kemalettin
Onursal Üye
- 13 Eyl 2011
- 591
- 3,172
"Komplo Teorilerine Neden İnanırız" Kitabıyla ilgili bügünkü GazetePencere Pazar yazısı
“Dünyayı en güçlü 10 aile yönetiyormuş…”
“Lozan Antlaşması’nın herkesten gizlenen maddeleri var ve 2023 yılında geçerliliklerini yitirecekler.”
“Dünya aslında düzmüş, bizden bu gerçeği saklıyorlarmış…”
“Turgut Özal’ı dış güçler öldürdü.”
“İstanbul Boğazı’nın derinliklerinde 23 trilyon dolar değerinde ‘contorium’ var ama dış güçler çıkartmamıza izin vermiyor.”
“Kanserin tedavisi bulundu ama gizleniyor.”
“Koronavirüs aşıları yoluyla vücudumuza çip takarak bizi kontrol edeceklermiş… Bu aşılar kalp krizinin temel sebebi…”
“Aslında Ay’a hiç ayak basılmamış, o görüntüler bir stüdyoda çekilmiş…”
“Rock and Roll müziğin kralı Elvis Presley hiç ölmemiş, şöhretten sıkılıp ölü taklidi yapmış…”
“Prenses Diana aslında ölmedi. Kraliyet ailesi ve basının baskılarından kurtulmak için düzmece bir kaza ile ölmüş gibi davrandı.”
Ve daha niceleri… Bir nevi, Alice Harikalar Diyarı’ndaki Alice’in Beyaz Tavşan’ın peşine takılıp tavşan deliğinden aşağıya yuvarlanması gibi “harikalar diyarı”na geçiliyor.
Her gün ya aile içinde ya arkadaş çevresinde ya da sosyal medyada karşımıza çıkıyorlar. Bilimsel mantığa dayanmıyorlar. Zayıf argümanlarla destekleniyor; birbirleriyle alakasız olaylar arasında bağlantılar kuruyorlar. Karmaşık bir durumu basitleştirirken mutlaka “bazı güçlerin” bizden “bir şeyler” sakladığına inanılıyor ve bu da çoğu zaman toplumsal uyuma tehdit oluşturabiliyor.
Pandemi gibi doğru bilgiye erişimde sorunlar yaşandığı, “epistemik güvensizliğin” yaygınlaştığı, şeffaflığın çok fazla olmadığı, “insanın insanın kurdu olduğu”, otorite figürlerinin sizden doğruyu gizlediğini düşünmeye başladığınız toplumsal kriz anlarında bu teorilerin akacağı kanallar da çoğalıyor; değişen dinamikler sonucu “kartlar yeniden dağıtılıyor”, zira insanlar geleceklerine dair bir beka kaygısı içine giriyor, psikolojik iyi olma hallerini güçlendirmeye çabalıyor, işbirliği kurmanın zor olduğu bu dönemlerde “ortaklar” arıyor. Hele bu dönemde birisi bizden bir şeyler saklandığını ve aslında doğrunun çok farklı olduğunu söylerse zihnimiz “alarm” durumuna geçiyor.
İnsanlık Tarihi Kadar Eski
Komplo teorileri insanlık tarihinin ayrılmaz bir parçası olup finanstan sağlığa dek birçok alanda karar alma süreçlerini etkileyebiliyor, bu teorilere inananlar kendi aralarında bir ağ kuruyor (çünkü aynı ahlaki görüşlere sahip olduklarını düşünüp birbirlerini daha güvenilir buluyorlar) ve birbirlerini sürekli onaylıyorlar; ama şurası kesin ki doz aşımı olduğunda “kabak tadı” verebiliyor. İşi, Adana’da “Düz Dünya Derneği” kurmaya, ABD’de dünyanın düz olduğuna inanan insanlar kendileri gibi düşünen eş bulabilsin diye onlara özel çöpçatanlık siteleri açmaya dek vardırıyorlar.
Peki her şeyin başı “eğitim” ise ve komplo teorileri küçük yaş grupları arasında da giderek yaygınlaşıyorsa, bu tür teoriler karşısında bilgi okuryazarlığı eğitim yoluyla nasıl güçlendirilebilir? Bazı araştırmalara göre 13-17 yaş grubunda en az dört komplo teorisine inananların oranı yüzde 60 düzeyinde ise, bu konuda müfredatta nasıl bir dönüşüm ve “aydınlanma” sağlanabilir ki öğrenciler çevrelerini daha bilimsel düzeyde anlamlandırabilsin?
