaç başıboş kişi olduğuna inanmaya meyilliydi. Aslında sadece üç adam görmüş, başkalarının da olduğunu varsaymıştı. Saldırı da yanlış zamanlanmış, zayıf şekilde icra edilmişti. Hepsini ne pervazda kapana kıstırmıştı, ne de vadide. Muhammed’i öldüren atış, şüphesiz kendini hedeflemişti.
Gordon hatasını kabul etti, karanlıkta işlerin gerçek hali konusunda kafası karışmış, adamları ipin ucuna bir taş bağlayıp yukarı atmaya yetecek kadar süre güvenle durabilecekken, hemen kaçış emri vermişti. Tamamen kapana kısılmıştı ve bu büyük oranda kendi hatasıydı.
Fakat bir avantajı vardı. Baber mağarada tek başına olduğunu bilmiyordu. Willoughby’nin Akbar Şatosu’na takip edilmeden varacağına inanmak için her türlü neden vardı. Ovanın içine ateş etti ve tüfeği omzunda, mağara ağzına yakın kayaların arkasına rahatça yerleşti.
Ayın aydınlattığı yayla, kayaların arkasından yünlü kıvrımlar halinde çiçek açan gri beyaz duman bulutları haricinde saldırganlara dair bir emare göstermiyordu. Fakat havada gergin bir beklenti vardı. Ay, sarkan kayalığın altında görülebiliyordu; bir dağ duvarının yekpare siyahlıkta kütlesi, üstünde kızıl, eğri bir boynuz halinde duruyordu. Birkaç dakika içinde ova karanlığa gömülecek, sonra da Baber’in mağaraya saldırması kaçınılmaz olacaktı.
Yine de Baber, ayın batışını izleyen karanlıkta, tutsakların özgürlük için bir firar girişiminin beklenebileceğini biliyor olsa gerekti. Şimdiden ovaya yayılmış geniş bir kordonu olduğu ve hattın hızla mağara ağzında birleşeceği kesindi. Gordon ay battıktan sonra ne kadar beklerse, kapanan yarım çember arasından süzülmek o kadar zor olacaktı.
Daha batan ayın son ışığında araziyi incelerken parmakları ve dişleriyle mermileri kartuşlardan çekip, tüfeğin namlusuna boşaltmaya başladı. Yayla, mağara ağzının açıldığı kayalığa komşu duvardan hızla genişleyen kaba bir yelpaze biçimindeydi. Ovanın yaklaşık çeyrek mil ötesine, Orakzailerin atlarının bağlı olduğunu bildiği bir boğaz ağzı görünüyordu. Onları en azından bir adam koruyordu muhtemelen.
Ova, mağara ağzının önünde yaklaşık yüz metre kadar düz ve çıplak uzanıyordu ama yaklaşık on beş metre ötede, sağ tarafta ovanın ortasında aniden başlayıp, dolana dolana sağ taraftaki kayalıklara uzaklaşan derin, dar bir sel yatağı vardı. Bu dar vadiden hiç ateş edilmemişti. Orada bir Orakzai gizlenmişse, Gordon ve adamları mağaranın gerisindeyken içine girmişti. Kuşatmacılar için, savunucu silahları altında yaklaşamayacakları kadar yakındı mağaraya.
Ay batar batmaz, Gordon, mağaraya koşan Orakzailerden sakınarak çıkıp, ovanın karşısına ilerlemeyi denemeye niyetliydi. Başarının kesin zamanlamaya ve epey bir şansa bağlı olduğu nazik bir durum olacaktı. Ancak başka seçeneği yoktu. Bir kez kayalar ve sel yataklarının arasına vardı mı bir şansı olurdu. En büyük risk, karanlık ağza yönelik otuz tüfeğin önünde mağaradan kaçarken vurulmak olurdu. Tüfek namlusunu kırık fişeklerden döktüğü barutla doldurduğu ve namluyu mağara zemininde bulduğu büyük, şekilsiz bir kurşunla tıkadığında buna karşı teçhiz edilmiş oldu.
Ay batar batmaz, her yönden yılanlar gibi kıvrılarak geleceklerini, son birkaç metreyi umutsuz bir koşuyla aşacaklarını biliyordu—silahlarını yakın mesafeden boşaltıncaya dek ateş etmeyecek, yaylımların ardından çıplak çelikle içeri akın edeceklerdi. Fakat otuz çift keskin gözün girişe odaklanmış olması ve oradan fırladığı görülen her bulanık silueti bir yaylımın karşılaması gerekirdi.
Ay, yaylayı, yıldızların solgun ışığıyla ancak birazcık azaltılan bir karanlığa gömerek battı. Yaylanın dışında Gordon sadece ustura keskinliğinde kulakların yakalayabileceği, çok az anlaşılabilen sesler işitti: taşta derinin sürtünüşü, hafif çelik çınlaması, ayağın altındaki bir çakıl tanesinin takırtısı.
Siyah mağara ağzında doğrularak tüfeğini kurdu, bir an dimdik durarak dipçiği önde olmak üzere, sol tarafa, atabildiği kadar uzağa fırlattı. Doldurulan barut ağır namluyu parçalayarak patlarken, çelik tabanlı dipçiğin taşta çınlaması, kör edici bir ateş parıltısı ve sağır edici bir patlama tarafından boğuldu; parıltıyı izleyen yoğun karanlıkta da Gordon mağaradan çıktı ve sağındaki dar geçide koştu.
Tüfekler o şaşırtıcı patlamanın peşinden gümlese de hiçbir mermi gelmedi peşinden. Planladığı gibi beklenmedik bir bölgeden gelen şaşırtıcı infilak düşmanlarının kafasını karıştırmış, dikkatlerini mağara ağzı ve oradan hızla kaçan bulanık figürden öteye çevirmişti. Adamlar hayretle uluyor, rastgele, mantıksızca parıltı ve gümbürtü yönünde ateş ediyordu. Onlar uluyup ateş ederken Gordon sel yatağına vardı, yürüyüşünü neredeyse durdurmadan içine daldı—ve homurdanıp onunla kapışan bulanık bir siluete tosladı.
Gordon’un elleri anında onu ele verecek bağırışı boğarak kapandı kıllı gırtlağa. Birlikte yuvarlandılar, böyle umutsuz yakın dövüşlerde yararsız olan bir tüfek de Peştun’un elinden düştü. Ovada kargaşa patlak vermişti ama Gordon altındaki kandan kudurmuş vahşiyle uğraşıyordu.
Adam ondan daha uzun ve ağırdı, kasları ham deriden kirişler gibiydi ama avantaj kaplansı beyaz adamdaydı. Sel yatağı zemininde yuvarlanırken Peştun iki eliyle boş yere canını alan parmakları kirişli gırtlağından koparmaya çabaladı, sonra sol eliyle Gordon’un bileğini hala pençeleyerek bir bıçak için kemerini yoklamaya başladı. Gordon sol eliyle adamın gırtlağını bıraktı ve tam bıçağı çekerken öbürünün sağ bileğini yakaladı.
Peştun kurdu andıran kaslarını bir vahşi gibi son raddeye dek zorlayarak sıçrayıp büküldü ama nafile. Ne bıçak bileğini Gordon’un pençesinden kurtarabildi, ne de gırtlağını sakallı çenesi yukarıyı gösterene dek geri büken parmaklardan. Umutsuzca dizini Amerikalının uyluklarına gömmeye çalışarak kendini yana attı ama pozisyon değişikliği Gordon’a aradığı kozu sağladı.
Bir anda El Borak Peştun’un bileğini bir kemiği çatırdatan, vahşi bir güçle büktü ve bıçak adamın uyuşan parmaklardan düştü. Gordon kırık bileği bıraktı, kendi çizmesinden bir bıçak kaptı ve aşağıdan yukarıya doğru vurdu—tekrar tekrar ve tekrar.
Gayrı ihtiyari çırpınışlar kesilip de beden altında gevşeyene dek altındaki kıllı gırtlağı bırakmadı Gordon. Dinleyerek kurbanının üstüne çömeldi. Dövüş, sadece saniyeler sürecek kadar hızlı, şiddetli ve sessiz olmuştu.
Beklenmeyen infilak, saldırganların sinirlerini bozmuştu. Orakzailer sinsice ve sessizce değil, yüksek sesle bağırarak, ateşlerine cevap verilmediğini fark edemeyecek şekilde, rastgele ateş ederek mağaraya koşuyordu.
Kıl payına bağlı sinirler, beklenmedik bir olay tarafından kopartılabilir. Savaşçıların ovanın karşısına hamlesi, bir sığırın tepinişi gibi yankılandı. Bir adam, gayyayı andıran karanlıkta Amerikalı’yı görmeden Gordon’un çömeldiği yerden birkaç metre ötede ayağa fırladı. Arkalarındaki sel yatağında süzülüp, sessizce uzaktaki boğazın ağzına doğru koşarak uzaklaşan bulanık figürü göremeyecek kadar heyecandan çıldıran, karanlık yüzünden kafaları karışmış halde, uluyan, söven, rastgele ateş eden dağlılar mağaranın ağzına akın ediyordu.

