Başkalarının Acılarını Çeken Biri...
Kaderi: Huzursuzluk, hem de yaşamın her anında... Necdet Şen, en kestirme anlatımla bir "huzursuz adam." Sürekli olarak "anlam" arayan ve bunu, "anlamaktan yorulmuş" bir çizgi karakter (Hızlı Gazeteci) aracılığıyla insanlarla paylaşan bir çizer.
Şen'in anlattığı, betimlediği dünya "gerçek" olan dünya: Kaba gücün, savaşların, acıların, iktidarlann, küçük insanların, hormonlu hırsların, riyanın, aldatmalı, yaşantıların, "körleşme"lerin oluşturduğu bir gerçekliği hareket noktası olarak seçmiştir Necdet Şen. Tüm küçük hesaplara, kavgalara öfkelidir. "Adam gibi" daha doğrusu "insan olarak" yaşamak ister "Hızlı." Çoğu yerde vicdani bir yakarış olarak devreye girer onun sesi. Anlattıkları ise genelde "yaralanış" öyküleridir. Ne Şen ne de Hızlı, haksızlıklar, küçüklükler karşısında sakin duramazlar. "Patavatına hakim olamayan" insanlardır her ikisi de. Sivri dillidirler. Asabidirler. Her ne kadar ezilenin safında yer alıp iktidarı eleştiriyor, olaylara eleştirel bakabiliyor, "hakikat"e ulaşmaya çabalıyor olsa da -üstelik ortaya koyduğu "kıyamet kadar" çok sayıda çalışmaya rağmen- Şen'i bir "entelektüel" olarak anmamızı engelleyen bir özelliğe sahiptir: Aşırıya kaçmış bir öfke! Her ikisi de birer "üslup teröristi'dirler. Ne var ki ne derece öfkeli olurlarsa olsunlar insanlığın selameti adına, üzerinde yaşadığımız ve başka insanlarla paylaşamadığımız (!) dünya adına oldukça "önemli" konulardan bahsederler; üstelik "önemli" biri olamamak pahasına... (Belki de gerçekten "iyi" olmanın önemi, önemli biri olmanın iyiliğinden daha "önemli"dir Şen için...)
Necdet Şen, Türkiye'de yaşayan, Türkiye'de çalışan bir çizer. Sanatçı olarak diğer "başarılı" sanatçıların, daha doğrusu "dogru-dürüst bir şeyler" yapma gayreti içinde olan insanların kaderini paylaşıyor: Yalnız kalmak ve takdir görmemek. Elbette bir sanatçı olarak siz "benim takdir toplamak gibi bir çabam yok" diyebilirsiniz ama buna gerçekten inanır mısınız, işte bu pek belli olmaz.
Şen'in Okuyucusu...
İdeolojik olarak bulunduğu yerden memnun olan, yaşadığı hayatla herhangi bir sorunu bulunmayan insanlardan kurulu bir kitleye seslenmiyor Necdet Şen. O'nun iletişime geçmeye çalıştığı insanlar, dünya üzerinde olup biten her şeye karşı "duyarlı" insanlar (elbette ideal olarak). Sorulara cevap vermekten ziyade "doğru" soruları sormaya çalışıyor. Öykülerindeki duyarlı, naif, "eski dünya düzeni" insanları aracılığıyla okuyucuya yazı-çizi dili üzerinden "kardeşlik" teklifinde bulunuyor. Fakat bu "kardeşlik" de bir nevi "öfke kardeşliği." Şen, okuyucusundan olup biten çirkinliklere karşı en az kendisi kadar öfkeli olmasını istiyor gibi. Necdet Şen okuyucusunun belki de kafasını en çok karıştıran nokta da bu: Öykülerinde Küçük Prensten, Küçük Kara Balık'tan, Bach'tan söz eden, kadınlarla ilişkililerinden muzdarip, parasal mevzulardan nefret eden, "rock" dinleyen, maceraperest, "devrimci", anlatımı yer yer oldukça duygusallaşan "incelikler" insanı Şen (yani Hızlı), nasıl oluyor da öfkeyi bu denli ön plana çıkarabiliyor? Gerçi Şen, kimse ile "kavgalı" olmadığını belirtiyor zaman zaman. Ben, Şen'in öfkesini, onun yaşam kaynağı olarak görüyorum. Şayet Şen, bu derece öfkeli olmasaydı "üretken" bir çizer de olamazdı. Öfkesi onun üretmeye açık yanı.
"Giderim Buralardan..."
Çok sayıda gazete ve dergide çalıştı Necdet Şen. Gırgır'dan Joker'e, Güneş'ten Cumhuriyete, Hürriyete... Pek çok farklı konuda, çok sayıda öykü yayımladı. Öykülerinin bazıları kitaplaştı. Bazen siyasetten söz etti, bazen aşklardan, bazen de kendi iç dünyasından. Çalıştığı tüm gazete ve dergilerin içinde Şen'in yaşamına en çok etki eden yayın ise Cumhuriyet gazetesi olmuştur kanaatimce. Cumhuriyette çalışmaya başlaması da, yayımladığı (tamamladığı ve tamamlamadığı) öykülere gelen olumlu-olumsuz tepkiler de ve hattâ gazeteden ayrılışı da son derece önemli bir yere sahiptir Şen'in yaşantısında. Cumhuriyet'len olaylı daha doğrusu kavgalı bir biçimde ayrıldı. "Mış gib" yarım kaldı. Şen daha sonraki dönemlerde de başka yayınlarda olaylar yaşayacak, kavgalar edecekti (Değişim Rüzgarı, Hürriyet'te çalıştığı dönemde yarım bıraktığı bir diğer öykü). Gittiği yeni yerlerde daha önce çalıştığı isimlere sataşmaktan geri durmadı.
Çabuk sıkılmaktadır Necdet Şen çalıştığı yerlerden. Gönderdiği orijinal çizimleri baskıya verir vermez buruşturup çöpe atan sayfa sekreterlerinden sıkılmıştır. Türkiye'ye at gözlüğü ile bakan ideologlardan sıkılmıştır. Kamusal alana ait olması gereken köşesini lagaluga ile dolduran köşe yazarlarına-çizerlere-habercilere kızgındır. Çeker, gider! Arkasından konuşur insanlar. Kimi geri dönsün ister, kimi gittiğine sevinir, kimi kendi gazetesine çağırır, kimi söver... Ama yadsınamayacak bir durum vardır Şen için: Her ne kadar küçük insanlarla, küçük itişmelerle uğraşmak zorunda kaldıysa da, o, işini bir şekilde sürdürmüştür. Nereye'de şöyle bahseder gidişlerinden: "Ne mutlu sana çocuk, bugüne kadar sadece sevdiğin işlerle uğraştın. Para kendiliğinden geldi üç beş kuruş da olsa ve aldı başını gitti sonra. Ne mutlu sana ki benliğin mala mülke, şana şöhrete değil, yalnızca yapmacıksız şefkate ve süslenmemiş hakikate aç!" Evet, gerçekten de Şen iyi paralar kazanmıştır uzun zaman (şimdilerde "yoksul" olduğunu belirtiyor), üstelik sevdiği işi yapması karşılığında. Oysa sahip olduğu lüksü terk etti kaç kez. Acaba neden? Çizgi roman en sevdiği iştir Şen'in. Şen, çizgi romanı kendisine "dil" olsun diye seçtiğini söyler. Çünkü, "Sağır kulaklara ulaşma tutkusuna bundan daha kestirme bir yol yoktur. Meraksız kuru kalabalığın bilincine başka nasıl bir yolla varılabilir?" Başkaları adına çizgi romancıdır Şen! Ancak bir gün bu kuru kalabalığa söyleyecek sözü olmadığını fark eder ve gider. Aslında o'nu küstüren, gitmelere zorlayan şey bir yerde de "anlaşılamamak"tır.