Kısaca, komplo teorileriyle mücadelede eğitim nasıl bir işlev gösterebilir?
Tam da bu konuya odaklanan, Öğretmen Ağı ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Merkezi (SEÇBİR) işbirliğinde geçtiğimiz günlerde gerçekleşen, Doç. Dr. Sinan Alper’in konuşmacı olduğu, Melisa Soran’ın moderasyonu ve Prof. Kenan Çayır’ın tartışmacı rolü ile güçlenen harika bir söyleşiye konuk oldum.
Sinan Alper ve Onurcan Yılmaz, yakın bir dönemde Komplo Teorilerine Neden İnanırız? başlıklı, komplo inançlarının psikolojisi üzerine çok değerli bir araştırmayı Doğan Kitap etiketiyle yayımladılar.
Zihnin bir “hata”sı (bug) değil, doğal bir “özelliği” (feature) olduğunu söylediği komplo teorisini “bir grup insanın halkı etkileyen olayları gizlice, kendi yararlarına ama başkalarının zararına olacak şekilde yönlendirdiğine dair inanç” şeklinde tanımlayan Alper’in “yolsuzluk seviyesi yüksek olan ülkelerde komplo inançlarının daha yüksek olduğunu” ve “bu ülkelerde eğitim seviyesi yükseldikçe komplo inançlarının azalmadığını” kanıtladığı
Kurumlara Güvenle Alakalı
Alper, seküler kurumların yeterince gelişmediği, yolsuzluğun yüksek olduğu, gelir dağılımının eşitsiz ilerlediği, vatandaşların otorite figürlerine güvenmediği toplumlarda, komplo teorilerinin kök saldığını, beyinlerin alarm haline geçerek makul görünen ama zayıf argümanlara dayalı açıklamaların yaygınlık kazandığını ileri sürüyor.
Dolayısıyla karşımızda sosyal psikolojiyi anlamak adına can kulağıyla dinlenmesi gereken bir uzman ve pürdikkat okunup altının çizilmesi gereken bir ortak kitap var.
Öncelikle, Alper’e göre, komplo teorilerine inanmak, çevremizde rastlantısal olarak dağıtılmış nesneler arasındaki örüntüleri kurup anlamlandırmaya çalışarak (tıpkı gökyüzündeki bulutlar veya yıldızları nesnelere benzetmek gibi) doğrudan hayatta kalmanızı sağlamaya dönük adaptif bir işleve sahip olsa da, bir yandan da toplumsal normlarla etkileşim içerisinde.
Ancak burada kritik bir nokta var: Evet, komplo teorileri kurumlara ve otorite figürlerine yönelik güvensizlikten besleniyor; ama koşulsuz, kanıta dayanmayan ve rasyonel gerekçelerden yoksun bir güvensizlik duymak da pek sağlıklı bir durum değil. Zira örneğin resmî kurumların da bilim dünyasının da “bilimsel otorite” olarak belirlediği uzmanlara güvenmemenin, buna karşılık doktor olmayan “alternatif” kişilerin kanıta dayanmayan iddiaları çerçevesinde sağlığın riske atılmasının, COVID-19 pandemisi sırasında sağlık alanında pompalanan komplo teorileri açısından yarattığı kaosu anımsıyoruz.
Alper, tehdit anlarında özellikle öngörülemeyen ve adaletsizliğin çok hissedildiği belirsiz ortamlarda yaşayan insanların etrafa bakıp örüntü aradığını, gelebilecek olası tehditlere karşı tetikte olarak şüpheci yaklaştıklarını belirterek, sezgisel düşünmeye eğimli insanların belirli inanç sistemleri geliştirerek etraflarında olası işbirliği partnerleri sınıflandırdıklarını ve belirsizliği komplo teorileriyle azalttıklarını söylüyor.
Örneğin toplantıya katılan bazı öğretmenler, gerek öğretmenler odasında gerekse sınıflarda sürekli olarak depreme dair komplo teorilerinin paylaşıldığını, çocukların da bu iddialar karşısında korkuya kapıldıklarını aktardılar.
Uzaylılarla İletişim Kuranlardan mısınız?