V​

Willoughby, dağların üstünden o kaçışı, hırpani goblinler tarafından siyah geçitler arasında, tendon zorlayan yokuşlardan yukarıya ve her iki yanının onu baş dönmesinden bayıltan derinlikler halinde inen bıçak ağzı sırtlarda itilip kakıldığı bir kâbus olarak hatırladı hep. İtiraz, öğüt ve hararetli küfürler, eşlikçilerinin onu götürdüğü uçar gibi yürüyüşü yavaşlatmaya yaramadı, az sonra da itiraz etmeye nefesi kalmadı. Beklenen takibin gerçekleşmemiş görünmesine bile şükretmeye vakit bulamadı.
Can çekişen bir balık gibi kesik kesik soluyor, aşağı bakmamaya çalışıyordu. Afridilerin Gordon’un durumundan ötürü onu suçladığına ve liderlerinin ayrılık emri olmasa onu bir sırttan seve seve atacaklarına dair rahatsız edici bir his içindeydi.
Fakat aynı zamanda aşırı gayret yüzünden de etkili şekilde öldürülmekte olduğunu hissetti Willoughby. İnsani varlıkların böyle bir yolu—daha doğrusu bu yolu izi olmayan araziyi—onun sürüklendiği gibi aşabileceğini hiç tahmin etmemişti. Ay battığında gidiş daha da zorlaştı ama sürekli aşıyor gibi göründükleri, sadece altlarında yüzen siyahlık çukurları olan, merhametsiz ay ışığı tarafından açığa çıkarılan geniş yarıklardan kaynaklanan hastalıklı sersemliklere yol açmadığı için de müteşekkirdi.
Gordon’un fiziksel yeteneklerine duyduğu saygı, bir tür çılgın korku halini aldı, zira Amerikalının dayanıklılık ve tahammülde, yorulmaz bir tür maddeden yapılmış görünen bu uzun bacaklı, fıçı göğüslü dağlılardan bile üstün olduğunu biliyordu. Willoughby yorulmalarını diledi. Onu iki kolunda birer adamla çektiler, gerektiğinde biri çekti, öbürü itti, öyleyken bile bu zahmet onu öldürüyordu. Ter, giysilerini ıslatarak yıkamıştı onu. Bacakları titriyor, baldırları acı verici yumrular halinde düğümleniyordu.
Gordon’un bu demir çeneli barbarlar üzerinde kurduğu hâkimiyet ne olursa olsun, baş döndüren parçalar halinde bunu hak ettiğini düşündü. Fakat çoğunlukla da hiç düşünmüyordu. Yetileri tamamen ayaklarını korumak ve havayı yudumlamakla meşguldü. Korumaları veya onu esir edenlerin—veya işkencecilerin—bir yürüyüş haline dek yavaşladığını fark ettiğinde, alnındaki damarlar neredeyse patlıyor, nesneler etrafında kanlı bir pus halinde yüzüyordu. Tutarsız bir minnettarlık ciyaklaması çıkardı ve şişen gözlerindeki teri silkeleyerek derin bir boğazı bağlayan doğal bir kaya köprünün üstünde uzanan bir yolu izlemekte olduklarını gördü. Önünde, engebeli bir zirve kümesi üstünde, karaltısı yıldızlara karşı belirerek biçimsiz bir şato gibi yükselen büyük, siyah bir kütle görüyordu.
Bir tüfekçinin sert parolası, köprünün öbür ucunda kesik kesik çınladı ve Khoda Han’ın boğayı andıran kükreyişiyle cevaplandı. Yol çıkıntılı bir pervaza çıktı ve ellerinde tüfeklerle yarım düzine hırpani, sakallı hayalet yığılmış kayalardan bir siperin arkasından kalktı.
Willoughby çöküş halindeydi, ölümcül eziyetin bittiğini ancak fark edebildi. Afridiler onu yarım çember halindeki siperin içine yarı taşıdı, yarı sürükledi ve açık duran bir kapı ile kıpkızıl parlayan yekpare kayadan yontulmuş bir eşik gördü. Parıltının eşikten girdiği mağarada yanan bir ateşten geldiğini algılamak bir çaba gerektirdi.
Bu Akbar Şatosuydu demek. Her kolunda bir çift esmer omuzla Willoughby yarıkta ve kısa, dar bir tünelden aşağı, isli meşaleler ve üstünde çay demlenen, et pişirilen ufak bir ateşle aydınlatılan geniş, doğal bir odaya çıkmak üzere sendeleyerek ilerledi. Ateşin etrafında yarım düzine adam oturuyordu ve yaklaşık kırk kişi daha taş zeminde koyun derisi ceketlerine bürünerek uyuyordu. Ana odadaki eşikler, başka tünel açıklıklarına ve hücre gibi oyuklara açılıyor, öbür uçta da şaşırtıcı sayıda at tarafından işgal edilen ahırlar bulunuyordu. Tüfek rafları ve cephane sandığı yığınları, eyerler, battaniye ruloları, gemler ve diğer donanımlar duvarların dibinde yere yığılmıştı.
Ateşin etrafındaki adamlar İngiliz’e ve korumalarına sorgular gibi bakarak ayağa kalktı, yerdeki adamlar da uyandı ve gün ışığı yüzünden şaşırmış hayaletler gibi gözlerini kırparak oturdu. Uzun boylu, geniş omuzlu bir külhanbeyi, mağaraya açılan en geniş eşikten uzun adımlarla geldi. Grubun önünde, oradaki herkesten yarım baş daha yukarıya yükselerek durdu, başparmaklarını kemerine taktı ve meşum bir şekilde bakındı.
“Kim bu Feringi?” diye hırladı şüpheci sesle. “El Borak nerede?”
Eşlikçilerinden üçü endişeyle geri çekildi ama Khoda Han yerinde kaldı ve cevapladı. “Bu El Borak’ın Şeytan Minaresi’nde buluştuğu sahip Willoughby, Yar Ali Han. Onu öldürecekken Baber Ali’den kurtardık. Yar Muhammed’in üç yaz önce gri kurdu vurduğu mağarada köşeye sıkıştık. Bir yarıktan kaçtık ama ip düştü, El Borak da on beş metre üstümüzdeki bir pervazda kaldı ve—”
“Allah,” Bir manyağa dönüşmüş gibi görünen Yar Ali Han’dan kan donduran bir naraydı bu. “Köpekler! Onu ölmeye bıraktınız! Kahrolasılar! Tanrı’yı unutanlar! Ben—”
“Bize bu İngiliz’i Akbar Şatosu’na getirmemizi emretti,” Khoda Han inatla sürdürdü. “Sakallarımızı yolduk, ağladık ama itaat ettik!”
“Allah! Yar Ali Han bir enerji kasırgasına dönüştü. Tüfeğini, omuz fişekliğini ve yularını kaptı. “Atları getirin ve eyerleyin!” Kükredi ve bir düzine adam koşturdu. “Çabuk! El Borak’ı kurtarmak için benimle kırk adam! Kalanlar Şato’yu tutsun. Komutayı Khoda Han’a bırakıyorum.”
“Cehennemin komutasını iblise bırak,” dedi Khoda Han kâfirce. “El Borak’ı kurtarmak için seninle geliyorum—yoksa tüfeğimi karnına boşaltırım.”
Üç arkadaşı da avaz avaz benzer niyetleri ifade etti—savaş ve tüm gece süren kaçışın ardından, şefleri uğruna tehlikeye dönmek için aç kurtlar kadar istekliydiler.
“İster gidin ister kalın, umurumda değil!” diye uludu Yar Ali Han tutkuyla sakalından bir avuç yolarak. “El Borak öldürülmüşse, Peygamber’in sakalı ve ayaklarım adına, bunu ödeteceğim size! Kahrolası gırtlaklarınızdan aşağı bir tüfek dipçiği sokmazsam, Allah beni çürütsün—köpekler, çakallar, burunsuz çirkinler, çabuk atlara!”
“Yar Ali Han!” Uzun Afridi’nin ilk çıktığı kemerin ötesinden bir bağırıştı bu. “Birisi hızla at sürerek vadiden çıkıyor!”
Yar Ali Han kana susamış bir sesle bağırdı ve atları eyerlemek için görevlendirilen adamlar haricinde peşinden koşturan herkesle tüfeğini sallayarak tünele koştu.
Gordon’un vekilinin hazırladığı tımarhanede, Willoughby Peştunlar tarafından unutulmuştu. Bu cılız dev ve çılgın öfkesine dair anlatılan öyküleri hatırlayarak peşlerinden topalladı. Hırpani kalabalığın aktığı tünel, şafağın gri ışığının sokulduğu bir ağza açıldığında, on beş metreden az gitmişlerdi. Afridiler buradan akıyordu, Willoughby de onları izleyerek otuz metre genişliğinde, elli metre derinliğinde, bir evin balkonunu andıran geniş bir pervaza çıktı.
Buranın yarı çember biçimli kasnağının çevresinde, aşağı meyilli gözetleme delikleriyle delik deşik, omuz yüksekliğinde kocaman, insan yapımı bir duvar uzanıyordu. Duvarda, ağır, bronz bir kapıyla kapatılan kemerli bir aralık vardı, şu anda açık duran bu kapıdan da masif taştan oyulmuş geniş, sığ basamaklardan bir dizi, yüz metre aşağıdaki geniş bir vadinin zeminine dek dolana dolana eğimlenen bir patikaya iniyordu.