Şen, sonraları Cumhuriyet'tekilere, diğer medya çalışanlarına ve özellikle de meslektaşlarına birkaç acı söz söyleyecektir Nereye'de. Meslektaşlarına çok kızmıştır. "Epeydir 'sahibinin sesi' marka çömez karikatüristler başrolde" der Şen. O'na göre "yaka iliklemekten, Abi Hazretleri'nin karşısında hazırolda durmaktan ve emirle karikatür yapmaktan utanmayan" çizerler sarmıştır ortalığı. Kendisini "sokak kedisi" olarak görüyor Şen, oysa artık herkes "ciğercinin kedisi" olmaya çabalamakta ona göre. Gerçekten de Necdet Şen onca parayı pulu, rahatı ve şöhreti terk etti. Peki ne uğruna? Şimdilerde kendi hazırladığı internet sitesinden ulaşıyor okuyucusuna. İnterneti "sansürsüz, sayfa sekretersiz, büyük patronsuz" buluyor. Peki, internetin okuyucu kitlesi klasik anlamda, çizgi roman okuyucusu ile bir tutulabilir mi? Sanal kimlikliler ve kuralsızlıklar arasında olmak bir özgürlük ya da rahatlık yaratır mı çizgi romancı için? Bence tartışılır.
Çizgi Romanda Bir "Tutunamayan": Hızlı Gazeteci
"Necdet Şen'in 'Hızlı Gazeteci' karakteri ile okuyucuya aktardığı olgu ve olaylar sanıyorum dünyadaki çizgi roman gelişmesinin Türkiye'deki özgün ve çok başarılı örneklerinden birini yansıtıyor" diyor Emre Kongar. Demek ki "Hızlı Gazeteci" önemli biri. İyi de kim bu adam, yani kimdir Hızlı Gazeteci?
Asıl adı Şaban. Gazeteci. "Hızlı" denilişine aldanmayın; bu, ona yavaşlığıyla alay etmek üzere takılmış bir isim. Alışılmadık bir gazeteci modeli ortaya koydu. Oğuz Atay'ın çizgiye dönüşmüş "Tutunamayan"ı! Yalnız adam Anti-plaza canavarı. Gerçekten de halkın yaşantısından soyutlanmış mekânlara dikilmiş yüksek, koridorları soğuk ve kimsenin kimseyle doğru dürüst bir ilişki içine girmediği modern gazete binalarının insanı değildir Hızlı. O, biraz daha eskilerin adamıdır. Yereldir ve içtendir. Kimi zaman öyküyü anlatan adam, kimi zamansa öykünün bizzat kendisidir. Aksi, sivri dilli, gözünü budaktan sakınmayan, dürüst, asi, kadın tutkunu, rock hastası, hayvan (en çok da kediler -kediler onun için 'kuyruklu birer melek!-) delisi ve işin aslı kusurlu bir tip. Kusurları olan biri, yani "herkes" gibi. Bir "hero", bir süper kahraman değil, inciniyor, kırılıyor, üzülüyor, aciz kalabiliyor, saçmalayabiliyor, "kötü" olabiliyor, yani zayıf yanları da olan biri. Olağanüstü güçlere sahip ya da olağanüstü zeki veya bir şeyleri "çoook" olan biri değil Hızlı. Onda çok olan şey, "çok olma arzusu." İdealist! Başlangıçtan beri Türkiye'nin sorunlarına değiniyor. Önceleri "denizciliğin sorunları", "üçkağıtçılık", "soygunculuk" gibi mevzularla ilgileniyordu. Elbette o dönem anlattıkları da önemli konulardı. Ama zamanla daha farklı konulara değinmeye başladı. Değişmeye başladı...
Hızlı, zaman içinde hem fiziksel olarak değişti (eskiye göre biraz daha erkeksi bir görüntüye sahip oldu fakat biraz daha hassaslaştı), hem de entelektüel açıdan bir gelişme kaydetti. Önceleri Türkiyeli, duyarlı genç bir gazeteci konuşuyordu; sonraları dünyalı bir modern filozof konuşur gibi oldu. Daha felsefik konuşmalar yapmaya başladı. Başlangıçta acar bir gazeteciydi Şaban. Gerçi o zamanlar bile devrimci jargondan konuştuğu oluyordu. Zaman geçtikçe çizgisi iyiden iyiye yerine oturmaya başladı. Hatları daha bir belirginleşti. Geçmişe nazaran, hayata daha uzaktan bakan, daha üzgün bir yüz çıktı ortaya. "Şaban" adını bile kullanmaz oldu bir müddet sonra. Sivri dilliliğinden ve sorgucu kafasından bir şey yitirmedi ama çok daha az gülümser oldu Oysa kendisi gülümseyişlerinin ıskalanmaması konusunda çok titizdi (Üstelik Necdet Şen'in gülümsemelere daha çok ihtiyaç duyduğu dönemlerde -Cumhuriyet'ten ayrılmasına yakın zaman- daha az gülümsemeye başladı kahramanı).
"Tokat" Tesirinde: Bacı
Bu öyküde Hızlı pek ortalıkta görülmez. Fazilet'in öyküsüdür bu; inandığı dava yüzünden hapse düşmüş, uzun yıllar içerde kaldıktan sonra, bir gün, tanımakta, uyum sağlamakta çok zorlanacağı bir dünyaya iniş yapmış devrimci bir genç kızın öyküsü... Evet, bir tokat gibi çarpar insanın yüzüne bu öykü. Bir dönemin gencecik insanlarının kirli bir oyuna nasıl sürüklendiklerini; hangi görüşe sahip olurlarsa olsunlar nasıl acı çektiklerini, kendilerini, insanlıklarını, gençliklerini, cinselliklerini dahi tanıyamadan "memleketin selametini sağlamak" üzere "büyük" işlere nasıl atıldıklarını ve nihayetinde nasıl hüsrana uğradıklarını görürsünüz "Bacı"da. Fazilet'in öyküsünü okursanız, Türkiye'nin yakın geçmişine ilişkin "yaşanmış" bir şeyler görürsünüz: Oyun, aldanmışlık ve acı! Baskıcı, zorba bir yönetime karşı mücadele ettiği için "içeri" düşmüştür Fazilet. Dışarı çıktıktan sonra değişen bir şey olmadığını görür. Yine işkence, pardon, "baskı" görür . Yine acılar çeker. Ve sonunda değişmeye başlar Fazilet. Hızlı ile birlikte onun değişimine tanık olursunuz. Modern dünyanın kurallarını bozmadan (yani bozamadan) oyuna katılma ve dayak yememe yönünde bir değişim.
Bacı çok ses getiren bir öykü oldu (elbette olumlu ve olumsuz sesler). Necdet Şen'in belki en çok sevilen, en nefret edilen, en çok övülen, en çok eleştirilen, en "Necdet de anti-marksist bir çizgiye saptı", en "sen sola ihanet eden bir döneksin" ya da en "birisi nihayet oyunu bozmaya teşebbüs etti", en "helal olsun" öyküsü... işin doğrusu Şen önemli hem de çok önemli bir iş yaptı Bacı ile. Sol'a görmeyi göze alamadığı şeyi aşırıya vardırarak gösterdi. Acıtmadığı için (sol'un sessiz ya da sesi "sol" olmayan çoğunluğunu hesaba katarak söylüyorum) önemsenmeyen fakat aslında şu an için bile tehlikeli olan yarayı (geçmişi yok sayma!) kaşıdı. Acıttı bir miktar, iyi yaptı. Teferruatla ilgilenmedi, sakin ve kendinden emin "oyun kirliydi ve çok acı çekildi!" dedi. "İyi" söyledi.
Mış Gibi: Fotokopi İnsanların Fotoğrafı...