Zaten 2020 yılında yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’de halkın yüzde 41’i “insanların uzaylılarla iletişim kurduğuna ve bu gerçeğin halktan kasıtlı olarak saklandığına”, halkın yüzde 28’i de Ay’a hiç gidilmediğine inanıyor.
KONDA tarafından 2018 yılında yapılan bir anket çalışmasına göre, dindar muhafazakârların yarıdan fazlası, Lozan Antlaşması’nın 2023 yılında sona ereceğine inanırken, Türkiye toplumunun yüzde 48’i dünyayı beş büyük ailenin yönettiği algısına katılıyor.
“Öğrencilere düşünmeyi, bilimin temellerinden olan yanlışlanabilirlik ilkesini fark etmeyi, akıl yürütmeyi, derinlemesine düşünme becerisi kazanmayı, rasyonel mantıkla eleştirel ve analitik düşünmeyi öğretmek gerekiyor. Genel ortalamadan bakıldığında bu açıdan çok kötü durumdayız” diyor Sinan Alper.
Ayrıca komplo teorilerinin yayılma tekniklerine karşı öğrencileri önceden bilgilendirmek de ileride karşılaşacakları olası yanlış bilgilere karşı bilinçlenmeleri, şüphe kaslarının gelişmesi, 21’inci yüzyıl becerilerinin özellikle ortaokul çağından itibaren net bir şekilde kazandırılması açısından önemli. Çünkü hiçbir komplo teorisi masum değil; bir komplo teorisine inanan kişinin, içeriği ne olursa olsun başka bir komplo teorisine inancı da repertuardaki diğer komplo teorilerine maruziyet ihtimali de artıyor.
“Negatif duygu ve korku, komplo teorilerinde çok kullanılır. Videolarında arkada hep gerilim müziği kullanılır. Bir şey size aşırı kaygı vermek istiyorsa, bu bir işarettir. Veya kendisinin bir alanda çok uzman olduğunu iddia eden ama diğer uzmanların uzmanlığını kabul etmediği şaibeli bir figür varsa, bu da bir işarettir” diyor Alper.
Komplo teorilerine karşı öğrencileri eğitirken ve onları yanlış bilgiden uzaklaştırmaya çalışırken, bu inançlarla dalga geçmek ise inanan kesimde ters etki yaratıp dışlanmışlık doğuruyor ve inançlarına daha sıkı sarılmalarına yol açıyor; çünkü kendilerini tehditlere karşı daha savunmasız görmeye başlıyorlar. Dolayısıyla öğrencileri bilimdışı inançlar konusunda eğitmek gerekiyor, kendileriyle dalga geçmek değil.
Ayrıca komplo teorisine konu olan iddiayı çürütmek üzere öğrencilere tarih bilgisinin doğru ve yansız bir şekilde aktarımı da önemli. Zira, örneğin altı yüzyıl önce Avrupa’daki Kara Veba Salgını Avrupa nüfusunun en az üçte birinin ölümüne sebep olurken, komplo teorileri yayan insanların, hastalığı Yahudilerin kasten yaydıklarını söylediklerini ve bu komplo teorisi yüzünden Avrupa’da yüzlerce Yahudi’nin vahşice öldürüldüğünü tarih bilgisinde öğrenen bir çocuk, komplo teorilerine inancın şiddet uygulamaya varan yönü hakkında daha duyarlı ve bilinçli hale gelir.
Eğitimde, “alternatif” bilgi kaynaklarının doğruluğunu test edecek bir okuryazarlık eğitimi de verilmesi önemli. Çünkü Alper ve Yılmaz’ın ortak kitaplarında da belirttikleri gibi, sahte bilimsel yöntemleri önerenler, genelde ilgi alanlarının uzmanları ve otorite pozisyonlarındaki kişiler olmasalar da, komplo inançları yüksek kişiler asıl uzmanlara güvenmediklerinden alternatif bilgi kaynaklarına yönelince, sahte bilimsel iddiaları daha inandırıcı buluyorlar.
Öte yandan komplo teorilerine karşı öğrenciler yaş gelişimlerine göre eğitilirlerse “biz” ve “öteki”, “iyi” ve “kötü” şeklinde keskin ayrımların hüküm sürdüğü, insanlar arasında sosyal teması yok eden komplo teorileri karşısında bilinçlenir ve toplumda yeni bir kutuplaşma hattının açılması da bu şekilde dizginlenir.