Mağaranın bulunduğu kayalıklar, doğuya açılan vadinin batı ucunu kapatıyordu. Vadide sisler asılıydı, onlardan da şafağın solgunluğunda hayalet gibi büyüyen bir atlı—rüzgâr gibi bindiği büyük beyaz at üstünde bir adam—uçarcasına geliyordu.
Yar Ali Han bir an vahşice baktı, sonra tüfeğini başının üstüne fırlatarak, tüm bedeninin sarsıntılı bir sıçrayışıyla öne koştu.
“El Borak!” diye kükredi.
Narasıyla gerilen adamlar, duvara doğru dalgalandı, içeride atlarını eyerleyenler işlerini terk etti ve pervaza koştu. Bir anda tüfeklerini kavrayıp, anında takipçilerin görünmesini bekledikleri, uçan süvarinin ardında dalgalanan beyaz sislere bakan gergin bedenler duvara dizildi.
Bir tarafta, bir tiyatro izleyicisi gibi duran Willoughby, bu vahşilerin bağlılıklarını kazanan adamı selamladığı vahşi sevincin görüntü ve sesinden damarlarında bir ürperti hissetti. Gordon palavracı bir maceracı değildi; âdemoğullarının hakiki bir şefiydi; bunun kendi işini çok daha zor hale getireceğini fark etti Willoughby.
İncelen sislerde takipçiler görünmedi. Gordon atını yokuştan, geniş basamaklardan çıkmaya zorladı, kemerin altından başını eğerek geçerken yükselen alkış kükremesi bir kralın kanını kaynatacak türdendi. Peştunlar ellerinden, giysilerinden tutarak, sağ salim olduğu için Allah’a dualar bağırarak etrafına üşüştü. Onlara sırıttı, eyerden atladı, dizginleri en yakın adama fırlattı, Yar Ali Han, gücenen savaşçıya öfkeli bir bakış atarak kıskanmış gibi onları adamın elinden kaptı.
Willoughby öne çıktı. Lekeli, yırtık giysiler içinde korkuluk gibi göründüğünü biliyordu ama Gordon da gömleğinde kuruyan, ellerini sildiği pantolonuna bulaşan kanla, bir kasaba benziyordu. Fakat yaralanmışa benzemiyordu. İlk kez olarak Willoughby’e gülümsedi.
“Zorlu yolculuk ha?”
“Sadece dakikalar önce vardık buraya,” Willoughby kabul etti.
“Kestirmeden geldin. Ben uzun yoldan geldim ama Baber Ali’nin atında epey zaman kazandım,” dedi Gordon.
“Vadideki olası pusulardan bahsettin—”
“Evet. Fakat at sırtında bu riski alabilirdim. Bir kez ateş edildi ama ıskaladılar. Sabahın erken pusunda düzgün nişan almak zordur.”
“Nasıl kurtuldun?”
“Ay batana dek bekledim, sonra kirişi kırdım. Mağaranın önündeki sel yatağında bir adamı öldürmeye mecbur kaldım. Onu bıçakladığımda tamamen birbirimize sarılmış haldeydik, bu kan oradan geliyor. Orakzailer boş mağaraya saldırırken Baber’in atını çaldım. Sürüyü bir kanyondan aşağı kovaladım. Onları koruyan adamı vurmam gerekti. Baber nereye gittiğimi tahmin edecektir elbette. O ve adamları atlarını yakalayabilecekleri kadar süratle peşime düşecektir. Şatoyu kuşatacaklarından şüpheleniyorum ama sadece zamanlarını israf etmek olur bu.”
Willoughby sabahın artan ışığında etrafına bakınca, istihkâmın gücünden etkilendi. Tüfekli biri kendisinin getirildiği girişi tutabilirdi. Yarığı, arkasındaki Şatoya bağlayan o dar köprüden ilerlemeye yeltenmek intihar olurdu bir düşman için. Yeryüzündeki hiçbir güç de Gordon’un tüfekleri önünde bu taraftaki vadiden yukarı yürüyemez, o merdivenden tırmanamazdı. Mağarayı da kapsayan dağ, etraftaki irtifalar üzerinde kocaman, taş bir hisar gibi yükseliyordu. Vadiyi saran uçurumlar müstahkem pervazdan alçaktı, orada sürünen adamlar yukarıdan bir ateşe maruz kalırdı. Başka yönden saldırı gelemezdi.
“Burası aslında Afdal Han’ın arazisi,” dedi Gordon. “Adının da gösterdiği gibi bir Moğol karakolu olarak kullanılıyordu. İlk olarak bizzat Akbar tarafından tahkim edildi. Ben almadan önce Afdal Han tutuyordu onu. Kurram için en iyi güvencem bu.
“Her iki tarafta, uzak köyler yakıldıktan sonra tüm halkım, tıpkı Afdal’ın Khoruk’ta yaptığı gibi Kurram’a sığındı. Kurram’a saldırmak için Afdal, Akbar Şatosu’nu geçmek ve beni arkada bırakmak zorunda. Bunu yapmaya cüret edemez. Barış istemesinin nedeni bu—beni Şato’dan çıkarmak. Benim pusuya düşürülür ve öldürülür ya da Kurram’da kuşatılmış olursam, arkasından Khoruk’u yakmam veya onu kendi bölgemde pusuya düşürmemden korkmadan tüm gücüyle Kurram’a saldırmakta serbest kalacak.
“Kendi postuna çok dikkat eder. Ona defalarca kez adam adama dövüşmek için meydan okudum ama aldırış etmiyor. Kan davası başladığından beri yanında yüz adam yokken Khoruk’tan hiç ayrılmadı—buradakileri ve Kurram’da kadın ve çocukları sayarsam, sahip olduğum tüm güç kadar.
“Bunca ufak bir grupla müthiş tahribat yaptın,” dedi Willoughby.
“Ülkeyi tanıyorsan, sana güvenen adamların varsa ve hareket halinde kalıyorsan zor değil. Geronimo bir avuç Apaçiyle bir orduyu yendi, ben onun ülkesinde büyüdüm. Sadece onun taktiklerini benimsedim. Bu kaleyi ele geçirmek, nihai zaferimi garanti için tam ihtiyaç duyduğum şeydi. Afdal’ın benimle karşılaşacak cesareti olsa kan davası sona erdirilirdi. O şef, diğerleri sadece onu izliyor. Böyle giderse tüm Khoruk klanının kökünü kazımak zorunda kalabilirim. Fakat onu ele geçireceğim.
Konuşurken kara alev Gordon’un gözlerinde titreşti ve Willoughby yeniden temelden yalın, amansız bir kararlılık darbesi hissetti yeniden. İçinden yeniden kan davasına kendisinin, kendi usulünce ve Afdal Han sağken son vereceğine yemin etti; gerçi nasılı konusunda en ufak fikri yoktu şu anda.
Gordon ona yakından baktı ve öğütledi: “Biraz uyusan iyi olur. Baber Ali’yi tanıyorsam, doğruca peşimden Şato’ya gelecektir. Onu alamayacağını bilir ama her halükarda deneyecektir. Onu izleyen ve başka kimseden—Afdal Han’dan bile—emir almayan en azından yüz adamı var. Silah atışları başladıktan sonra pek uyuma şansın olmayacak. Biraz bitkin görünüyorsun.”
Willoughby, Gordon’un yorumunun doğruluğunu fark etti. Kül rengi zirvelere sokulan şafağın ak çizgisinin görüntüsü, gözlerini karşı konulmaz bir mahmurlukla ağırlaştırıyordu. Zar zor mağaranın içine sendeledi ve kızarmış koyun eti kokusunun onu uyanık tutacak cazibesi olmadığı tecrübeyle sabit oldu. Birileri onu bir battaniye yığınına yönlendirdi ve aslında daha uzanmadan uykuya dalmıştı.
Gordon uyuyan adama gizemli bir şekilde baktı, Yar Ali Han da sessizce ve lagar, gri bir kurt kadar sakince geldi: kısacık bir saat önce, duygusal çalkantı kasırgasıyla mağaradaki her şeyi kasıp kavuranın o olduğuna inanılması zordu.
“O bir dost mu sahib?”
“Kendisinin farkında olduğundan daha iyi bir dost,” oldu Gordon’un zalim, gizemli karşılığı. “Bence Afdal Han’ın dostları, Geoffrey Willoughby’in bu tepelere geldiği güne lanet okuyacak.”


VI​

Yeniden tüfeklerin kindar patlaması oldu Willoughby’i uyandıran. Bir an kafası karışmış halde, nerede olduğunu da, nasıl geldiğini de hatırlayamadan oturdu. Sonra geceki olayları hatırladı. Bir haydut şefinin kalesindeydi, o patlamalar da Gordon’un öngördüğü kuşatma demek olmalıydı. Öbür uçtaki parmaklıkların ardında yemlerini çiğneyen atlar haricinde büyük mağarada yalnızdı. Aralarında Baber Ali’ye ait olan büyük, beyaz aygırı fark etti.
Ateş, bir köz yığını halinde sönmüş, tünel aralıklarını açık havayla bağlayan bir çift kemerden sokulan gün ışığı, yarım düzine antika görünüşlü bronz lamba tarafından arttırılıyordu.
