2. Kitap: "TAKİP"
Dal rüzgarı affeder ama, kırılmıştır bir kere...
(İkinci kitap "Takip"ten bir alıntı)
Merhabalar Sevgili "Diyar"daşlarım...
Karabala'nın ilk kitabı "BASKIN"ın daha mürekkebi kurumamışken, ben ikincisinin "TAKİP"ine düştüm.
Türk çizgi romanında yeni bir soluk olan Karabala, çizgi roman dünyamıza sıkı bir giriş yaptı ve şimdilik 2. baskısını gerçekleştirdi...
Neydi Karabala'nın sırrı diye sormayacağım, çünkü bu ilk kitabı edinen çizgi-romansever dostlar bunun nedenini bizzat gördüler ve yaşadılar...
Karabala, 60'lar-70'ler'deki çizgi roman ruhunu yakaladığı gibi, genç kuşak okuyucuyu kucaklayacak sihirli bir formülü de aynı potada eritmeyi başardı: Mükemmel, akıcı ve sürükleyici bir anlatım...
Hikmet Yamansavaşçılar ustanın çizgilerini tartışmayacağım elbette. Bu bana değil, konunun üstatlarına düşer ki, onlar da zaten kitabın arka kapağında değerli görüşlerini paylaşmışlar... Ben sadece son okuyucu olarak, üstadın bu muhteşem çizgilerini bizden 37 yıl boyunca esirgemesine hayıflanabilirim... Ama hikayeyi aktarım biçimi, anlatım dili ve senaryoyla ilgili birkaç kelam edebilirim sanırım.
Bana göre, Karabala alışageldiğimiz öyküleme tarzının dışına çıkarak son derece akıcı bir kurgu ve adeta sinemasal bir dille karşımıza çıkıyor... Kitabı elinize aldığınızda bir solukta okuyup bitiriveriyorsunuz... Sonra, "Çok çabuk bitti yahu!" deyip ayrıntılı ikinci bir okumaya geçiyorsunuz...ki, böyle olunca, bu tarza alışık olmayan okuyucuya senaryo veya hikaye hafifmiş, yavanmış gibi gelebiliyor... Ancak bana göre çok sağlam bir hikayemiz var... İkinci kitabın senaryosuna göz atmış biri olarak söyleyebilirim ki, asıl can alıcı kısımlar ikinci kitapla birlikte başlıyor.
İkinci kitap "TAKİP" ile ilgili bir şeyler söylemeden önce, yeri gelmişken aklıma gelen bir fıkrayı aktarayım:
Hapishaneye yeni düşmüş bir adam, eski mahkumların her akşam toplanıp birbirlerine çeşitli rakamlar söyleyerek gülüşmelerine bir anlam verememiş. Kendine yakın bulduğu bir mahkuma sormuş: "Nedir bu? Her akşam toplanıp birbirinize 34, 41, 23, 64 gibi sayılar söyleyip gülüşüp duruyorsunuz?" Öbürü cevap vermiş: "Yıllardır bu çatı altındayız, birbirimize anlattığımız fıkraları artık ezberledik. Bu yüzden de onlara birer numara verdik. Bir rakam söylendiğinde ilgili fıkra aklımıza geliyor ve gülüyoruz... Yeni mahkum yememiş-içmemiş bütün fıkraların aslını ve numaralarını ezberlemiş... Yine bir akşam böyle bir toplaşma sırasında "Ben de bir tane anlatmak istiyorum" diye ortaya çıkmış... "Buyur anlat" demişler. Bizimki "54" demiş, kimsede ses yok. "47" demiş yine aynı... 65, 73, 96... Çıt yok...
Dayanamayarak "Eee niye gülmüyorsunuz ki?" diye sorunca, arkalardan bir mahkum cevap vermiş: "E birader, sen de hiç güzel anlatamıyorsun ki..."
İşte Hikmet Yamansavaşçılar'ın sırrı bu: Güzel anlatıyor...
İkinci kitap bize 37 yıldır çizmemiş bir ustanın, elinin pası gitmiş daha da muhteşem çizgileriyle "Merhaba" diyor...