Dedektiflik Dürtüsü
Dolayısıyla komplo teorilerine karşı eğitilmek, üniversite diplomasına sahip olmakla bağlantılı değil. “Temel bilimsel eğitim”e sahip olan kişiler, komplo teorilerine daha az inanıyor, tutarsızlıkları bir “dedektif” edasıyla yakalayabiliyor.
Her ne kadar bilimsel okuryazarlığa dair eğitim arttıkça komplo teorilerine yönelik inanç azalsa ama sıfırlanmasa da, müfredata bilim okuryazarlığını güçlendirecek derslerin, müfredat-dışı etkinliklerin, konferansların dahil edilmesi ve hatta Dünya Sağlık Örgütü vb. kurumların daha önce yaptığı gibi bilgisayar oyunları yoluyla öğrencilerin komplo teorilerine karşı bilinçlenmelerinin sağlanması önemli. Çünkü geçmişte COVID-19 özelinde hazırlanan ve sadece beş dakika süren böyle bir oyun sonucunda katılımcılar, yanlış bilgilerin aslında ne kadar manipülatif olduğunu anlayıp yanlış ile doğru bilgiyi ayırma ve yanlış bilgiyi paylaşmama konusunda daha özgüvenli ve bilinçli hale gelmişlerdi.
Ne güzel demiş yazar Arthur Galson: “Yeterli kanıtlarla desteklenmeden ileri sürülen tuhaf iddialara karşı ihtiyatlı olmalıyız.”
Geçtiğimiz hafta, Dünya Aşı Haftası’ydı; ancak çocukluk aşılamalarında hızlı bir düşüş eğiliminin görüldüğü Türkiye’de aşıyla yıllar önce çözülmüş olan kızamığın yükseldiği konusunda uzmanlar uzun süredir uyarılarda bulunuyor. Her ne kadar otizm ile aşılar arasında bir bağlantı olmadığı net bir şekilde kanıtlanmış olsa da, yıllar önce yazılan ve eş yazarların bile makaleden desteklerini çektiği, kasıtlı bir şekilde yalan bir bilgiyi dolaşıma sokan bir yazının etkisi halen sürüyor ve birçok ülkede halkın önemli bir kısmı aşıların otizme sebep olduğuna inanıyor.
Benzer şekilde, çevremde de çocuğuna doğduğundan beri aşı yaptırmamış olmakla övünen, aile hekimlerinden gelen telefonları açmayarak “çocuğunun sağlığını koruduğunu” savunan anneleri işittikçe nutkum tutuluyordu; ancak Sinan Alper’i dinleyip bu kitabı okuduktan sonra, rasyonel olmayan kararların ardındaki etmenleri düşündüğümde aslında bunun pek de şaşırtıcı bir olgu olmadığını fark ettim.
Bunun, çocukluk dönemi aşılarının Batılıların casusluk faaliyetlerinin kılıfı olduğuna ve aşıların Müslümanları kısırlaştırmak için yapıldığına inanan Pakistan’daki bazı grupların komplo inançlarından ne farkı var? Hatta Afganistan’da birkaç yıl önce çocuk felci aşısı çalışmaları yürüten ekibi koruyan polis arabasına saldırı düzenlenmişti.
Benzer şekilde pandemi döneminde kamu sağlığını korumak için canı pahasına çalışan birçok hekime, özellikle de Esin Davutoğlu Şenol’a yönelik olarak ölüm tehdidine dek varan saldırıları, özellikle o dönemde sahte bilim inançlarının vardığı akıl almaz boyutları anımsayın… Komplo inançları, sizin çocuğunuzun iyiliğini düşünen hekimlere yönelik bir saldırıya dek varabiliyor.
“Düz dünyacıları” belirli bir yaştan sonra ikna etmek zor olabilir, eğitim sihirli bir reçete de değil; ama bilime ve veriye dayalı birçok gerçekliği erken yaşta, okul sıralarında, doğru ve etkin bir eğitimle vermek, Alper’in ifadesiyle “virüs bünyeyi enfekte etmeden önce eğitim yoluyla aşılama sağlamak”, öğrencileri komplo teorilerine karşı daha dirençli hale getirmek, şüphe kaslarını güçlendirmek, ileride yaşanabilecek birçok kutuplaşmanın, saldırganlığın, bilimdışılığın önüne geçmenin anahtarı…
Menekşe Tokyay
Komplo Teorilerinin Panzehri Eğitim Olabilir mi?