Kömürlerin üstünde bir koyun yahnisi tenceresi kaynıyor, yanında da bir tabak dolusu gözleme duruyordu. Willoughby kurt gibi acıktığını hissetti ve gecikmeden yumuldu. Karnını doyurup, yakınlarda asılı duran tatlı, soğuk su dolu büyük bir kabaktan kana kana içince kalktı ve Şato’ya ilk girdiği tünele seğirtti.
Neredeyse ağzın yanında uyumsuz bir nesnede tökezliyordu. Bir üçayak üstüne dikilmiş, görünüşe göre modern ve pahalısından büyük bir teleskoptu bu. Pervaza bir bakış, sadece yarım düzine savaşçının sipere karşı, tüfekleri dizlerinde oturduğunu gösterdi. Derin boğazı aşan taş şeride baktı ve karanlıkta onu nasıl geçtiğini hatırlayınca ürperdi. Yer yer neredeyse otuz santim genişliğindeydi. Geri döndü, mağarayı aştı ve öbür tünele geçti.
Dış ağızda durdu. Pervazı çevreleyen duvara gözetleme deliklerinde diz çöken veya uzanan Afridiler sıralanmıştı. Ateş etmiyorlardı. Gordon, başı aşağıdaki vadide bulunması muhtemel birinin görüş alanında, bronz kapıya aylak aylak yaslanıyordu. Willoughby ilerleyip, kapıda ona katılırken selam olarak kafasını salladı. İngiliz yeniden kuşatılan bir gücün üyesi olarak buluyordu kendini, fakat bu kez tüm avantaj savunuculardaydı.
Aşağıdaki vadide, etkili tüfek menzili dışında, uzun bir çatışma hattı halinde gelirken ateş ede ede, her sığınak parçasının avantajından yararlanan adamlar yaya olarak ağır ağır ilerliyordu. Daha geride, mesafe yüzünden ufak görünen büyük bir at sürüsü otluyor, kayalığın gölgesinde bağdaş kurarak oturan adamlar tarafından izleniyordu. Güneşin pozisyonu, günün öğleden sonranın ortalarına geldiğini gösteriyordu.
“Zannettiğimden uzun uyumuşum,” diye belirtti Willoughby. “Ateş ne kadar zamandır devam ediyor?”
“Öğleden beri. Rus mermilerini rezilce israf ediyorlar. Fakat sen ölü gibi uyuyordun. Baber Ali, benim umduğum kadar çabuk gelmedi. Anlaşılan daha fazla adam toplamak için durdu. Aşağıda en az yüz kişi var.”
Saldırı apaçık nafile göründü Willoughby’e. Pervazdaki adamlar uzak tüfek menzilinden açılan ateşten zarar görmeyecek kadar iyi korunuyordu. Saldırganlar gözetleme deliklerini seçmeye yetecek kadar yakına gelemeden, Afridi mermileri onları kukalar gibi devirirdi. Uçurumdaki kayalar arasında sürünen adamlar ilişti gözüne, fakat aşağıdaki vadideki adamlar kadar dezavantajlıydılar onlar da—Gordon’un tüfeklileri, onlara hâkim bir bakış açısına sahipti.
“Baber ne umabilir ki?” diye sordu.
“Umutsuzluğa kapılmış. Senin yanımda olduğunu biliyor ve binde birlik bir risk alıyor. Fakat zamanını boşa harcıyor. Altı aylık bir kuşatmaya karşı koymaya yeterli cephane ve yiyeceğim var; mağarada bir pınar da var.”
“Afdal Han gücünün kalanıyla Kurram’a saldırırken, adamlarından bir kısmıyla niye seni burada sarılı halde tutmuyor?”
“Çünkü Kurram’a saldırmak tüm gücünü gerektirir; onun savunması da neredeyse burası kadar sağlam. Sonra beni arkasında bırakmaya korkar. Adamlarının beni kafeste tutamaması çok büyük bir risk. Kurram’a saldırmadan, Akbar Şatosu’nu ele geçirmesi gerek.”
“Kahretsin!” dedi Willoughby kendi durumuna geri dönerek. “Bu husumete arabuluculuk için geldim şimdi de kendimi bir tutsak olarak buluyorum. Buradan çıkmam gerek—Ghazrael’e dönmeliyim.”
“Senin gitmen gerektiği kadar çıkışın için de kaygılıyım ben,” diye cevapladı Gordon. “Eğer öldürülürsen bunun için suçlanacağım kesin. Yaptıklarım yüzünden kanunsuz sayılmak umurumda değil ama yapmadığım bir şeyi üstlenmek istemem.”
“Bu gece buradan sıvışamaz mıyım? Köprü yoluyla—”
“Boğazın öbür tarafında, tam da böyle bir hareketi bekleyen adamlar var. Baber Ali, elinden gelirse ağzını kapamak istiyor.”
“Afdal Han neyin olup bittiğini bilse, gelir ve ihtiyar alçağı ümüğümden çeker,” diye homurdandı Willoughby. “Afdal, aşiretinin bir İngiliz’i öldürmesine izin verecek güçte olmadığını bilir. Fakat Afdal’ın bilmezse, Baber’in bu umurunda olmaz tabii ki. Ona bir mektup ulaştırabilsem—ama bu imkânsız elbette.”
“Yine de deneyebiliriz,” diye cevap verdi Gordon. “Sen notu yaz. Afdal el yazını tanır değil mi? Güzel. Bu gece dışarı sızıp, onu en yakın karakola götürürüm. Jehungir Kuyusu’nun birkaç mil ötesindeki tepeler arasını bir devriye hattı tutuyor.”
“Ama ben kaçamazsam, sen nasıl—”
“Bunu tek başıma pekâlâ yapabilirim. Gücenme ama siz İngilizler, en sessiz halinizde bile bir uzun boynuz sürüsü gibi ses çıkarırsınız. Kayalıklar arasındaki Orakzailer, Mekram Boğazı’nın öbür tarafında. Köprüyü geçmeyeceğim. Adamlarım bu gece ay yükselmeden önce beni bir ip merdivenle boğazın içine indirecek. En yakın karakolun kampına dek süzülüp, notu bir çakıl taşına saracak ve aralarına atacağım. Baber’in değil, Afdal’ın adamları olduklarından, notu ona götüreceklerdir. Ay battıktan sonra gittiğim yoldan döneceğim. Oldukça güvenli bu.”
“Fakat Afdal Han bana geldiğinde nasıl güvende olacak?”
“Afdal Han’a, adil oynarsa zarar görmeyeceğini anlatabilirsin,” cevabını verdi Gordon. “Fakat seni görebilmesi ve sen kendini bu mağaranın dışına emanet etmeden önce, orada olduğunu anlaması için birtakım ayarlamalar yapsan iyi olur. Sorun da burada, çünkü Afdal onu vuracağımdan korktuğundan kendini göstermeye cesaret edemez. Şahsen o kadar çok anlaşma bozdu ki, kimsenin uyacağına inanamıyor. Postu söz konusuyken olmaz. Baber ile maiyetin söz konusuyken sözüme güvendi ama kendini sözüme emanet eder mi?”
Willoughby piposunun haznesini sıkıştırarak kaş çattı. “Dur hele!” dedi birden. “Mağarada bir üçayak üstünde kurulu bir teleskop var—çalışır durumda mı o?”
“Öyle olduğunu söyleyebilirim. Onu Almanya’dan, Türkiye ve İran üzerinden getirttim. Akbar Şatosu’nun hiç hazırlıksız yakalanmamasının bir nedeni o. Kilometrelerce ötesini görür.”
“Afdal bunu biliyor mu?”
“Eminim biliyordur.”
“Güzel!”
Pervaza yerleşen Willoughby, kalem ve defter çıkardı, ikinciyi dizine koydu ve açık, veciz şekilde yazdı:

“AFDAL HAN: Ben, Akbar Şatosu’nda, şu anda amcan Baber Ali tarafından kuşatılmış haldeyim. Baber bir ateşkes sağlamakta başarısızlığıma o kadar mantıksız şekilde kızdı ki, hizmetkârım Süleyman’ın öldürülmesine izin verdi, şimdi de ağzımı kapatmak için beni öldürmeyi planlıyor.
Bunun gerçekleşmesinin grubunun çıkarları için ne kadar ölümcül olacağını hatırlatmama hacet yok. Senden Akbar Şatosu’na gelmeni ve beni çıkarmanı istiyorum. Gordon, adil oynarsan taciz edilmeyeceğine dair bana güvence veriyor, fakat burada herhangi bir riske girdiğini hissetmene lüzum bırakmayan bir yol var. Gordon’un, hala tüfek menzili dışındayken seni teşhis edebilmeme yarayacak büyük bir teleskobu var. Mekram Boğazı’nda, Şato’nun güneybatısında sağ duvardan ayrılmış ve Şato’nun tüfek menzilinden epey dışarıda bir kaya yığını var. Eğer gelir de o kayaların üstünde durursan, seni kolayca teşhis edebilirim.
Haliyle, beni amcandan korumak için orada olduğunu bilene dek Şato’dan ayrılmayacağım. Seni teşhis eder etmez tek başıma boğaza ineceğim. Beni tüm yol boyunca izleyebilir, herhangi bir kalleşliğe niyetlenilmediğinden emin olabilirsin. Şato’dan benim haricimde kimse ayrılmayacak. Senin taraftan, adamlarından hiç birinin kayaların ötesine ilerlemesini istemiyorum ve bu işte senin kadar Gordon’u da korumak istediğimden, gerekirse onların güvenliği için cevap vermeyeceğim.