Yeni bir kahramanı, öykünün diğer karakterlerini ve olayların geçtiği dünyayı anlatmayla ilgili zor kısımlar ilk kitapta aşılmıştır artık... Şimdi artık olaylara bodoslama dalabiliyoruz...
Şundan emin olabilirsiniz ki, ilkinden çok daha vurucu bir senaryo ve anlatım var bu kitapta... Üstat artık eteğindeki taşları bir bir dökmeye başlamış... Bir sayfayı okurken, sonrakini merak ettiğiniz, giderek ve ustaca gerilimin arttırıldığı bir öykü...
Karakterleri daha ayrıntılı olarak tanıyoruz ama didaktik bir anlatımla değil; Öykünün gidişatı içine serpiştirilmiş küçük ipuçlarıyla... Bu da anlatımın monotonlaşmasını ve temposunun düşmesini engelliyor... İlk sayfadan başlayarak balon şişiriliyor, şişiriliyor ve sonlara doğru görkemli bir şekilde patlatılıyor... Ve bu, ilk kitaptakinden bile daha başarılı bir atmosfer eşliğinde gerçekleşiyor... Kafamızdaki birçok soru yanıtını bulurken, 3. kitap öncesi yepyeni sorularla başbaşa kalıyoruz...
Kitabın konusuyla ilgili ipuçları vermeden ancak bu kadarını söyleyebiliyorum...
Kendi adıma 2. kitabı büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum.
Son olarak, kayiprihtim.org sitesinde Ümit Kireççi imzasıyla yayınlanmış bir yazıdan alıntı yapmak ve tamamen beni bağlayan karşı görüşlerimi aktarmak istiyorum...
(Yazının tamamına
(Alıntı - Ümit Kireççi)
"İkinci cilt fragmanına takıldı gözüm. Yeşilçam filmlerinden görmeye alıştığımız bir sahne gördüm. Ki bu benim çok zamandır düşündüğüm ve sevmediğim bir şeydir: Annenin çıplak çizilmesi. Yeşilçam filmlerinden bir ailenin, bir erkek karakterin namusudur annesi, bacısı, eşi, çocuğu. Sonra bunların başına taciz tecavüz gelir ve bir anda o namuslar çırılçıplak izleyiciye sunulur. Karakterle özdeşlik yakalamak ve onun acısını içte hissetmek yerine çıplak bedene odaklanan gözler bambaşka hayallere dalmaya itilir. Bu aynı zamanda çoğu erkek olan hedef kitlenin filmi izlemesi için de kullanıldığına inandığım bir ucuzluktur. Karabala’nın fragmanında aniden annesinin çıplak memelerini görmek bana bunu hatırlattı. Oysa “imlemek” çok daha etkili olabilecektir. İşkence göstermek, zarar görmüş uzuvlar, yüz v.s. Çıplaklık olayı bambaşka bir yere taşıyor. Benim görüşüm…"
Evet, ilk kitabın son bölümündeki, ikinci kitap fragmanıyla ilgili bu sözler...
Bu eleştiriye konu olan çizim de yazımın başında alıntıladığım resimdir.
Sayın Kireççi'nin yazısının tamamını okudum. Çoğunluğuna katıldığım doğru tespitlerde bulunmuş. Ancak yukarıda alıntıladığım bölüme pek katılabildiğimi söyleyemeyeceğim.
Doğrudur, çoğu eski Türk filminde bu konu istismar edilmiştir. Ancak şöyle de düşünmek lazım: Eğer bir duyguyu okuyucuya geçirmek istiyorsanız ilgili planı açıklıkla vermelisiniz... Görece olarak itici gelebilir ama orada bulunan topluluk içinde (köylüler veya askerler) Karabala'nın annesine (düştüğü çok acı verici duruma rağmen) bir 'kadın' olarak bakan kimse yok mudur? Anne, işkence gördükten sonra soyulup, teşhir edilerek cezalandırılmaktadır (!) Oradaki kitle de onu gerek bir anne, gerekse bir kadın olarak izlemektedirler... Peki o kitlenin duygularını nasıl paylaşacağız? Biz acaba bu çıplak kadına bakarken üzülecek mi, tiksinecek mi, hırslanacak mı, yoksa şehvet mi duyacağız?.. Bırakınız şehvet duymak isteyen duysun; o kişinin kendi sorunudur bu... Buradaki durum çıplaklık ve erotizm arasındaki fark gibi düşünülemez... Kaldı ki çizerimiz burada çok detaylı bir imgelemeye de girişmemiştir. Durum, dozunda ve olması gerektiği kadar aktarılmıştır. Bana göre de doğru olanıdır.