Bizler eksiklerimizi kapatmakla ilgilenmiyoruz. Bunun yerine başkalarından çalıyor ve bizimmiş gibi yapıyoruz. Daha doğrusu bir tür kolaj yapıyoruz hepimiz gündelik hayatta: Çal-yapıştır tekniği! Okumuyoruz, düşünmüyoruz, duymuyoruz, hissetmiyoruz, sevmiyoruz vs... Okuyor-muş, düşünüyor-muş, duyuyor-muş gibi yapıyoruz. Ellerimizde kadehler lüks salonlarda düzenlenen kokteyllerde, sırtımızda pahalı elbiseler, yüzümüzde yapıştırma bir gülümseme, "varmış gibi" yapıyoruz. Taklidin en kötüsü, en hamı. Var mıyız, yoksa var "mış gibi" mi yapıyoruz? Necdet Şen, "Mış Gibi" yaptığımızı söylüyor. Entelektüelmiş gibiyiz, her şeyden bahsediyoruz, her şeyi eleştiriyoruz. Aşıkmış gibiyiz, öpüyoruz, seks yapıyoruz (ama sevişmiyoruz). Hassasmış gibiyiz, dünya umurumuzda değil, kesemizle ilgileniyoruz...
Mış Gibi, Şen'in Cumhuriyetle yayımlanan son öyküsüydü. Şen öyküyü tamamlayamadan gazeteden ayrıldı. Kadınlar, erkekler, cinsellik, aşk, para, iş, kültür, özetle bizim insanımızın gündelik yaşamda "mış gibi" yaptığı hemen her konuya bir parmak değdiriyordu Şen. Kendisine "gerçeklik" atfedilmiş "sahteliklere" değiniyordu. Tam hızını almıştı ki gazeteden ayrıldı. Öyküyü nasıl tamamlayacaktı? Kim bilir...
Keloğlan: Sivri Dilli Kahraman
Deli gönüllü, gani gönüllü, lafını kimseden esirgemeyen, iyi yürekli "Keloğlan"ın yolu, bir gün bizim büyük millet meclisine düşer; hem de milletvekili olarak... Sonra, "patavatsızlıkla dobralık arasında yürüyen" bir konuşma yaparak, milletvekillerine asli görevlerinin, başkan söylediğinde parmak kaldırmaktan çok daha öteye geçtiğini hatırlatır. İşte öykü böyle başlar. Dili çok sivri bir adam, toplum adına, toplum için "kuşları ürkütmeye" başlar. "Tehlikeli" konuşmalar yapar. Amacı basittir: Toplum yararı! Türkiyeli insanın hiç tanımadığı, daha evvel hiç karşılaşmamış olduğu bir politikacıdır "Doğan Önder". Başlangıçla çok şaşırtır herkesi. Konuşmaları aşırı derecede "sağlıklıdır". Kısa sürede sivrilir. Partisinin genel başkanı olur, hem de geleneksel siyasi üsluba baş kaldırarak! Korkusunu bir yana bırakarak, ileri doğru bir çıkış yapan, marjinal politikacı "keloğlan" sisteme yaklaştıkça işin aslında ne denli "değişmez" olduğunu görür. "Türkiye'de mevcut yapılanmalar var oldukça hiçbir şeyin değişmeyeceği"ni görür ve politikayı bırakır. Nihayetinde her şey eski haline döner: Kimsenin kuşları ürkütmediği, "toplumun susturulup evlere kapatıldığı" bir hâl!
Keloğlan bir siyaset eleştirisi. Türk siyasetini sadece belli bir zaman periyodunda sınırlı kalarak değil, çok uzun bir solukta ele alan, kavrayan bir eleştiri. Sisteme dair, yine, "tehlikeli" bir çıkarım. "Kusursuz olmadığını açık açık ortaya koyarak, yaraları kazıyarak, acıtarak konuşan, toplumcu bir siyasetçinin bizim memleket insanı için hazmı zor bir şey olduğu" gerçeğinin öyküsüdür Keloğlan. Necdet Şen'in bir türlü yaşayamadığımız "değişimi" anlattığı öyküsü...
Deja Vu...
"Avrupa'da yaşarken de Türkiyeli kimliğinle yaşıyorsun. Kimsesizlik duygusu insanı kemiriyor. Kaçmaktansa, gelip yüzleşmeye, bizi teslim almak isteyen yılgınlığa direnmeye geldim."
Bu sözler "Umut"a ait. Umut, yurt dışına kaçmış eski bir devrimcinin kızı. Babasının çektiği acıları paylaşmış, babasının mutsuzluğu yüzünden umutsuzluğa düşmüş bir genç kız. Hızlı'nın dil öğrenmek ve yurt dışında yaşayan eski tüfekler hakkında bir yazı dizisi hazırlamak üzere gittiği Avrupa'da tanıdığı güzel ve ürkek kadın. Umut'un babası bir zamanların yumruğu sıkılı, ayağı postallı, dilinde ve zihninde büyük bir ideali gezdiren devrimci adamı. Yıllar sonra Avrupa'da anlayacak, "kahrolsun-yaşasın diye haykırarak, lastik yakıp, kahvehane tarayarak, banka soyarak, sıradan insanları büyük bir idealin peşine takamayacağını" ve aslında "kurtarmak istediği insanlara da bir biçimde kötülük etmiş olduğu" gerçeğini!
Bu öyküde de Hızlı, yardımcı erkek oyuncu rolünde. Yine başkalarının acılarına tanık oluyor. Yine başkalarının acılarını çekiyor (ama salya sümük olmadan). Yine aşık oluyor fakat bu kez yatağa giremiyor sevdiği kadınla.
Necdet Şen, eski bir Türkiye hikâyesini göz önüne getiriyordu Deja Vu'da. Bir davaya inanmış, mücadele etmiş, şu ya da bu şekilde hem hep acı çekmiş hem de acı çektirmiş bir kuşağın iç hesaplaşmasını anlatıyor. O dönemin yumruğu havada gençleri gerçekten böyle bir iç hesaplaşmaya giriştiler mi bilinmez. Ama bilinen bir şey var: Oyun kaybedildi, hem de oyuncuların tamamı kaybetti. Bu oyunu da oyunun dışında yer alan, ellerinde kumandalarıyla, gıdıklı ve göbekli amcalar kazandı.
Değişim Rüzgarı...
Hızlı, fena halde kadın düşkünüdür (psikolojik bir zaaf belki?). Kadın, Hızlı'nın (aynı zamanda Şen'in bence) belki en çok yaralandığı konu. "Teflon tava gibiyim, hiçbir kadın bana tutunamıyor" diyor Şen. Hızlı'nın kadınlar karşısındaki durumu da bu cümle ile özetlenebilir. Hızlı da ne bir kadına tutunabiliyor ne de bir kadının ona tutunmasına müsaade ediyordu. Oğuz Atay'ın eserlerinde kadın olgusu ana tema olmadığı zamanlarda dahi örtük bir biçimde kendisini sürekli olarak hissettirir. Hızlı'nın serüvenlerinde de bu durumu gözlemek mümkün. Belki "tutunamayanlık" halini ortaya çıkaran etken de bu: Kadın!
Hızlı'nın entelektüel gelişimini bile en çok hızlandıran şey kadınlarla yaşadığı deneyimleri ve yaşadığı hayal kırıklıkları olmuştur. Kadın-erkek-aşk daha sonra öyküleşecektir. Mış Gibi bunun ön plana tam olarak çıktığı ilk örnek olarak görülebilir. Değişim Rüzgarı'nda ise konu derinleşecektir. İşin içine "Mimoza" girecektir... Bundan böyle düşünce balonunun bir tarafında "ohh!", diğer tarafında "off!" olan bir "Hızlı" okumaya başlayacaktır okuyucu.
Değişim Rüzgarı Şen'in Hürriyette çizdiği ilk ve tek öyküsü. Öykünün başlangıçtaki hareket noktası YDH idi. Fakat bir süre sonra, kafası pek karışık işadamı "Can Boynör"ün sıkıntı vermeye başlamasından olsa gerek Şen konuyu değiştirdi ve ilk kez Hızlı'nın özel yaşamını bütün teferruatıyla okumaya başlayacağımız bir öyküyle karşılaştık. İşi gücü bırakıp evinde kitap yazmaya çabalayan Hızlı, plazadaki televizyonların birinden iş teklifi alacak ve orada hayatının en bypass gerektiren kısmı ile yeniden karşılaşacaktır. Sevmek Birçok Şeyi Göze Almaktır'ı okumuş olanlar bahsettiğim şeyin ne, daha doğrusu kim olduğunu hemen tahmin edeceklerdir: Bayan Mimoza! Hızlının yaşamını değiştiren, Hızlı'yı en çok sarsan, yaralayan aşkı! Hızlı'nın yaşamında Mimoza ile beraberken dahi pek çok kadın girmiştir. Kadınlara karşı zaafının farkındadır lakin bunun önüne geçmeyi hiçbir zaman başaramaz. Ancak Mimoza'ya kadar zaman zaman üzülse-üzse de durumu idare edebilmiştir Hızlı. Oysa Mimoza'dan sonra kafası allak bullak olmuş, şaşkın, üzgün, sıkıntılı bir Hızlı ile karşılaşırız. Mimoza, Hızlı'nın "hayatının aşkı"dır.