GEOFFREY WİLLOUGHBY.


Mektubu okuması için Gordon’a uzattı.
Amerikalı başını salladı. “Bu onu getirebilir. Bilmiyorum. Kan davası başladığından beri görüş alanımdan uzak kaldı.”
Sonra, güneşin batı zirvelerine yavaşça sürünür gibi göründüğü bir bekleme dönemi başladı. Vadinin aşağısında ve kayalıklardaki Orakzailer, Gordon’un o mühimmatın bir tür Avrupalı güç tarafından ikmal edildiği iddiasının gerçekliğine Willoughby’i ikna eden bir ısrarla neticesiz ateşlerini devam ettirdi.
Afridiler tedirgin değildi. Duvarın yanına rahatça uzanıyor, gülüyor, şaka yapıyor, kurutulmuş sığır eti çiğniyor, Orakzailer çok yakına sokulunca da eğimli gözetleme deliklerinden ateş ediyorlardı. Vadideki hareketsiz üç beyaz giyimli beden ve kayalıklardaki bir başkası isabetlerinin kanıtıydı. Willoughby, Gordon’un Akbar Şatosu’nu tutan aşiretin neticede savaşı kazanmasının kesin olduğunu söylerken haklı olduğunu fark etti. Sadece Baber Ali gibi gözü kara, ihtiyar bir vahşi onu ele geçirmeye çalışarak zaman ve insan israf ederdi. Yine de aslında Orakzailer tutuyordu onu. Willoughby, Gordon’un onu nasıl ele geçirdiğini hayal edemedi.
Güneş sonunda batmış, Himalaya alacakaranlığı siyah kadifeden, yıldız peçeli karanlığın içine doğru derinleşiyordu. Gordon yıldız ışığında bulanık bir figür halinde doğruldu.
“Benim için gitme vakti.”
Tüfeğini bir tarafa bıraktı ve beline bir tulwar kuşandı. Willoughby, şu anda bronz lambaların ışığında loş ve gölgeli olan büyük mağara ve dar tünelden kapıya dek onu takip etti.
Yar Ali Han, Khoda Han ve yarım düzine başkası takip ediyordu onları. Işık, hareketli insan bedenlerini belli belirsiz belirginleştirerek sokuluyordu mağaradan tünele. Sonra bronz kapı usulca kapatıldı ve Willoughby’in yoldaşları etrafındaki koyu, yumuşak karanlıkta biçimsiz bulanıklıklara dönüştü. Aşağıdaki boğaz, yüzen bir siyahlık nehriydi. Köprü meçhule uzanan ve kaybolan karanlık bir çizgiydi. Boğazın ötesinden seyreden tepelerin en keskin gözleri bile Şato’nun siyah kütlesi altında geçtim üstündeki adamların hareketlerini, pervazın çıkıntısını bile seçemiyordu.
Pervazın kasnağında çalışan adamların sesleri, gece yelinin fısıltısı kadar alçak ve fısıltılıydı. Willoughby, boğaza indirdikleri ip merdiveni—elli metrelikti—görmekten ziyade algıladı. Gordon’un yüzü karanlıkta hafif bir bulanıklıktı. Willoughby, elini sıkmak için uzandı ve çoktan siperin üstünden, bir ucu pervazın taşına çakılı büyük bir demir halkaya sıkıca bağlanan merdivene salındığını gördü.
“Gordon, bu riski benim için üstlenmene izin verdiğimden sütü bozuk biri gibi hissediyorum kendimi. Ya şu iblislerden bazıları aşağıdaki boğazın içindeyse?”
“Pek mümkün değil. Bu geliş-gidiş yolumuzu bilmiyorlar. Bir at çalabilirsem, şafaktan önce Şato’ya dönmüş olurum. Çalamazsam ve tüm yolu yaya olarak gidip dönmek zorunda kalırsam, yarın tepelerde gizlenmem ve Şato’ya yarın gece dönmem gerekebilir. Benim için endişelenme. Beni hiç görmeyecekler. Yar Ali Han, Ay yükselmeden önce bir saldırıya dikkat et.”
“Tamam sahib.” Sakallı devin rahat tavrı Willoughby’e güven verdi.
Bir an sonra Gordon aşağıdaki karanlığa karışmaya başladı. Daha beş basamak inmeden, siperde çömelen adamlar onu göremez oldu. İnerken çıt çıkarmıyordu. Khoda Han bir eli ipte diz çöktü ve gevşediğini hisseder hissetmez merdiveni çekmeye başladı. Willoughby, aşağıdan bir ses—deri gıcırtısı, çakıl takırtısı—yakalamak için kulaklarını zorlayarak pervazın üstünden eğildi ama hiçbir şey işitmedi.
Yar Ali Han, sakalını Willoughby’in kulağına sürterek mırıldandı: “Hayır sahib, seninki gibi kulaklar onu duyabilse, dağın bu tarafındaki her Orakzai boğazdan bir adamın gizlice indiğini anlardı! Onu işitmeyeceksin—onlar da. İngiliz askerlerinin çadırlarından tüfek çalabilen Hayber yankesicileri bile El Borak’a kıyasla sakar sığırlardır. Şafaktan önce boğazda bir kurt uluyacak, biz de El Borak’ın döndüğünü anlayıp ip merdiveni onun için indireceğiz.”
Fakat diğerleri gibi dev Afridi de merdiven çekildikten sonra yaklaşık on beş dakika kadar dikkatle dinleyerek siperin üstüne eğildi. Sonra bir işaretle diğerlerine döndü ve bronz kapıyı araladı. Alelacele aradan sokuldular. Boğazın karşısındaki siyahlığın içinde bir yerde bir tüfek ilgisiz bir şekilde patladı ve kurşun kapının üst sövesinin bir ayak kadar üstüne çarptı. Kayalıklar arasındaki bir tür çevik göz, surlara rağmen, açılan kapının parıltısını yakalamıştı. Fakat rastgele bir atıştı bu. Nöbetçiler pervazda kaldı ve karşılık vermediler.
Vadiye hâkim pervazın gerisinde Willoughby, gözetleme deliklerindeki savaşçılar arasında bir beklenti havası olduğuna dikkat etti. Her an Gordon’un onları uyardığı saldırıyı bekliyorlardı.
“Gordon, Akbar Şatosu’nu nasıl ele geçirdi?” diye sordu Willoughby, diğer suskun savaşçıların hepsinden fazla sorulara hazır görünen Khoda Han’a.
Afridi, dipçiği pervaza dayayarak, tüfek elde açık bronz kapının önünde, onun yanına çömeldi. Üstlerinde Himalaya gecesinin mavi siyah kâsesi buzlu gümüş kümeleriyle beneklenmişti.
“Yar Ali Han’ı kırk atlıyla Baber Han’ın sangarına bir aldatmaca yapmaya yolladı,” cevabını verdi Khoda Han hemen. “Bizi tuzağa düşürdüğünü zanneden Afdal, üçü haricinde tüm adamlarını Akbar Şatosu’ndan çekti. Afdal, üç kişinin onu bir orduya karşı tutabileceği fikrindeydi, tutabilirdi de—bir orduya karşı. El Borak’a karşı değil. Baber Ali ve Afdal, Yar Ali Han ve biz kırk süvariyi aralarında sıkıştırmaya çalışırken, El Borak tek başına bu vadiye at sürdü. Türbanı çarpılmış, pahalı giysileri tozlu ve yırtık halde, bir İranlı tacir kılığında geldi. Hırsızların kervanını yağmaladığını ve altın kesesi ve mücevher çantasını ondan almak için takip ettiklerini bağırarak hızla vadinin aşağısına kaçtı.
“Şato’yu korumak için bırakılan kahrolasılar hırslıydı ve sadece yağmalanacak zengin, biçare bir tüccar görüyorlardı. Bu yüzden ona mağaraya sığınmasını söylediler ve kapıyı açtılar. Gordon Akbar Şatosu’na Allah’a şükrederek—boş ellerle ama hilatının altında bir bıçak ve tabancalarla— sürdü atını. Lanet olasıcalar onunla alay etti ve servetini çalmaya kalktı—Allah için, kuzu kılığında bir kaplan yakaladıklarını gördüler! Birini bıçakla öldürdü, diğer ikisini vurdu. Orduların karşısında boşu boşuna gürlediği kaleyi tek başına ele geçirdi! Biz kırk bir süvari Orakzaileri atlatıp, planlandığı üzere gittiğimiz yoldan döndüğümüzde, ne görelim! Bronz kapı bize açıktı ve Akbar Şatosu’nun efendileriydik! Hey! Tanrı’yı inkâr edenler Merdiven’e saldırıyor!”