Bu da benim görüşümdür...
İkinci kitabı merak ve heyecanla beklerken üstada sevgilerimi yolluyor, ellerin dert görmesin diyorum...
Saygılarımla...
Karabala'nın ilk kitabı "BASKIN"ın daha mürekkebi kurumamışken, ben ikincisinin "TAKİP"ine düştüm.
Türk çizgi romanında yeni bir soluk olan Karabala, çizgi roman dünyamıza sıkı bir giriş yaptı ve şimdilik 2. baskısını gerçekleştirdi...
Neydi Karabala'nın sırrı diye sormayacağım, çünkü bu ilk kitabı edinen çizgi-romansever dostlar bunun nedenini bizzat gördüler ve yaşadılar...
Karabala, 60'lar-70'ler'deki çizgi roman ruhunu yakaladığı gibi, genç kuşak okuyucuyu kucaklayacak sihirli bir formülü de aynı potada eritmeyi başardı: Mükemmel, akıcı ve sürükleyici bir anlatım...
Hikmet Yamansavaşçılar ustanın çizgilerini tartışmayacağım elbette. Bu bana değil, konunun üstatlarına düşer ki, onlar da zaten kitabın arka kapağında değerli görüşlerini paylaşmışlar... Ben sadece son okuyucu olarak, üstadın bu muhteşem çizgilerini bizden 37 yıl boyunca esirgemesine hayıflanabilirim... Ama hikayeyi aktarım biçimi, anlatım dili ve senaryoyla ilgili birkaç kelam edebilirim sanırım.
Bana göre, Karabala alışageldiğimiz öyküleme tarzının dışına çıkarak son derece akıcı bir kurgu ve adeta sinemasal bir dille karşımıza çıkıyor... Kitabı elinize aldığınızda bir solukta okuyup bitiriveriyorsunuz... Sonra, "Çok çabuk bitti yahu!" deyip ayrıntılı ikinci bir okumaya geçiyorsunuz...ki, böyle olunca, bu tarza alışık olmayan okuyucuya senaryo veya hikaye hafifmiş, yavanmış gibi gelebiliyor... Ancak bana göre çok sağlam bir hikayemiz var... İkinci kitabın senaryosuna göz atmış biri olarak söyleyebilirim ki, asıl can alıcı kısımlar ikinci kitapla birlikte başlıyor.
İkinci kitap "TAKİP" ile ilgili bir şeyler söylemeden önce, yeri gelmişken aklıma gelen bir fıkrayı aktarayım:
Hapishaneye yeni düşmüş bir adam, eski mahkumların her akşam toplanıp birbirlerine çeşitli rakamlar söyleyerek gülüşmelerine bir anlam verememiş. Kendine yakın bulduğu bir mahkuma sormuş: "Nedir bu? Her akşam toplanıp birbirinize 34, 41, 23, 64 gibi sayılar söyleyip gülüşüp duruyorsunuz?" Öbürü cevap vermiş: "Yıllardır bu çatı altındayız, birbirimize anlattığımız fıkraları artık ezberledik. Bu yüzden de onlara birer numara verdik. Bir rakam söylendiğinde ilgili fıkra aklımıza geliyor ve gülüyoruz... Yeni mahkum yememiş-içmemiş bütün fıkraların aslını ve numaralarını ezberlemiş... Yine bir akşam böyle bir toplaşma sırasında "Ben de bir tane anlatmak istiyorum" diye ortaya çıkmış... "Buyur anlat" demişler. Bizimki "54" demiş, kimsede ses yok. "47" demiş yine aynı... 65, 73, 96... Çıt yok...
Dayanamayarak "Eee niye gülmüyorsunuz ki?" diye sorunca, arkalardan bir mahkum cevap vermiş: "E birader, sen de hiç güzel anlatamıyorsun ki..."