05 Mayıs 2024 Pazar“Dünyayı en güçlü 10 aile yönetiyormuş…”
“Lozan Antlaşması’nın herkesten gizlenen maddeleri var ve 2023 yılında geçerliliklerini yitirecekler.”
“Dünya aslında düzmüş, bizden bu gerçeği saklıyorlarmış…”
“Turgut Özal’ı dış güçler öldürdü.”
“İstanbul Boğazı’nın derinliklerinde 23 trilyon dolar değerinde ‘contorium’ var ama dış güçler çıkartmamıza izin vermiyor.”
“Kanserin tedavisi bulundu ama gizleniyor.”
“Koronavirüs aşıları yoluyla vücudumuza çip takarak bizi kontrol edeceklermiş… Bu aşılar kalp krizinin temel sebebi…”
“Aslında Ay’a hiç ayak basılmamış, o görüntüler bir stüdyoda çekilmiş…”
“Rock and Roll müziğin kralı Elvis Presley hiç ölmemiş, şöhretten sıkılıp ölü taklidi yapmış…”
“Prenses Diana aslında ölmedi. Kraliyet ailesi ve basının baskılarından kurtulmak için düzmece bir kaza ile ölmüş gibi davrandı.”
Ve daha niceleri… Bir nevi, Alice Harikalar Diyarı’ndaki Alice’in Beyaz Tavşan’ın peşine takılıp tavşan deliğinden aşağıya yuvarlanması gibi “harikalar diyarı”na geçiliyor.
Her gün ya aile içinde ya arkadaş çevresinde ya da sosyal medyada karşımıza çıkıyorlar. Bilimsel mantığa dayanmıyorlar. Zayıf argümanlarla destekleniyor; birbirleriyle alakasız olaylar arasında bağlantılar kuruyorlar. Karmaşık bir durumu basitleştirirken mutlaka “bazı güçlerin” bizden “bir şeyler” sakladığına inanılıyor ve bu da çoğu zaman toplumsal uyuma tehdit oluşturabiliyor.
Pandemi gibi doğru bilgiye erişimde sorunlar yaşandığı, “epistemik güvensizliğin” yaygınlaştığı, şeffaflığın çok fazla olmadığı, “insanın insanın kurdu olduğu”, otorite figürlerinin sizden doğruyu gizlediğini düşünmeye başladığınız toplumsal kriz anlarında bu teorilerin akacağı kanallar da çoğalıyor; değişen dinamikler sonucu “kartlar yeniden dağıtılıyor”, zira insanlar geleceklerine dair bir beka kaygısı içine giriyor, psikolojik iyi olma hallerini güçlendirmeye çabalıyor, işbirliği kurmanın zor olduğu bu dönemlerde “ortaklar” arıyor. Hele bu dönemde birisi bizden bir şeyler saklandığını ve aslında doğrunun çok farklı olduğunu söylerse zihnimiz “alarm” durumuna geçiyor.
İnsanlık Tarihi Kadar Eski
Komplo teorileri insanlık tarihinin ayrılmaz bir parçası olup finanstan sağlığa dek birçok alanda karar alma süreçlerini etkileyebiliyor, bu teorilere inananlar kendi aralarında bir ağ kuruyor (çünkü aynı ahlaki görüşlere sahip olduklarını düşünüp birbirlerini daha güvenilir buluyorlar) ve birbirlerini sürekli onaylıyorlar; ama şurası kesin ki doz aşımı olduğunda “kabak tadı” verebiliyor. İşi, Adana’da “Düz Dünya Derneği” kurmaya, ABD’de dünyanın düz olduğuna inanan insanlar kendileri gibi düşünen eş bulabilsin diye onlara özel çöpçatanlık siteleri açmaya dek vardırıyorlar.
Peki her şeyin başı “eğitim” ise ve komplo teorileri küçük yaş grupları arasında da giderek yaygınlaşıyorsa, bu tür teoriler karşısında bilgi okuryazarlığı eğitim yoluyla nasıl güçlendirilebilir? Bazı araştırmalara göre 13-17 yaş grubunda en az dört komplo teorisine inananların oranı yüzde 60 düzeyinde ise, bu konuda müfredatta nasıl bir dönüşüm ve “aydınlanma” sağlanabilir ki öğrenciler çevrelerini daha bilimsel düzeyde anlamlandırabilsin?