Aşağıdaki gölgelerden ani, hızlı nal gürlemeleri yükseldi, Willoughby vadinin karanlığında hareket algıladı. Bulanık kütleler büklümlü patikadan yukarı koşan karanlık siluetlere dönüştürdü kendilerini. Aynı anda Şato’nun arkasından, Mekram Boğazı’nın ötesinden bir tüfek ateşi takırtısı patlak verdi Afridiler hiç heyecanlanmadı. Khoda Han bronz kapıyı kapatmadı bile. En öndeki atların nalları merdivenin alt basamaklarında çınlayana dek ateşi beklettiler. Sonra bir ateş patlaması duvarı taçlandırdı, o parıltı içinde de Willoughby vahşi sakallı yüzler, kafa ve yeleleri savrulan atlar gördü.
Yaylımı izleyen karanlıkta, hayvanların birazı merdivenden geriye kayarken, insan ve hayvan çığlıkları, yaralı atların çırpınış ve tepinişi ile nallı toynakların taştaki gıcırtısına karıştı. Ölenlerle ölmek üzere olanlar inip kalkan, ıstıraplı bir kütle halinde yığıldı ve tekrar tekrar yırtıcı yaylımlar gürlerken merdivenler bir mezbahaya dönüştü.
Willoughby, titrek bir elle nemlenen kaşını sildi, nal seslerinin vadiden aşağıya doğru uzaklaşmasına müteşekkirdi. Merdivenlerin dibindeki korkunç yığından yükselen kesik nefesler, iniltiler ve feryatlar midesini bulandırıyordu.
“Aptal bunlar,” dedi Khoda Han tüfeğine yeni fişekler sürerek. “Geçmiş saldırılarda üç kez karanlıkta merdivene saldırdılar, üç kez onları püskürttük. Baber Ali, körü körüne mahvına koşan bir boğa.”
Şaşkın kuşatıcılar kör atışlarla gazaplarını açığa çıkarırken, tüfekler vadide parlamaya ve çatırdamaya başladı. Mermiler uçarım duvarına çarptı, Khoda Han kapıyı kapadı.
“Niye köprü yoluyla saldırmıyorlar?” Willoughby merak etti.
“Şüphesiz saldırdılar. Silah seslerini duymadın mı? Fakat yol dar ve siperin arkasındaki tek kişi orayı güvenle tutabilir. Hepsi yetenekli nişancı olan altı adam var orada.”
Willoughby her iki tarafı yankılı derinliklerle kuşatılan dar kaya şeridini hatırlayarak kafasını salladı.
“Bak sahip, ay yükseliyor.”
Doğudaki zirvelerde, önünde zirvelerin simsiyah belirdiği yumuşak, altın bir parıltıya dönüşen bir parıltı peyda oldu. Sonra ay doğdu; önünden gelen parlaklığın vaat ettiği yumuşak altın renkli küre değil, sadece cılız, kızıl vahşi bir ay, yüce Himalayaların mehtabı.
Khoda Han, bronz kapıyı açtı ve memnuniyetinden usulca homurdanarak merdivenden aşağı baktı. Omzu üstünden bakan Willoughby ürperdi. Ay, acınası detayları netleştirdiğinden, merdivenin dibindeki yığın merhametli bir bulanıklık değildi artık. Ölü atlar ve ölü insanlar, bir hurda yığınında büyümüş sazlar gibi yığından uzanan tüfekler ve kılıç ağızlarıyla, karmakarışık, kanlı bir höyük halinde yatıyordu. O mezbahanın içinde en azından bir düzine at ve neredeyse aynı sayıda insan olsa gerekti.
Willoughby, koyun derisinden ağır bir paltoyu etrafına çekerek duvara yaslandı. Kendini hasta ve nafile hissetti. Vadideki adamlar da aynı şekilde hissediyor olmalıydı çünkü ateş azalıyor, düzensizleşiyordu. Baber ali bile bu kez kuşatmanın beyhudeliğini fark etmiş olmalıydı. Willoughby kendi kendine acı acı gülümsedi. Bir tepe kan davasında hakemliğe gelmişti—ve aşağıda insanlar yığınlar halinde cansız yatıyordu. Fakat oyun daha bitmemişti. Gordon’un o siyah dağların bir yerlerinde sessizce ilerlediği düşüncesi uykusunu kaçırıyordu. Yine de, kendisine rağmen en sonunda uyudu.


Onu sarsarak uyandıran Khoda Han oldu. Willoughby gözlerini kırpıştırarak baktı. Şafak zirveleri yeni ağartıyordu. Gözetleme deliklerinde sadece bir düzine adam çömeliyordu. Mağaradan kahve ve kızartılmış et kokusu geliyordu.
“Mektubun güvenle teslim edildi sahib.”
“Ne? Nasıl yani? Gordon döndü mü?”
Willoughby kaskatı doğruldu, Gordon’ın onun yerine acı çekmemiş olması ferahlatıcıydı. Duvarın üstünden baktı. Aşağıdaki vadide, akıncıların kampı sabah sisleri tarafından gizlenmişti ama birkaç duman demeti göğe süzülüyordu. Merdivenden aşağı bakmadı; beyaz şafak ışığında ölülerin soğuk yüzlerini görmek istemiyordu.
Khoda Han’ı, bazı savaşçıların uyuduğu, bazılarının kahvaltı hazırladığı büyük odaya kadar takip etti. Afridi, bir adamın yattığı hücreyi andıran bir oyuğu işaret etti. Sırtını kapıya vermişti ama siyah, kısa kesilmiş saç ve tozlu hakiler ayan beyan ortadaydı.
“Yorgun,” dedi Khoda Han. “Uyuyor.”
Willoughby kafasını salladı. Gordon’un gerektiğinde sıradan insanlar gibi dinlenip uyuduğunu görecek mi diye merak etmeye başlamıştı.
“Pervaza çıkıp Afdal Han’ı izlesen iyi olur,” dedi Khoda Han. “Teleskobu oraya monte ettik sahip. Biri kahvaltınızı oraya getirecek. Afdal’ın ne zaman geleceğini bilmemizin bir yolu yok.”
Pervazdaki teleskop, surun üstünde bir top gibi çıkıntı yaparak üçayağında duruyordu. Onu dar vadinin aşağısındaki kaya yığına çevirdi. Mekram Boğazı, kuzeyden güneybatıya uzanıyordu. Kayalar denilen kopuk taşlar Şato’nun güneybatısında bir milden daha uzaktaydı. Hemen ötesinde boğaz sertçe bükülüyordu. Bir adam güneybatıdan Şato’dan görülmeden Kayalar’a ulaşabilirdi ama daha beriye sokulamazdı. Ne de herhangi biri Şato’dan o yönde ayrılabilir ve orada gizlenen birileri tarafından görülmeden Kayalar’a yaklaşabilirdi.
Kayalar, kanyon duvarından kopan devasa kayalardan bir kargaşaydı sadece. Tam da Willoughby’nin baktığı şu anda sis onları puslu ve belirsiz kılarak etraflarına uçuşuyordu. Yine de onları seyrederken, seyrelen sisten daha keskin şekilde belirginleşmeye başladılar. En uzun kayanın üstünde de hareketsiz bir siluet duruyordu. O uzun, güçlü figür karıştırılacak gibi değildi. Bir dürbünle Şato’yu seyrederek orada duran Afdal Han’dı bu.
“Ya mektubu geceleyin erkenden almış olmalı ya da buraya erken varmak için hızla at sürmüş,” diye mırıldandı Willoughby. “Belki Belki Khoruk’tan daha yakın bir noktadaydı. Gordon’a söyledin mi?”
“Yok sahib.”
“Neyse, önemli değil. Gordon’u uyandırmayalım. Hayır, kahvaltıyı beklemeyeceğim. El Borak’a benim adıma üstlendiği tüm zahmet için müteşekkir olduğumu, Ghazrael’e döndüğümde onun için elimden geleni yapacağımı anlat. Afdal herhangi bir kalleşliğe yeltenecek mi anlayacağım.”
“Evet sahib.”
İp merdiveni boğazın içine attılar, aşağı yuvarlanırken hızla çözüldü ve kanyon zeminine bir karış mesafeye dek sarktı. Afridiler, tereddüt etmeden siperin üstünden başlarını gösterdi, fakat Willoughby sipere çıkıp görüş alanı içinde durduğunda, omuzlarının arasında acayip bir ürperti hissetti.
Fakat boğazın ötesindeki kayalıklarda hiç tüfek sesi olmadı. Afdal Han’ın görünüşü güvenliği için yeterli teminattı elbette. Willoughby bir ayağını merdivene koydu ve aşağıya bakmayı reddederek indi. Merdiven birkaç metre indikten sonra sallanıp dönmeye meyillendi, zaman zaman uçurum duvarına koyduğu bir elle kendini sabitlemeye mecbur kaldı. Fakat büsbütün kötü değildi, birazdan ayakları altında kayalık zemini hissedince, rahat bir nefes aldı. Kollarını salladı ama ip şimdiden hızla çekiliyordu. Etrafına baktı. Geceki savaşta köprüden bir beden düşmüşse de kaldırılmıştı. Döndü ve geçitten aşağı, belirlenen randevuya ilerledi.
Ak sisler gül pembeye dönüp, hızla dağılırken şafak etrafında biçimlendi. Kayalık’ın dış hatlarını artık yapay bir yardım olmadan açıkça seçebiliyordu ama artık Afdal Han’ı görmüyordu. Şüpheci şef gizli bir yerden yaklaşmasını seyrediyordu mutlaka. Baber Ali’nin kuşatmayı yenilediğine işaret edecek uzaktaki atışlar için dinlemeyi sürdürdü ama hiçbir şey duymadı. Şüphesiz Baber Ali şimdiden Afdal Han’dan emirler almıştı, amcasının patavatsızlığını öğrendiğinde Afdal’ın hayret ve öfkesini canlandırdı gözünde.