Elbette Değişim Rüzgarı sadece Mimoza üzerinden yürümedi. Zaten öykü oldukça uzun solukluydu. Hattâ o denli uzun soluklu oldu ki işlerin en çok kızışmaya başladığı zamanda Hızlı'nın çizeri tası tarağı toparlayıp yine işi bıraktı. Öykünün sonunu tahmin etmek düştü okuyucuya. Halbuki Şen, bir dönem Hürriyette çalışmaktan çok mutlu olduğunu belirtiyordu.
Başka ne anlattı Şen, Değişim Rüzgarı'nda? Gençliğin cesur yeni dünya karşısındaki psikolojisi, ölen rock, aile ilişkileri ve fotoğrafların nostaljisi, Gencebay, Cem Karaca, cinsiyet değiştirmiş çocukluk arkadaşları, devlet-medya-güç mevzu, "derin" kuvvetler, şeyh eteği öpen siyasetçiler, Demirel, Ecevit, Altan'lar vs... Çok geniş bir yelpaze. Ama galiba en fazla, medyamız nasibini aldı bu öyküden. "Dersine iyi çalışmamış da olsa lokum gibi bacaklara sahip olmanın" televizyonculuk için, herhangi bir konuda en ufak bir entelektüel değerlendirme yapamayacak olsa da sağa sola sağlam sövmenin de gazetecilik için yeterli sayıldığı bir medyayı, göz önündeki isimleriyle -özellikle de Cumhuriyet tayfası- karikatürize etmekten, ti'ye almaktan çekinmeden anlattı Necdet Şen.
Tehlikeli Öykü: Memet ile Memo
Necdet Şen doksanlarda (yani Türkiye'nin Güneydoğusunun çok hareketli olduğu yıllarda) Jokerde bir öykü yayımladı: Memet ile Memo.
Uzak bir coğrafyada kaderlerine (!) terk edilmiş insanların ve memlekette ne dolaplar çevrildiğinden bihaber olan ya da "gerçek"lerin farkında da olsalar ellerinden yapacak bir şey gelmeyen gençlerin piyon, kapalı kapılar arkasında, ellerinde viski bardakları, rant peşinde göbeklilerin (medya patronu, gazeteci, politikacı, "güvenlikçi" vs.) ise vezir olduğu bir satranç oyununu anlattığı Memet ile Memo, Şen'in belki yüzü en asık ama belki de en "gerçek" öyküsü oldu. Birbirleri ile yaşıt, biri İstanbullu diğeri Doğu'lu iki gencin öyküsüdür bu öykü. Her ikisi de askerlik çagındadır. Memet istese de istemese de (ki istememektedir) askere gitmek ve ölmek ile (farklı bir coğrafyada doğmuş olsa bilardoda oyun arkadaşı olabileceği başka gençleri) öldürmek arasında seçim yapmak zorundadır. Memo'nun yapması gereken ise nerede öleceğine karar vermektir. O da kendi belirleyemediği şartlar gereği dağlara çıkmak zorunda kalacaktır. Çünkü birileri alnına şeffaf bir kalemle "ölmeli-öldürülmeli" yazmıştır bir kere. Esmerdir, saçı, kaşı karadır. Başka bir ırktandır Memo: Ölmeyi hak etmektedir. Ya üniforma ile ölecektir ya da başka bir kılıkla. Dağlarda karşılaşır Memet ile Memo, farklı kılıklarla. Öldürmezler birbirlerini, çünkü adına ölecekleri şeyi anlayamamaktadırlar. Neticede ölür Memo, Memet ise sakat kalır. Gençlerin ne adına öldüklerini, ne adına sakat kaldıklarını, daha doğrusu ölüme ya da sakat kalmaya yollanışlarını sorgular Şen. Yaşadıkları hayatta hiçbir şeyi kendi istekleri ile seçememiş olan insanları çizer. Doğunun, Güneydoğunun üzerine örtülmüş siyah zar kazındığında altından neler çıkacağını anlatır. Acıları anlatır. Öyküdeki "gerçeklik" bizim insanımızın evvelden tanıdığı bir gerçeklik değildir. Ağır Ceza'da yargılanmaya değer bir öyküdür Memet ile Memo. Yargılanır da! Ne hikmetse beraat eder, hattâ öyküsü örnek alınacak bir öykü olarak kayda geçer mahkeme tutanağında
Nereye Gidiyoruz, Gidiyorsunuz, Gidiyorlar?
Nereye bir yolculuğun öyküsü. Necdet Şen'in çocukluğundan, hattâ bugün pek hayırla anmadığı dedesinden başlayan bir serüven. Bir "Doğu'ya yolculuk" hikâyesi. Türkiye'den İran'a, Pakistan'a, Hindistan'a, Nepal'e uzanan bir yolculuk. Amacı "kaybolmak" olan bir seyahat. Nereye gideceğini bilemeyen kişi aynı zamanda her yere gidebilecek olan kişidir. Her yere gidebilecek bir psikoloji ve sınırlı bir para ile yola düşen, işini terk etmiş bir serüvencinin not defteri Nereye: "Sabahları uyandığında "ben neredeyim?" diye sormak nasıl bir hafifliktir bilir misin? Her sabah farklı bir tavana gülümsemek, taşıdığın anahtarların sayısını teke indirmek ne çeşit bir tazelik?" Doğunun mistik ve yoksul ülkelerine Türkiyeli göz ile bir bakış. Yoksulluğun ve sadeliğin yaşandığı diyarlarda kendini, geçmişini ve insanlığı (ve elbette en çok Türkiye'yi) sorgulayan aksi ve meraklı adam Şen'in okuyucuyla paylaştığı iç dünyası. Kitap tek kişinin öyküsünü anlatmıyor aslında. Birilerine yaşamlarına dair enteresan sorular soruyor; soruyu fark edebilecek birilerine...
- Nereye?
- Yanıtı nereden bileyim çocuk? Daha soruyu tam kavrayamadım ki...
Netice İtibarıyla
Necdet Şen'e ve Hızlı'ya ilişkin bir değerlendirmenin sonunda, aslında biz de bir "Ne Dediler?" bölümü yapmalıydık. (Hani şu Necdet Şen'in öykünün sonuna eklediği ve gelmesi muhtemel her tür eleştiriyi ironik bir üslupla peşinen düzelttiği bölüm!)
Necdet Şen önemli bir çizer... Anlattıkları bizim öykülerimiz. Senin, benim karşı komşunun, bakkalın, polisin, üst kattaki albayın, eski bir devrimci akrabanın, okulun en güzel kızının vs... Elbette o anlatmayı bizlerden daha iyi beceriyor, bizim öykülerimizi. Bu yüzden bu yazı onu ve kahramanını konu ediniyor. Şen, eğlendirmiyor; eğlencelik, çerezlik bir şeyler çizmiyor o. İnce bir şeyler anlatıyor: İçimizde bir yerleri kıpırdatacak, hafiften bir mide sancısı çekmemize neden olacak şeyler. Buna ihtiyacımız var! Bizi tahrik edecek ve kıpırdatabilecek bir şeylere! Bize akıllı laflar ettirecek öykülere. Yani tıpkı Şen'in dediği gibi: "Karikatürün yolu zekâ ile isyanın kesiştiği noktadan geçmiyorsa ne b.ka yarar ki o şey?"
Şen, "sağır kulaklara ulaşmaya" çabalamaya devam etmeli...