Kısaca, komplo teorileriyle mücadelede eğitim nasıl bir işlev gösterebilir?
Tam da bu konuya odaklanan, Öğretmen Ağı ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Merkezi (SEÇBİR) işbirliğinde geçtiğimiz günlerde gerçekleşen, Doç. Dr. Sinan Alper’in konuşmacı olduğu, Melisa Soran’ın moderasyonu ve Prof. Kenan Çayır’ın tartışmacı rolü ile güçlenen harika bir söyleşiye konuk oldum.
Sinan Alper ve Onurcan Yılmaz, yakın bir dönemde Komplo Teorilerine Neden İnanırız? başlıklı, komplo inançlarının psikolojisi üzerine çok değerli bir araştırmayı Doğan Kitap etiketiyle yayımladılar.
Zihnin bir “hata”sı (bug) değil, doğal bir “özelliği” (feature) olduğunu söylediği komplo teorisini “bir grup insanın halkı etkileyen olayları gizlice, kendi yararlarına ama başkalarının zararına olacak şekilde yönlendirdiğine dair inanç” şeklinde tanımlayan Alper’in “yolsuzluk seviyesi yüksek olan ülkelerde komplo inançlarının daha yüksek olduğunu” ve “bu ülkelerde eğitim seviyesi yükseldikçe komplo inançlarının azalmadığını” kanıtladığı
Ziyaretçiler için gizlenmiş link,görmek için
Giriş yap veya üye ol.
, sosyal psikoloji alanında Avrupa’nın önemli akademik kaynaklarından biri olan European Journal of Social Psychology’de 2022-2023 yılları arasında en çok atıf alan 10 makaleden biri oldu.Kurumlara Güvenle Alakalı
Alper, seküler kurumların yeterince gelişmediği, yolsuzluğun yüksek olduğu, gelir dağılımının eşitsiz ilerlediği, vatandaşların otorite figürlerine güvenmediği toplumlarda, komplo teorilerinin kök saldığını, beyinlerin alarm haline geçerek makul görünen ama zayıf argümanlara dayalı açıklamaların yaygınlık kazandığını ileri sürüyor.
Dolayısıyla karşımızda sosyal psikolojiyi anlamak adına can kulağıyla dinlenmesi gereken bir uzman ve pürdikkat okunup altının çizilmesi gereken bir ortak kitap var.
Öncelikle, Alper’e göre, komplo teorilerine inanmak, çevremizde rastlantısal olarak dağıtılmış nesneler arasındaki örüntüleri kurup anlamlandırmaya çalışarak (tıpkı gökyüzündeki bulutlar veya yıldızları nesnelere benzetmek gibi) doğrudan hayatta kalmanızı sağlamaya dönük adaptif bir işleve sahip olsa da, bir yandan da toplumsal normlarla etkileşim içerisinde.
Ancak burada kritik bir nokta var: Evet, komplo teorileri kurumlara ve otorite figürlerine yönelik güvensizlikten besleniyor; ama koşulsuz, kanıta dayanmayan ve rasyonel gerekçelerden yoksun bir güvensizlik duymak da pek sağlıklı bir durum değil. Zira örneğin resmî kurumların da bilim dünyasının da “bilimsel otorite” olarak belirlediği uzmanlara güvenmemenin, buna karşılık doktor olmayan “alternatif” kişilerin kanıta dayanmayan iddiaları çerçevesinde sağlığın riske atılmasının, COVID-19 pandemisi sırasında sağlık alanında pompalanan komplo teorileri açısından yarattığı kaosu anımsıyoruz.
Alper, tehdit anlarında özellikle öngörülemeyen ve adaletsizliğin çok hissedildiği belirsiz ortamlarda yaşayan insanların etrafa bakıp örüntü aradığını, gelebilecek olası tehditlere karşı tetikte olarak şüpheci yaklaştıklarını belirterek, sezgisel düşünmeye eğimli insanların belirli inanç sistemleri geliştirerek etraflarında olası işbirliği partnerleri sınıflandırdıklarını ve belirsizliği komplo teorileriyle azalttıklarını söylüyor.
Örneğin toplantıya katılan bazı öğretmenler, gerek öğretmenler odasında gerekse sınıflarda sürekli olarak depreme dair komplo teorilerinin paylaşıldığını, çocukların da bu iddialar karşısında korkuya kapıldıklarını aktardılar.
Uzaylılarla İletişim Kuranlardan mısınız?