Kayalar’a varmıştı—yer yer on metre göğe yükselen engebeli düzensiz taşlar ve kırık kayalardan büyük bir yığın.
Durdu ve seslendi: “Afdal Han!”
“Bu tarafa sahip,” bir ses cevap verdi. “Kayalar arasına.”
Willoughby, bir çift çentikli kayanın arasına ilerledi ve aşağı sarkan bir uçurum ve kopuk kayalardan bir kütle arasını kapatan boşluk tarafından yaratılmış bir tür doğal tiyatroya çıktı. Orada elli kişi kalabalık oluşturmadan ayakta durabilirdi ama görünürde sadece tek adam vardı—orta yaşın başlarında, türban ve ipek hilat giyen uzun boylu, dinç bir adam. Elinde enli bir tulwar, bilinçsiz bir küstahlıkla başını geriye atarak duruyordu.
Boğazdan aşağı tüm yol boyunca Willoughby’e karşı koymasına rağmen eşlik eden omuzları arasındaki hafif ürperti, görüntü üzerine onu terk etti. Konuştuğunda sesi rahattı.
“Seni gördüğüme sevindim Afdal Han.”
“Ben de seni gördüğüme sevindim sahip!” Orakzai soğuk bir tebessümle cevapladı. Tulwarının ustura ağzını başparmağıyla yokladı. “Seni bu tepelere getirmeme yol açan görevi başaramadın—fakat ölümün de neredeyse aynı şekilde hizmet edecek bana.”
Etrafındaki Kayalar bir kükremeyle patlamış olsa, daha şok edici bir şaşkınlık olmazdı. Willoughby, sersemletici ifşaatın darbesinden kelimenin tam anlamıyla sendeledi.
“Ne? Ölümüm mü? Afdal, sen delirdin mi?”
“İngilizler Baber Ali’ye ne yapacak?” diye sordu şef.
“Süleyman cinayeti yüzünden yargılanmasını isteyecekler,” cevabını verdi Willoughby.
“Amir de İngilizleri yatıştırmak için onu asacak!” Afdal Han neşesizce güldü. “Fakat ölürsen, kimse bir şey bilmeyecek! Pöh! O Pencaplı iti öldürmesi yüzünden amcamın asılmasına izin veririm mi zannettin? Adamlarının Hintlinin canını almasına izin vermekle Baber aptallık etti. Bilseydim engellerdim. Fakat artık olan oldu ve onu korumak niyetindeyim. El Borak, zannettiğim kadar bilge değil, yoksa Baber’in cezalandırılmasına asla izin vermeyeceğimi bilmesi gerekirdi.”
“Beni öldürmen, senin mahvın demektir,” diye hatırlattı Willoughby—Orakzai’nin gözlerindeki ölümcül ışıltıyı okuduğundan kuruyan dudakları arasından.
“Beni suçlayacak tanıklar nerede? Şato’nun bu tarafında ikimiz haricinde kimse yok. Adamlarımı köprünün yakınındaki kayalıklardan uzaklaştırdım. Onları vadiye yolladım—kısmen birinin telaşlı bir ateş açabileceğinden ve planımı bozmasından korktuğumdan, kısmen de kendi adamlarıma gereğinden fazla güvenmememden. Kimi zaman bir adam reisine ihanet için bile rüşvet alabilir veya ikna edilebilir.
“Şafaktan önce, benim için tuzak kurulmadığından emin olmak için boğazı ve bu Kayalar’ı taramaya adamlar yolladım. Sonra buraya geldim, onları yolladım ve burada yalnız kaldım. Neden geldiğimi bilmiyorlar. Hiç bilmeyecekler. Bu gece ay yükseldiğinde kellen Akbar Şatosu’ndan inen merdivenin dibinde bir torba içinde bulunacak ve onu El Borak’ın attığına yemin etmek için yüz adam hazır olacak.
“Kendileri de buna inanacağından, kimse yalancı olduklarını kanıtlayamaz. Onlardan buna kendilerinin de inanmasını isteyeceğim, çünkü siz İngilizlerin yalanları keşfetme konusunda ne kadar kurnaz olduğunuzu bilirim. Kelleni, seni El Borak’ın öldürdüğüne yemin edecek elli adamla Ali Mescid Kalesi’ne yollayacağım. İngilizler Amir’i buraya sahra donanımıyla bir ordu yollamaya ve El Borak’ı Şato’mdan çıkarmaya zorlayacak. Seni onun öldürmediğini söyleme fırsatı bulsa bile kim inanacak ona?”
“Gordon haklıydı!” diye mırıldandı Willoughby çaresizce. “Sen kalleş bir köpeksin. Ona bu husumeti tam olarak niye beslediğini söyler misin bana?”
“Birkaç saniye içinde ölmüş olacağından fark etmez. Kervan rotalarına hâkim kuyuların kontrolünü istiyorum. Ruslar bana, İran ve Türkistan’dan Afganistan, Keşmir ve Hindistan içlerine silah ve mühimmat kaçırmakta onlara yardım etmem için büyük miktarda altın ödeyecek. Ben onlara yardım edeceğim, onlar da bana. Bir gün beni Afganistan Amiri yapacaklar.”
“Gordon haklıydı,” oldu Willoughby’in tek tüm söyleyebildiği. “Adam haklıydı! Bu ateşkesi de sen istiyordun—bu da başka bir hileydi sanırım?”
“Elbette! El Borak’ı Şato’mdan çıkarmak istiyordum.”
“Ne aptalmışım,” diye mırıldandı Willoughby
“En iyisi kendini azarlayacağına Tanrı’yla barış sahip,” dedi Afdal Han ağır tulwarını, ağzı erken ışıkta ışıldayacak şekilde çevirip ileri geri sallamaya başlayarak. “Görmek için sadece Allah ve ben varım—Allah da kâfirlerden nefret eder! Çelik sessiz ve kesindir—hızlı, ölümcül bir darbe ve kellen dilediğim gibi kullanmak üzere benim olacak—”
Bir dağlının sessiz adımıyla ilerledi. Willoughby dişlerini sıktı ve tırnakları delene dek avuçlarının içine bastırdı. Kaçmanın yararsız olduğunu biliyordu; Orakzai yarım düzine adım atmadan ona yetişirdi. Çıplak ellerle atılıp kapışmak da eşit derecede nafileydi ama tüm elinden gelen buydu; ölüm ona havanın ortasında çarpacak, planladığı, çalıştığı ve umduğu her şeye bir nihayet olacaktı—
“Dur bir dakika Afdal Han!”
Ses, orta tizlikteydi ama ani bir çığlık bile olsa etkisi daha ürkütücü olamazdı. Afdal Han şiddetle irkildi ve hızla döndü. Olduğu yerde dondu ve tulwar ellerinden kaydı. Yüzü küle döndü ve ağır ağır, bir otomat gibi elleri omuzlarının üstüne yükseldi. Gordon yarıktaki bir olukta duruyor, bel hizasında ağır bir tabanca da şefin bel hattını tehdit ediyordu. Gordon’un ifadesi hafiften eğlenir gibiydi ama siyah gözlerinde sıcak bir alev harlanıyor ve için için yanıyordu.
“El Borak!” diye kekeledi Afdal Han hayret içinde. “El Borak!” Aniden bir çılgın gibi bağırdı. “Sen bir hayaletsin—bir iblis! Kayalar boştu—adamlarım oraları aradı—”
“Başları üstündeki uçurumda, bir pervazda gizleniyordum,” Gordon cevapladı. “Kayalar’a onlar ayrıldıktan sonra girdim. Ellerini kemerinden uzak tut Afdal Han. Bir saattir seni istediğim an vurabilirdim ama Willougby’in senin nasıl bir haydut olduğunu bilsin istedim.”
“Fakat mağarada seni gördüm,” Willoughby yutkundu. “Mağarada uyuyordun—”
“Giysilerimin birazı içinde uyumuş numarası yapan Afridi Ali Şah’ı gördün sen,” cevabını verdi Gordon, gözlerini Afdal Han’dan hiç ayırmadan. “Şato’da olmadığımı bilmiş olsan, bir şeyler çevirdiğimi düşünerek Afdal’la buluşmayı reddetmenden korktum. Bu yüzden notunu Orakzai kampının içine attıktan sonra sen uyurken Şato’ya döndüm, adamlara emirlerini verdim ve boğazın aşağısına saklandım.
“Afdal’ın Süleyman’ı öldürdü diye Baber’in cezalandırılmasına izin vermeyeceğini bildiğimi görüyorsun. İstese de yapamazdı. Baber’in Khoruk aşiretinde çok fazla yandaşı var. Baber’i yargılanmak üzere teslim etmeden Amir’in inayetini korumanın tek yolu da senin ağzını kapamak olacaktı. Her zaman suçu benim üstüne atabilirdi sonra. O notun onu seninle buluşmaya getireceğini biliyordum—seni öldürmeye hazırlanmış olarak geleceğini de biliyordum.”