MÜNİR ALATİ
Kaderi: Huzursuzluk, hem de yaşamın her anında... Necdet Şen, en kestirme anlatımla bir "huzursuz adam." Sürekli olarak "anlam" arayan ve bunu, "anlamaktan yorulmuş" bir çizgi karakter (Hızlı Gazeteci) aracılığıyla insanlarla paylaşan bir çizer.
Şen'in anlattığı, betimlediği dünya "gerçek" olan dünya: Kaba gücün, savaşların, acıların, iktidarlann, küçük insanların, hormonlu hırsların, riyanın, aldatmalı, yaşantıların, "körleşme"lerin oluşturduğu bir gerçekliği hareket noktası olarak seçmiştir Necdet Şen. Tüm küçük hesaplara, kavgalara öfkelidir. "Adam gibi" daha doğrusu "insan olarak" yaşamak ister "Hızlı." Çoğu yerde vicdani bir yakarış olarak devreye girer onun sesi. Anlattıkları ise genelde "yaralanış" öyküleridir. Ne Şen ne de Hızlı, haksızlıklar, küçüklükler karşısında sakin duramazlar. "Patavatına hakim olamayan" insanlardır her ikisi de. Sivri dillidirler. Asabidirler. Her ne kadar ezilenin safında yer alıp iktidarı eleştiriyor, olaylara eleştirel bakabiliyor, "hakikat"e ulaşmaya çabalıyor olsa da -üstelik ortaya koyduğu "kıyamet kadar" çok sayıda çalışmaya rağmen- Şen'i bir "entelektüel" olarak anmamızı engelleyen bir özelliğe sahiptir: Aşırıya kaçmış bir öfke! Her ikisi de birer "üslup teröristi'dirler. Ne var ki ne derece öfkeli olurlarsa olsunlar insanlığın selameti adına, üzerinde yaşadığımız ve başka insanlarla paylaşamadığımız (!) dünya adına oldukça "önemli" konulardan bahsederler; üstelik "önemli" biri olamamak pahasına... (Belki de gerçekten "iyi" olmanın önemi, önemli biri olmanın iyiliğinden daha "önemli"dir Şen için...)
Necdet Şen, Türkiye'de yaşayan, Türkiye'de çalışan bir çizer. Sanatçı olarak diğer "başarılı" sanatçıların, daha doğrusu "dogru-dürüst bir şeyler" yapma gayreti içinde olan insanların kaderini paylaşıyor: Yalnız kalmak ve takdir görmemek. Elbette bir sanatçı olarak siz "benim takdir toplamak gibi bir çabam yok" diyebilirsiniz ama buna gerçekten inanır mısınız, işte bu pek belli olmaz.
Şen'in Okuyucusu...
İdeolojik olarak bulunduğu yerden memnun olan, yaşadığı hayatla herhangi bir sorunu bulunmayan insanlardan kurulu bir kitleye seslenmiyor Necdet Şen. O'nun iletişime geçmeye çalıştığı insanlar, dünya üzerinde olup biten her şeye karşı "duyarlı" insanlar (elbette ideal olarak). Sorulara cevap vermekten ziyade "doğru" soruları sormaya çalışıyor. Öykülerindeki duyarlı, naif, "eski dünya düzeni" insanları aracılığıyla okuyucuya yazı-çizi dili üzerinden "kardeşlik" teklifinde bulunuyor. Fakat bu "kardeşlik" de bir nevi "öfke kardeşliği." Şen, okuyucusundan olup biten çirkinliklere karşı en az kendisi kadar öfkeli olmasını istiyor gibi. Necdet Şen okuyucusunun belki de kafasını en çok karıştıran nokta da bu: Öykülerinde Küçük Prensten, Küçük Kara Balık'tan, Bach'tan söz eden, kadınlarla ilişkililerinden muzdarip, parasal mevzulardan nefret eden, "rock" dinleyen, maceraperest, "devrimci", anlatımı yer yer oldukça duygusallaşan "incelikler" insanı Şen (yani Hızlı), nasıl oluyor da öfkeyi bu denli ön plana çıkarabiliyor? Gerçi Şen, kimse ile "kavgalı" olmadığını belirtiyor zaman zaman. Ben, Şen'in öfkesini, onun yaşam kaynağı olarak görüyorum. Şayet Şen, bu derece öfkeli olmasaydı "üretken" bir çizer de olamazdı. Öfkesi onun üretmeye açık yanı.
"Giderim Buralardan..."
Çok sayıda gazete ve dergide çalıştı Necdet Şen. Gırgır'dan Joker'e, Güneş'ten Cumhuriyete, Hürriyete... Pek çok farklı konuda, çok sayıda öykü yayımladı. Öykülerinin bazıları kitaplaştı. Bazen siyasetten söz etti, bazen aşklardan, bazen de kendi iç dünyasından. Çalıştığı tüm gazete ve dergilerin içinde Şen'in yaşamına en çok etki eden yayın ise Cumhuriyet gazetesi olmuştur kanaatimce. Cumhuriyette çalışmaya başlaması da, yayımladığı (tamamladığı ve tamamlamadığı) öykülere gelen olumlu-olumsuz tepkiler de ve hattâ gazeteden ayrılışı da son derece önemli bir yere sahiptir Şen'in yaşantısında. Cumhuriyet'len olaylı daha doğrusu kavgalı bir biçimde ayrıldı. "Mış gib" yarım kaldı. Şen daha sonraki dönemlerde de başka yayınlarda olaylar yaşayacak, kavgalar edecekti (Değişim Rüzgarı, Hürriyet'te çalıştığı dönemde yarım bıraktığı bir diğer öykü). Gittiği yeni yerlerde daha önce çalıştığı isimlere sataşmaktan geri durmadı.
Çabuk sıkılmaktadır Necdet Şen çalıştığı yerlerden. Gönderdiği orijinal çizimleri baskıya verir vermez buruşturup çöpe atan sayfa sekreterlerinden sıkılmıştır. Türkiye'ye at gözlüğü ile bakan ideologlardan sıkılmıştır. Kamusal alana ait olması gereken köşesini lagaluga ile dolduran köşe yazarlarına-çizerlere-habercilere kızgındır. Çeker, gider! Arkasından konuşur insanlar. Kimi geri dönsün ister, kimi gittiğine sevinir, kimi kendi gazetesine çağırır, kimi söver... Ama yadsınamayacak bir durum vardır Şen için: Her ne kadar küçük insanlarla, küçük itişmelerle uğraşmak zorunda kaldıysa da, o, işini bir şekilde sürdürmüştür. Nereye'de şöyle bahseder gidişlerinden: "Ne mutlu sana çocuk, bugüne kadar sadece sevdiğin işlerle uğraştın. Para kendiliğinden geldi üç beş kuruş da olsa ve aldı başını gitti sonra. Ne mutlu sana ki benliğin mala mülke, şana şöhrete değil, yalnızca yapmacıksız şefkate ve süslenmemiş hakikate aç!" Evet, gerçekten de Şen iyi paralar kazanmıştır uzun zaman (şimdilerde "yoksul" olduğunu belirtiyor), üstelik sevdiği işi yapması karşılığında. Oysa sahip olduğu lüksü terk etti kaç kez. Acaba neden? Çizgi roman en sevdiği iştir Şen'in. Şen, çizgi romanı kendisine "dil" olsun diye seçtiğini söyler. Çünkü, "Sağır kulaklara ulaşma tutkusuna bundan daha kestirme bir yol yoktur. Meraksız kuru kalabalığın bilincine başka nasıl bir yolla varılabilir?" Başkaları adına çizgi romancıdır Şen! Ancak bir gün bu kuru kalabalığa söyleyecek sözü olmadığını fark eder ve gider. Aslında o'nu küstüren, gitmelere zorlayan şey bir yerde de "anlaşılamamak"tır.