Zaten 2020 yılında yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’de halkın yüzde 41’i “insanların uzaylılarla iletişim kurduğuna ve bu gerçeğin halktan kasıtlı olarak saklandığına”, halkın yüzde 28’i de Ay’a hiç gidilmediğine inanıyor.
KONDA tarafından 2018 yılında yapılan bir anket çalışmasına göre, dindar muhafazakârların yarıdan fazlası, Lozan Antlaşması’nın 2023 yılında sona ereceğine inanırken, Türkiye toplumunun yüzde 48’i dünyayı beş büyük ailenin yönettiği algısına katılıyor.
“Öğrencilere düşünmeyi, bilimin temellerinden olan yanlışlanabilirlik ilkesini fark etmeyi, akıl yürütmeyi, derinlemesine düşünme becerisi kazanmayı, rasyonel mantıkla eleştirel ve analitik düşünmeyi öğretmek gerekiyor. Genel ortalamadan bakıldığında bu açıdan çok kötü durumdayız” diyor Sinan Alper.
Ayrıca komplo teorilerinin yayılma tekniklerine karşı öğrencileri önceden bilgilendirmek de ileride karşılaşacakları olası yanlış bilgilere karşı bilinçlenmeleri, şüphe kaslarının gelişmesi, 21’inci yüzyıl becerilerinin özellikle ortaokul çağından itibaren net bir şekilde kazandırılması açısından önemli. Çünkü hiçbir komplo teorisi masum değil; bir komplo teorisine inanan kişinin, içeriği ne olursa olsun başka bir komplo teorisine inancı da repertuardaki diğer komplo teorilerine maruziyet ihtimali de artıyor.
“Negatif duygu ve korku, komplo teorilerinde çok kullanılır. Videolarında arkada hep gerilim müziği kullanılır. Bir şey size aşırı kaygı vermek istiyorsa, bu bir işarettir. Veya kendisinin bir alanda çok uzman olduğunu iddia eden ama diğer uzmanların uzmanlığını kabul etmediği şaibeli bir figür varsa, bu da bir işarettir” diyor Alper.
Komplo teorilerine karşı öğrencileri eğitirken ve onları yanlış bilgiden uzaklaştırmaya çalışırken, bu inançlarla dalga geçmek ise inanan kesimde ters etki yaratıp dışlanmışlık doğuruyor ve inançlarına daha sıkı sarılmalarına yol açıyor; çünkü kendilerini tehditlere karşı daha savunmasız görmeye başlıyorlar. Dolayısıyla öğrencileri bilimdışı inançlar konusunda eğitmek gerekiyor, kendileriyle dalga geçmek değil.
Ayrıca komplo teorisine konu olan iddiayı çürütmek üzere öğrencilere tarih bilgisinin doğru ve yansız bir şekilde aktarımı da önemli. Zira, örneğin altı yüzyıl önce Avrupa’daki Kara Veba Salgını Avrupa nüfusunun en az üçte birinin ölümüne sebep olurken, komplo teorileri yayan insanların, hastalığı Yahudilerin kasten yaydıklarını söylediklerini ve bu komplo teorisi yüzünden Avrupa’da yüzlerce Yahudi’nin vahşice öldürüldüğünü tarih bilgisinde öğrenen bir çocuk, komplo teorilerine inancın şiddet uygulamaya varan yönü hakkında daha duyarlı ve bilinçli hale gelir.
Eğitimde, “alternatif” bilgi kaynaklarının doğruluğunu test edecek bir okuryazarlık eğitimi de verilmesi önemli. Çünkü Alper ve Yılmaz’ın ortak kitaplarında da belirttikleri gibi, sahte bilimsel yöntemleri önerenler, genelde ilgi alanlarının uzmanları ve otorite pozisyonlarındaki kişiler olmasalar da, komplo inançları yüksek kişiler asıl uzmanlara güvenmediklerinden alternatif bilgi kaynaklarına yönelince, sahte bilimsel iddiaları daha inandırıcı buluyorlar.
Öte yandan komplo teorilerine karşı öğrenciler yaş gelişimlerine göre eğitilirlerse “biz” ve “öteki”, “iyi” ve “kötü” şeklinde keskin ayrımların hüküm sürdüğü, insanlar arasında sosyal teması yok eden komplo teorileri karşısında bilinçlenir ve toplumda yeni bir kutuplaşma hattının açılması da bu şekilde dizginlenir.