“Beni öldürebilirdi,” diye mırıldandı Willoughby.
“Sen menzile girdiğinden beri silahım sürekli onun üzerine çevriliydi. Adamlarını kendisiyle getirseydi, sen Şato’dan ayrılmadan önce vuracaktım onu. Seni burada yalnız bekleme niyetinde olduğunu görünce onun ne tür bir köpek olduğunu kendin gör diye seni bekledim. Tehlikede değildin.”
“Khoruk’tan gelmek için erken döndüğünü düşünmüştüm.”
“Dün gece Şato’dan ayrıldığımda Khoruk’ta olmadığını biliyordum,” dedi Gordon. “Baber bizi Şato’da emniyette bulduğunda, Afdal’a her şeyi itiraf edeceğini—Afdal’ın da ona yardıma geleceğini biliyordum. Afdal tepelerin yarım mil gerisinde kamp kurmuştu— her zamanki savaşçı adamlardan bir kalabalıkla çevrili ve güvende. Ona o zaman ateş edebilsem, notunu teslim zahmetine girmezdim. Ama başka türlüsü kadar bu da iyi.”
Siyah gözlerde yeniden alevler canlandı ve ter Afdal Han’ın karayağız tenini boncuklandı.
“Onu soğukkanlılıkla öldürmeyeceksin değil mi?” Willoughby itiraz etti.
“Hayır, Yusef Han’a verdiğinden daha iyi bir fırsat vereceğim ona.”
Gordon sessiz Peştun’a doğru yürüdü, namlusunu kaburgalarına bastırdı, Afdal Han’ın kemerinden bir bıçak ve tabanca çıkardı. Silahları kayaların arasına attı ve kendi tabancasını kılıfına koydu. Sonra tulwarını deride hafif bir çelik hışırtısıyla çekti. Konuştuğunda sesi sakindi ama Willoughby şakaklarında düğümlenip şişen damarları görüyordu.
“Kap kılıcını Afdal Han. Burada İngiliz, sen, ben ve Allah haricinde kimse yok—Allah da domuzlardan nefret eder!”
Afdal Han tuzağa düşmüş bir panter gibi hırladı; bir elini silaha doğru uzatıp dizlerini büktü—bir an iri, boş bakışla Gordon’u süzerek orada kımıldamadan çömeldi—sonra tek bir hamleyle tulwarı kaptı ve bir Himalaya dağ rüzgârı gibi geldi.
Willoughby’nin, o saldırının göz kamaştırıcı vahşetinden nefesi kesildi. Gordon’un başına vurmadan, Afdal’ın eli kabzaya zar zor değdi gibi geldi ona. Fakat Gordon’un kafası orada değildi. Willoughby de, Amerikalının etrafında oynaşan çelik fırtınası içinde ezilmesini görmeyi bekleyerek El Borak’ın kavisli Himalaya bıçağıyla maharetine dair işittiği öyküleri hatırlamaya başladı.
Afdal Han, Gordon’dan daha uzun, daha iriydi ve aç bir kurt kadar çevikti. Kirişli kolunun tüm gücü ve Willoughby’in hamleleri sadece çeliğin çelikte kesintisiz çınlaması olarak takip edebildiği bir süratle darbe üstüne darbe yağdırdı. Fakat parlayan tulwar temas etmedi, her ölümcül darbe Gordon’un kılıcında çınladı veya o yerini değiştirince ıslık çalarak başını geçti. Sürekli bir savaş çıkarmıyordu Amerikalı. Afdal Han Gordon’dan çok daha fazla hareket ediyordu. Orakzai bedenini çevikçe sağa sola sallıyor, büküyor, içeri dışarı sıçrıyor, sürekli vurarak düşmanının etrafında çember çiziyordu.
Gordon sıklıkla darbelerden sakınmak için başını oynatıyor ama düşmanını hep önünde tutmak haricinde ayaklarını nadiren oynatıyordu. Duruşu kökü derinde bir kaya kadar sağlamdı, bıçağı asla boyun eğmemişti. Peştun’un en ağır darbelerine, gevşemeyen bir gardla karşılık verdi.
Adamın bileği ve ön kolu demirden yapılmış olmalı, diye düşündü Willoughby hayretle bakarak. Afdal Han, El Borak’ın tulwarını örs başındaki bir demirci gibi dövüyor, saldırısının saf ağırlığıyla Amerikalıyı diz çöktürmeye çalışıyordu; Gordon’un bileğindeki kas lifleri saldırıyı karşılarken belirginleşti. Bir karış bile gerilemedi. Gardı hiç zayıflamamıştı.
Afdal Han nefes nefeseydi ve ter esmer yüzünden aşağı akıyordu. Gözleri vahşi bir hayvanın bakışını taşıyordu. Gordon’un nefesi hızlanmamıştı bile. Üstüne yağan fırtınadan kesinlikle etkilenmemiş gibiydi. O demir savunmayı yenmek için çılgın çabasından kendi gücünün azaldığını hissederken, Afdal Han’ın yüzüne sel boşandı.
“Köpek!” diye soludu Gordon’un yüzüne tükürdü ve her şeyi tek bir darbeye bağlayıp, tulwarını bir meşeyi devirebilecek bir yay halinde savurmadan, kılıç kolunu epey geriye atarak müthiş bir hamle yaptı.
O anda, yaralı bir yaban kedisini mahcup edecek bir yer değiştirme hızıyla eyleme geçti Gordon. Willoughby, hareketi takip edemedi—sadece Afdal Han’ın sadece boşluğu yaran muazzam darbesini ve Gordon’un bıçağının doğan güneşte kör edici titremesini gördü. Bir sığır budunu bölen satırınki gibi bir ses çıktı ve Afdal Han sendeledi. Gordon, çakmaktaşı çınlaması kadar merhametsiz, pes bir gülüşle geriledi ve elindeki enli kılıçtan kırmızı, ipliksi bir akıntı indi.
Afdal Han’ın yüzü soldu; ayakta sarhoş gibi sallandı, gözleri genişledi; sol eli böğrünü bastırdı ve parmaklarının arasından kan püskürdü; sağ eli ölçüsüz bir ağırlığa dönüşen tulwarı kaldırmaya çabaladı.
“Allah!” gakladı. “Allah—” Aniden dizleri büküldü ve bir ağacın yıkıldığı gibi yıkıldı.
Willoughby huşuyla üstüne eğildi.
“Yüce Tanrın, yarı yarıya bölünmüş! Böyle bir yarayla insan birkaç saniye de olsa nasıl yaşayabildi?”
“Dağlıları öldürmek zordur,” Gordon kılıcından kızıl damlaları silkeleyerek cevapladı. Kızıl parıltı gözlerinden kaybolmuş, o kadar uzun süredir ruhunu tüketircesine yanmış olan ateş, kanla söndürülmüş olsa da sonunda sönmüştü.
“Kabil’e dönüp, Amir’e kan davasının bittiğini anlatabilirsin,” dedi. “İran’dan gelen kervanlar yakında yeniden yollardan geçiyor olacak.”
“Ya Baber Ali?”
“Dün gece, Şato’ya saldırısı başarısız olduktan sonra çekildi. Onu adamlarının çoğuyla vadiden dışarı at sürerken gördüm. Kuşatmadan bıkmıştı. Afdal’ın adamları hala vadide ama Afdal’a olan şeyi işitir işitmez Khoruk’a koşarlar. Amir sen Kabil’e döner dönmez Baber Ali’yi kanun kaçağı ilan edecek. Artık Khoruk aşiretinden korkmama lüzum kalmadı; barışı kabul etmekten memnun olacaklardır.
Willoughby ölü adama bakındı. Kan davası Gordon’un olacağına yemin ettiği gibi bitmişti. Gordon en başından beri haklıydı ama Willoughby için bir oyunda piyon olarak—kendisinin de sürüyle erkeği ve kadını kullandığı gibi—kullanılmak yeni ve hiç de keyifli bir tecrübe değildi.
Acı acı güldü. “Lanet olsun sana Gordon, beni tüm süreç boyunca faka bastırdın! Bizi sadece Baber Ali’nin kuşatmış olduğuna, Afdal Han’ın da amcasına karşı beni koruyacağına inanmama izin verdin! Afdal Han’ı yakalamak için bir kapan kurdun, beni de yem olarak kullandın. O mektup-teleskop bileşimini düşünmemiş olsaydım, kendin önerecektin fikrimce.”
“Orakzai’lerin kalanı çekip gittiğinde, Ghazrael’e bir koruma vereceğim sana,” diye önerdi Gordon.
“Kahretsin be adam, son kırk sekiz saatte canımı bu kadar sık kurtarmamış olsaydın, kötü bir dil kullanmaya yatkın olurdum! Fakat Afdal Han bir düzenbazdı ve başına geleni hak etti. Yöntemlerinden keyif aldığımı söyleyemem ama etkililer! Gizli serviste olman gerek senin. Böyle giderse birkaç yılda Afganistan Amiri olursun!”
 

akyıldız

Süper Üye
15 Nis 2010
1,814
2,826
Güzel çevirilerinizi özlemiştik sayın Hüseyin Bey, iyi ki varsınız. Teşekkürler, sağlıklı ve huzurlu günler dilerim.
 
Üst