Şen, sonraları Cumhuriyet'tekilere, diğer medya çalışanlarına ve özellikle de meslektaşlarına birkaç acı söz söyleyecektir Nereye'de. Meslektaşlarına çok kızmıştır. "Epeydir 'sahibinin sesi' marka çömez karikatüristler başrolde" der Şen. O'na göre "yaka iliklemekten, Abi Hazretleri'nin karşısında hazırolda durmaktan ve emirle karikatür yapmaktan utanmayan" çizerler sarmıştır ortalığı. Kendisini "sokak kedisi" olarak görüyor Şen, oysa artık herkes "ciğercinin kedisi" olmaya çabalamakta ona göre. Gerçekten de Necdet Şen onca parayı pulu, rahatı ve şöhreti terk etti. Peki ne uğruna? Şimdilerde kendi hazırladığı internet sitesinden ulaşıyor okuyucusuna. İnterneti "sansürsüz, sayfa sekretersiz, büyük patronsuz" buluyor. Peki, internetin okuyucu kitlesi klasik anlamda, çizgi roman okuyucusu ile bir tutulabilir mi? Sanal kimlikliler ve kuralsızlıklar arasında olmak bir özgürlük ya da rahatlık yaratır mı çizgi romancı için? Bence tartışılır.
Çizgi Romanda Bir "Tutunamayan": Hızlı Gazeteci
"Necdet Şen'in 'Hızlı Gazeteci' karakteri ile okuyucuya aktardığı olgu ve olaylar sanıyorum dünyadaki çizgi roman gelişmesinin Türkiye'deki özgün ve çok başarılı örneklerinden birini yansıtıyor" diyor Emre Kongar. Demek ki "Hızlı Gazeteci" önemli biri. İyi de kim bu adam, yani kimdir Hızlı Gazeteci?
Asıl adı Şaban. Gazeteci. "Hızlı" denilişine aldanmayın; bu, ona yavaşlığıyla alay etmek üzere takılmış bir isim. Alışılmadık bir gazeteci modeli ortaya koydu. Oğuz Atay'ın çizgiye dönüşmüş "Tutunamayan"ı! Yalnız adam Anti-plaza canavarı. Gerçekten de halkın yaşantısından soyutlanmış mekânlara dikilmiş yüksek, koridorları soğuk ve kimsenin kimseyle doğru dürüst bir ilişki içine girmediği modern gazete binalarının insanı değildir Hızlı. O, biraz daha eskilerin adamıdır. Yereldir ve içtendir. Kimi zaman öyküyü anlatan adam, kimi zamansa öykünün bizzat kendisidir. Aksi, sivri dilli, gözünü budaktan sakınmayan, dürüst, asi, kadın tutkunu, rock hastası, hayvan (en çok da kediler -kediler onun için 'kuyruklu birer melek!-) delisi ve işin aslı kusurlu bir tip. Kusurları olan biri, yani "herkes" gibi. Bir "hero", bir süper kahraman değil, inciniyor, kırılıyor, üzülüyor, aciz kalabiliyor, saçmalayabiliyor, "kötü" olabiliyor, yani zayıf yanları da olan biri. Olağanüstü güçlere sahip ya da olağanüstü zeki veya bir şeyleri "çoook" olan biri değil Hızlı. Onda çok olan şey, "çok olma arzusu." İdealist! Başlangıçtan beri Türkiye'nin sorunlarına değiniyor. Önceleri "denizciliğin sorunları", "üçkağıtçılık", "soygunculuk" gibi mevzularla ilgileniyordu. Elbette o dönem anlattıkları da önemli konulardı. Ama zamanla daha farklı konulara değinmeye başladı. Değişmeye başladı...
Hızlı, zaman içinde hem fiziksel olarak değişti (eskiye göre biraz daha erkeksi bir görüntüye sahip oldu fakat biraz daha hassaslaştı), hem de entelektüel açıdan bir gelişme kaydetti. Önceleri Türkiyeli, duyarlı genç bir gazeteci konuşuyordu; sonraları dünyalı bir modern filozof konuşur gibi oldu. Daha felsefik konuşmalar yapmaya başladı. Başlangıçta acar bir gazeteciydi Şaban. Gerçi o zamanlar bile devrimci jargondan konuştuğu oluyordu. Zaman geçtikçe çizgisi iyiden iyiye yerine oturmaya başladı. Hatları daha bir belirginleşti. Geçmişe nazaran, hayata daha uzaktan bakan, daha üzgün bir yüz çıktı ortaya. "Şaban" adını bile kullanmaz oldu bir müddet sonra. Sivri dilliliğinden ve sorgucu kafasından bir şey yitirmedi ama çok daha az gülümser oldu Oysa kendisi gülümseyişlerinin ıskalanmaması konusunda çok titizdi (Üstelik Necdet Şen'in gülümsemelere daha çok ihtiyaç duyduğu dönemlerde -Cumhuriyet'ten ayrılmasına yakın zaman- daha az gülümsemeye başladı kahramanı).
"Tokat" Tesirinde: Bacı
Bu öyküde Hızlı pek ortalıkta görülmez. Fazilet'in öyküsüdür bu; inandığı dava yüzünden hapse düşmüş, uzun yıllar içerde kaldıktan sonra, bir gün, tanımakta, uyum sağlamakta çok zorlanacağı bir dünyaya iniş yapmış devrimci bir genç kızın öyküsü... Evet, bir tokat gibi çarpar insanın yüzüne bu öykü. Bir dönemin gencecik insanlarının kirli bir oyuna nasıl sürüklendiklerini; hangi görüşe sahip olurlarsa olsunlar nasıl acı çektiklerini, kendilerini, insanlıklarını, gençliklerini, cinselliklerini dahi tanıyamadan "memleketin selametini sağlamak" üzere "büyük" işlere nasıl atıldıklarını ve nihayetinde nasıl hüsrana uğradıklarını görürsünüz "Bacı"da. Fazilet'in öyküsünü okursanız, Türkiye'nin yakın geçmişine ilişkin "yaşanmış" bir şeyler görürsünüz: Oyun, aldanmışlık ve acı! Baskıcı, zorba bir yönetime karşı mücadele ettiği için "içeri" düşmüştür Fazilet. Dışarı çıktıktan sonra değişen bir şey olmadığını görür. Yine işkence, pardon, "baskı" görür . Yine acılar çeker. Ve sonunda değişmeye başlar Fazilet. Hızlı ile birlikte onun değişimine tanık olursunuz. Modern dünyanın kurallarını bozmadan (yani bozamadan) oyuna katılma ve dayak yememe yönünde bir değişim.
Bacı çok ses getiren bir öykü oldu (elbette olumlu ve olumsuz sesler). Necdet Şen'in belki en çok sevilen, en nefret edilen, en çok övülen, en çok eleştirilen, en "Necdet de anti-marksist bir çizgiye saptı", en "sen sola ihanet eden bir döneksin" ya da en "birisi nihayet oyunu bozmaya teşebbüs etti", en "helal olsun" öyküsü... işin doğrusu Şen önemli hem de çok önemli bir iş yaptı Bacı ile. Sol'a görmeyi göze alamadığı şeyi aşırıya vardırarak gösterdi. Acıtmadığı için (sol'un sessiz ya da sesi "sol" olmayan çoğunluğunu hesaba katarak söylüyorum) önemsenmeyen fakat aslında şu an için bile tehlikeli olan yarayı (geçmişi yok sayma!) kaşıdı. Acıttı bir miktar, iyi yaptı. Teferruatla ilgilenmedi, sakin ve kendinden emin "oyun kirliydi ve çok acı çekildi!" dedi. "İyi" söyledi.
Mış Gibi: Fotokopi İnsanların Fotoğrafı...
Bizler eksiklerimizi kapatmakla ilgilenmiyoruz. Bunun yerine başkalarından çalıyor ve bizimmiş gibi yapıyoruz. Daha doğrusu bir tür kolaj yapıyoruz hepimiz gündelik hayatta: Çal-yapıştır tekniği! Okumuyoruz, düşünmüyoruz, duymuyoruz, hissetmiyoruz, sevmiyoruz vs... Okuyor-muş, düşünüyor-muş, duyuyor-muş gibi yapıyoruz. Ellerimizde kadehler lüks salonlarda düzenlenen kokteyllerde, sırtımızda pahalı elbiseler, yüzümüzde yapıştırma bir gülümseme, "varmış gibi" yapıyoruz. Taklidin en kötüsü, en hamı. Var mıyız, yoksa var "mış gibi" mi yapıyoruz? Necdet Şen, "Mış Gibi" yaptığımızı söylüyor. Entelektüelmiş gibiyiz, her şeyden bahsediyoruz, her şeyi eleştiriyoruz. Aşıkmış gibiyiz, öpüyoruz, seks yapıyoruz (ama sevişmiyoruz). Hassasmış gibiyiz, dünya umurumuzda değil, kesemizle ilgileniyoruz...