Dedektiflik Dürtüsü
Dolayısıyla komplo teorilerine karşı eğitilmek, üniversite diplomasına sahip olmakla bağlantılı değil. “Temel bilimsel eğitim”e sahip olan kişiler, komplo teorilerine daha az inanıyor, tutarsızlıkları bir “dedektif” edasıyla yakalayabiliyor.
Her ne kadar bilimsel okuryazarlığa dair eğitim arttıkça komplo teorilerine yönelik inanç azalsa ama sıfırlanmasa da, müfredata bilim okuryazarlığını güçlendirecek derslerin, müfredat-dışı etkinliklerin, konferansların dahil edilmesi ve hatta Dünya Sağlık Örgütü vb. kurumların daha önce yaptığı gibi bilgisayar oyunları yoluyla öğrencilerin komplo teorilerine karşı bilinçlenmelerinin sağlanması önemli. Çünkü geçmişte COVID-19 özelinde hazırlanan ve sadece beş dakika süren böyle bir oyun sonucunda katılımcılar, yanlış bilgilerin aslında ne kadar manipülatif olduğunu anlayıp yanlış ile doğru bilgiyi ayırma ve yanlış bilgiyi paylaşmama konusunda daha özgüvenli ve bilinçli hale gelmişlerdi.
Ne güzel demiş yazar Arthur Galson: “Yeterli kanıtlarla desteklenmeden ileri sürülen tuhaf iddialara karşı ihtiyatlı olmalıyız.”
Geçtiğimiz hafta, Dünya Aşı Haftası’ydı; ancak çocukluk aşılamalarında hızlı bir düşüş eğiliminin görüldüğü Türkiye’de aşıyla yıllar önce çözülmüş olan kızamığın yükseldiği konusunda uzmanlar uzun süredir uyarılarda bulunuyor. Her ne kadar otizm ile aşılar arasında bir bağlantı olmadığı net bir şekilde kanıtlanmış olsa da, yıllar önce yazılan ve eş yazarların bile makaleden desteklerini çektiği, kasıtlı bir şekilde yalan bir bilgiyi dolaşıma sokan bir yazının etkisi halen sürüyor ve birçok ülkede halkın önemli bir kısmı aşıların otizme sebep olduğuna inanıyor.
Benzer şekilde, çevremde de çocuğuna doğduğundan beri aşı yaptırmamış olmakla övünen, aile hekimlerinden gelen telefonları açmayarak “çocuğunun sağlığını koruduğunu” savunan anneleri işittikçe nutkum tutuluyordu; ancak Sinan Alper’i dinleyip bu kitabı okuduktan sonra, rasyonel olmayan kararların ardındaki etmenleri düşündüğümde aslında bunun pek de şaşırtıcı bir olgu olmadığını fark ettim.
Bunun, çocukluk dönemi aşılarının Batılıların casusluk faaliyetlerinin kılıfı olduğuna ve aşıların Müslümanları kısırlaştırmak için yapıldığına inanan Pakistan’daki bazı grupların komplo inançlarından ne farkı var? Hatta Afganistan’da birkaç yıl önce çocuk felci aşısı çalışmaları yürüten ekibi koruyan polis arabasına saldırı düzenlenmişti.
Benzer şekilde pandemi döneminde kamu sağlığını korumak için canı pahasına çalışan birçok hekime, özellikle de Esin Davutoğlu Şenol’a yönelik olarak ölüm tehdidine dek varan saldırıları, özellikle o dönemde sahte bilim inançlarının vardığı akıl almaz boyutları anımsayın… Komplo inançları, sizin çocuğunuzun iyiliğini düşünen hekimlere yönelik bir saldırıya dek varabiliyor.
“Düz dünyacıları” belirli bir yaştan sonra ikna etmek zor olabilir, eğitim sihirli bir reçete de değil; ama bilime ve veriye dayalı birçok gerçekliği erken yaşta, okul sıralarında, doğru ve etkin bir eğitimle vermek, Alper’in ifadesiyle “virüs bünyeyi enfekte etmeden önce eğitim yoluyla aşılama sağlamak”, öğrencileri komplo teorilerine karşı daha dirençli hale getirmek, şüphe kaslarını güçlendirmek, ileride yaşanabilecek birçok kutuplaşmanın, saldırganlığın, bilimdışılığın önüne geçmenin anahtarı…