Mış Gibi, Şen'in Cumhuriyetle yayımlanan son öyküsüydü. Şen öyküyü tamamlayamadan gazeteden ayrıldı. Kadınlar, erkekler, cinsellik, aşk, para, iş, kültür, özetle bizim insanımızın gündelik yaşamda "mış gibi" yaptığı hemen her konuya bir parmak değdiriyordu Şen. Kendisine "gerçeklik" atfedilmiş "sahteliklere" değiniyordu. Tam hızını almıştı ki gazeteden ayrıldı. Öyküyü nasıl tamamlayacaktı? Kim bilir...
Keloğlan: Sivri Dilli Kahraman
Deli gönüllü, gani gönüllü, lafını kimseden esirgemeyen, iyi yürekli "Keloğlan"ın yolu, bir gün bizim büyük millet meclisine düşer; hem de milletvekili olarak... Sonra, "patavatsızlıkla dobralık arasında yürüyen" bir konuşma yaparak, milletvekillerine asli görevlerinin, başkan söylediğinde parmak kaldırmaktan çok daha öteye geçtiğini hatırlatır. İşte öykü böyle başlar. Dili çok sivri bir adam, toplum adına, toplum için "kuşları ürkütmeye" başlar. "Tehlikeli" konuşmalar yapar. Amacı basittir: Toplum yararı! Türkiyeli insanın hiç tanımadığı, daha evvel hiç karşılaşmamış olduğu bir politikacıdır "Doğan Önder". Başlangıçla çok şaşırtır herkesi. Konuşmaları aşırı derecede "sağlıklıdır". Kısa sürede sivrilir. Partisinin genel başkanı olur, hem de geleneksel siyasi üsluba baş kaldırarak! Korkusunu bir yana bırakarak, ileri doğru bir çıkış yapan, marjinal politikacı "keloğlan" sisteme yaklaştıkça işin aslında ne denli "değişmez" olduğunu görür. "Türkiye'de mevcut yapılanmalar var oldukça hiçbir şeyin değişmeyeceği"ni görür ve politikayı bırakır. Nihayetinde her şey eski haline döner: Kimsenin kuşları ürkütmediği, "toplumun susturulup evlere kapatıldığı" bir hâl!
Keloğlan bir siyaset eleştirisi. Türk siyasetini sadece belli bir zaman periyodunda sınırlı kalarak değil, çok uzun bir solukta ele alan, kavrayan bir eleştiri. Sisteme dair, yine, "tehlikeli" bir çıkarım. "Kusursuz olmadığını açık açık ortaya koyarak, yaraları kazıyarak, acıtarak konuşan, toplumcu bir siyasetçinin bizim memleket insanı için hazmı zor bir şey olduğu" gerçeğinin öyküsüdür Keloğlan. Necdet Şen'in bir türlü yaşayamadığımız "değişimi" anlattığı öyküsü...
Deja Vu...
"Avrupa'da yaşarken de Türkiyeli kimliğinle yaşıyorsun. Kimsesizlik duygusu insanı kemiriyor. Kaçmaktansa, gelip yüzleşmeye, bizi teslim almak isteyen yılgınlığa direnmeye geldim."
Bu sözler "Umut"a ait. Umut, yurt dışına kaçmış eski bir devrimcinin kızı. Babasının çektiği acıları paylaşmış, babasının mutsuzluğu yüzünden umutsuzluğa düşmüş bir genç kız. Hızlı'nın dil öğrenmek ve yurt dışında yaşayan eski tüfekler hakkında bir yazı dizisi hazırlamak üzere gittiği Avrupa'da tanıdığı güzel ve ürkek kadın. Umut'un babası bir zamanların yumruğu sıkılı, ayağı postallı, dilinde ve zihninde büyük bir ideali gezdiren devrimci adamı. Yıllar sonra Avrupa'da anlayacak, "kahrolsun-yaşasın diye haykırarak, lastik yakıp, kahvehane tarayarak, banka soyarak, sıradan insanları büyük bir idealin peşine takamayacağını" ve aslında "kurtarmak istediği insanlara da bir biçimde kötülük etmiş olduğu" gerçeğini!
Bu öyküde de Hızlı, yardımcı erkek oyuncu rolünde. Yine başkalarının acılarına tanık oluyor. Yine başkalarının acılarını çekiyor (ama salya sümük olmadan). Yine aşık oluyor fakat bu kez yatağa giremiyor sevdiği kadınla.
Necdet Şen, eski bir Türkiye hikâyesini göz önüne getiriyordu Deja Vu'da. Bir davaya inanmış, mücadele etmiş, şu ya da bu şekilde hem hep acı çekmiş hem de acı çektirmiş bir kuşağın iç hesaplaşmasını anlatıyor. O dönemin yumruğu havada gençleri gerçekten böyle bir iç hesaplaşmaya giriştiler mi bilinmez. Ama bilinen bir şey var: Oyun kaybedildi, hem de oyuncuların tamamı kaybetti. Bu oyunu da oyunun dışında yer alan, ellerinde kumandalarıyla, gıdıklı ve göbekli amcalar kazandı.
Değişim Rüzgarı...
Hızlı, fena halde kadın düşkünüdür (psikolojik bir zaaf belki?). Kadın, Hızlı'nın (aynı zamanda Şen'in bence) belki en çok yaralandığı konu. "Teflon tava gibiyim, hiçbir kadın bana tutunamıyor" diyor Şen. Hızlı'nın kadınlar karşısındaki durumu da bu cümle ile özetlenebilir. Hızlı da ne bir kadına tutunabiliyor ne de bir kadının ona tutunmasına müsaade ediyordu. Oğuz Atay'ın eserlerinde kadın olgusu ana tema olmadığı zamanlarda dahi örtük bir biçimde kendisini sürekli olarak hissettirir. Hızlı'nın serüvenlerinde de bu durumu gözlemek mümkün. Belki "tutunamayanlık" halini ortaya çıkaran etken de bu: Kadın!
Hızlı'nın entelektüel gelişimini bile en çok hızlandıran şey kadınlarla yaşadığı deneyimleri ve yaşadığı hayal kırıklıkları olmuştur. Kadın-erkek-aşk daha sonra öyküleşecektir. Mış Gibi bunun ön plana tam olarak çıktığı ilk örnek olarak görülebilir. Değişim Rüzgarı'nda ise konu derinleşecektir. İşin içine "Mimoza" girecektir... Bundan böyle düşünce balonunun bir tarafında "ohh!", diğer tarafında "off!" olan bir "Hızlı" okumaya başlayacaktır okuyucu.
Değişim Rüzgarı Şen'in Hürriyette çizdiği ilk ve tek öyküsü. Öykünün başlangıçtaki hareket noktası YDH idi. Fakat bir süre sonra, kafası pek karışık işadamı "Can Boynör"ün sıkıntı vermeye başlamasından olsa gerek Şen konuyu değiştirdi ve ilk kez Hızlı'nın özel yaşamını bütün teferruatıyla okumaya başlayacağımız bir öyküyle karşılaştık. İşi gücü bırakıp evinde kitap yazmaya çabalayan Hızlı, plazadaki televizyonların birinden iş teklifi alacak ve orada hayatının en bypass gerektiren kısmı ile yeniden karşılaşacaktır. Sevmek Birçok Şeyi Göze Almaktır'ı okumuş olanlar bahsettiğim şeyin ne, daha doğrusu kim olduğunu hemen tahmin edeceklerdir: Bayan Mimoza! Hızlının yaşamını değiştiren, Hızlı'yı en çok sarsan, yaralayan aşkı! Hızlı'nın yaşamında Mimoza ile beraberken dahi pek çok kadın girmiştir. Kadınlara karşı zaafının farkındadır lakin bunun önüne geçmeyi hiçbir zaman başaramaz. Ancak Mimoza'ya kadar zaman zaman üzülse-üzse de durumu idare edebilmiştir Hızlı. Oysa Mimoza'dan sonra kafası allak bullak olmuş, şaşkın, üzgün, sıkıntılı bir Hızlı ile karşılaşırız. Mimoza, Hızlı'nın "hayatının aşkı"dır.
Elbette Değişim Rüzgarı sadece Mimoza üzerinden yürümedi. Zaten öykü oldukça uzun solukluydu. Hattâ o denli uzun soluklu oldu ki işlerin en çok kızışmaya başladığı zamanda Hızlı'nın çizeri tası tarağı toparlayıp yine işi bıraktı. Öykünün sonunu tahmin etmek düştü okuyucuya. Halbuki Şen, bir dönem Hürriyette çalışmaktan çok mutlu olduğunu belirtiyordu.
Başka ne anlattı Şen, Değişim Rüzgarı'nda? Gençliğin cesur yeni dünya karşısındaki psikolojisi, ölen rock, aile ilişkileri ve fotoğrafların nostaljisi, Gencebay, Cem Karaca, cinsiyet değiştirmiş çocukluk arkadaşları, devlet-medya-güç mevzu, "derin" kuvvetler, şeyh eteği öpen siyasetçiler, Demirel, Ecevit, Altan'lar vs... Çok geniş bir yelpaze. Ama galiba en fazla, medyamız nasibini aldı bu öyküden. "Dersine iyi çalışmamış da olsa lokum gibi bacaklara sahip olmanın" televizyonculuk için, herhangi bir konuda en ufak bir entelektüel değerlendirme yapamayacak olsa da sağa sola sağlam sövmenin de gazetecilik için yeterli sayıldığı bir medyayı, göz önündeki isimleriyle -özellikle de Cumhuriyet tayfası- karikatürize etmekten, ti'ye almaktan çekinmeden anlattı Necdet Şen.
Tehlikeli Öykü: Memet ile Memo
Necdet Şen doksanlarda (yani Türkiye'nin Güneydoğusunun çok hareketli olduğu yıllarda) Jokerde bir öykü yayımladı: Memet ile Memo.
Uzak bir coğrafyada kaderlerine (!) terk edilmiş insanların ve memlekette ne dolaplar çevrildiğinden bihaber olan ya da "gerçek"lerin farkında da olsalar ellerinden yapacak bir şey gelmeyen gençlerin piyon, kapalı kapılar arkasında, ellerinde viski bardakları, rant peşinde göbeklilerin (medya patronu, gazeteci, politikacı, "güvenlikçi" vs.) ise vezir olduğu bir satranç oyununu anlattığı Memet ile Memo, Şen'in belki yüzü en asık ama belki de en "gerçek" öyküsü oldu. Birbirleri ile yaşıt, biri İstanbullu diğeri Doğu'lu iki gencin öyküsüdür bu öykü. Her ikisi de askerlik çagındadır. Memet istese de istemese de (ki istememektedir) askere gitmek ve ölmek ile (farklı bir coğrafyada doğmuş olsa bilardoda oyun arkadaşı olabileceği başka gençleri) öldürmek arasında seçim yapmak zorundadır. Memo'nun yapması gereken ise nerede öleceğine karar vermektir. O da kendi belirleyemediği şartlar gereği dağlara çıkmak zorunda kalacaktır. Çünkü birileri alnına şeffaf bir kalemle "ölmeli-öldürülmeli" yazmıştır bir kere. Esmerdir, saçı, kaşı karadır. Başka bir ırktandır Memo: Ölmeyi hak etmektedir. Ya üniforma ile ölecektir ya da başka bir kılıkla. Dağlarda karşılaşır Memet ile Memo, farklı kılıklarla. Öldürmezler birbirlerini, çünkü adına ölecekleri şeyi anlayamamaktadırlar. Neticede ölür Memo, Memet ise sakat kalır. Gençlerin ne adına öldüklerini, ne adına sakat kaldıklarını, daha doğrusu ölüme ya da sakat kalmaya yollanışlarını sorgular Şen. Yaşadıkları hayatta hiçbir şeyi kendi istekleri ile seçememiş olan insanları çizer. Doğunun, Güneydoğunun üzerine örtülmüş siyah zar kazındığında altından neler çıkacağını anlatır. Acıları anlatır. Öyküdeki "gerçeklik" bizim insanımızın evvelden tanıdığı bir gerçeklik değildir. Ağır Ceza'da yargılanmaya değer bir öyküdür Memet ile Memo. Yargılanır da! Ne hikmetse beraat eder, hattâ öyküsü örnek alınacak bir öykü olarak kayda geçer mahkeme tutanağında
Nereye Gidiyoruz, Gidiyorsunuz, Gidiyorlar?
Nereye bir yolculuğun öyküsü. Necdet Şen'in çocukluğundan, hattâ bugün pek hayırla anmadığı dedesinden başlayan bir serüven. Bir "Doğu'ya yolculuk" hikâyesi. Türkiye'den İran'a, Pakistan'a, Hindistan'a, Nepal'e uzanan bir yolculuk. Amacı "kaybolmak" olan bir seyahat. Nereye gideceğini bilemeyen kişi aynı zamanda her yere gidebilecek olan kişidir. Her yere gidebilecek bir psikoloji ve sınırlı bir para ile yola düşen, işini terk etmiş bir serüvencinin not defteri Nereye: "Sabahları uyandığında "ben neredeyim?" diye sormak nasıl bir hafifliktir bilir misin? Her sabah farklı bir tavana gülümsemek, taşıdığın anahtarların sayısını teke indirmek ne çeşit bir tazelik?" Doğunun mistik ve yoksul ülkelerine Türkiyeli göz ile bir bakış. Yoksulluğun ve sadeliğin yaşandığı diyarlarda kendini, geçmişini ve insanlığı (ve elbette en çok Türkiye'yi) sorgulayan aksi ve meraklı adam Şen'in okuyucuyla paylaştığı iç dünyası. Kitap tek kişinin öyküsünü anlatmıyor aslında. Birilerine yaşamlarına dair enteresan sorular soruyor; soruyu fark edebilecek birilerine...
- Nereye?
- Yanıtı nereden bileyim çocuk? Daha soruyu tam kavrayamadım ki...
Netice İtibarıyla
Necdet Şen'e ve Hızlı'ya ilişkin bir değerlendirmenin sonunda, aslında biz de bir "Ne Dediler?" bölümü yapmalıydık. (Hani şu Necdet Şen'in öykünün sonuna eklediği ve gelmesi muhtemel her tür eleştiriyi ironik bir üslupla peşinen düzelttiği bölüm!)
Necdet Şen önemli bir çizer... Anlattıkları bizim öykülerimiz. Senin, benim karşı komşunun, bakkalın, polisin, üst kattaki albayın, eski bir devrimci akrabanın, okulun en güzel kızının vs... Elbette o anlatmayı bizlerden daha iyi beceriyor, bizim öykülerimizi. Bu yüzden bu yazı onu ve kahramanını konu ediniyor. Şen, eğlendirmiyor; eğlencelik, çerezlik bir şeyler çizmiyor o. İnce bir şeyler anlatıyor: İçimizde bir yerleri kıpırdatacak, hafiften bir mide sancısı çekmemize neden olacak şeyler. Buna ihtiyacımız var! Bizi tahrik edecek ve kıpırdatabilecek bir şeylere! Bize akıllı laflar ettirecek öykülere. Yani tıpkı Şen'in dediği gibi: "Karikatürün yolu zekâ ile isyanın kesiştiği noktadan geçmiyorsa ne b.ka yarar ki o şey?"
Şen, "sağır kulaklara ulaşmaya" çabalamaya devam etmeli...
MÜNİR ALATİ