İşte Hikmet Yamansavaşçılar'ın sırrı bu: Güzel anlatıyor...
İkinci kitap bize 37 yıldır çizmemiş bir ustanın, elinin pası gitmiş daha da muhteşem çizgileriyle "Merhaba" diyor...
Yeni bir kahramanı, öykünün diğer karakterlerini ve olayların geçtiği dünyayı anlatmayla ilgili zor kısımlar ilk kitapta aşılmıştır artık... Şimdi artık olaylara bodoslama dalabiliyoruz...
Şundan emin olabilirsiniz ki, ilkinden çok daha vurucu bir senaryo ve anlatım var bu kitapta... Üstat artık eteğindeki taşları bir bir dökmeye başlamış... Bir sayfayı okurken, sonrakini merak ettiğiniz, giderek ve ustaca gerilimin arttırıldığı bir öykü...
Karakterleri daha ayrıntılı olarak tanıyoruz ama didaktik bir anlatımla değil; Öykünün gidişatı içine serpiştirilmiş küçük ipuçlarıyla... Bu da anlatımın monotonlaşmasını ve temposunun düşmesini engelliyor... İlk sayfadan başlayarak balon şişiriliyor, şişiriliyor ve sonlara doğru görkemli bir şekilde patlatılıyor... Ve bu, ilk kitaptakinden bile daha başarılı bir atmosfer eşliğinde gerçekleşiyor... Kafamızdaki birçok soru yanıtını bulurken, 3. kitap öncesi yepyeni sorularla başbaşa kalıyoruz...
Kitabın konusuyla ilgili ipuçları vermeden ancak bu kadarını söyleyebiliyorum...
Kendi adıma 2. kitabı büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum.
Son olarak, kayiprihtim.org sitesinde Ümit Kireççi imzasıyla yayınlanmış bir yazıdan alıntı yapmak ve tamamen beni bağlayan karşı görüşlerimi aktarmak istiyorum...
(Yazının tamamına
Ziyaretçiler için gizlenmiş link,görmek için
Giriş yap veya üye ol.
ulaşabilirsiniz.)(Alıntı - Ümit Kireççi)
"İkinci cilt fragmanına takıldı gözüm. Yeşilçam filmlerinden görmeye alıştığımız bir sahne gördüm. Ki bu benim çok zamandır düşündüğüm ve sevmediğim bir şeydir: Annenin çıplak çizilmesi. Yeşilçam filmlerinden bir ailenin, bir erkek karakterin namusudur annesi, bacısı, eşi, çocuğu. Sonra bunların başına taciz tecavüz gelir ve bir anda o namuslar çırılçıplak izleyiciye sunulur. Karakterle özdeşlik yakalamak ve onun acısını içte hissetmek yerine çıplak bedene odaklanan gözler bambaşka hayallere dalmaya itilir. Bu aynı zamanda çoğu erkek olan hedef kitlenin filmi izlemesi için de kullanıldığına inandığım bir ucuzluktur. Karabala’nın fragmanında aniden annesinin çıplak memelerini görmek bana bunu hatırlattı. Oysa “imlemek” çok daha etkili olabilecektir. İşkence göstermek, zarar görmüş uzuvlar, yüz v.s. Çıplaklık olayı bambaşka bir yere taşıyor. Benim görüşüm…"
Evet, ilk kitabın son bölümündeki, ikinci kitap fragmanıyla ilgili bu sözler...
Bu eleştiriye konu olan çizim de yazımın başında alıntıladığım resimdir.
Sayın Kireççi'nin yazısının tamamını okudum. Çoğunluğuna katıldığım doğru tespitlerde bulunmuş. Ancak yukarıda alıntıladığım bölüme pek katılabildiğimi söyleyemeyeceğim.
Doğrudur, çoğu eski Türk filminde bu konu istismar edilmiştir. Ancak şöyle de düşünmek lazım: Eğer bir duyguyu okuyucuya geçirmek istiyorsanız ilgili planı açıklıkla vermelisiniz... Görece olarak itici gelebilir ama orada bulunan topluluk içinde (köylüler veya askerler) Karabala'nın annesine (düştüğü çok acı verici duruma rağmen) bir 'kadın' olarak bakan kimse yok mudur? Anne, işkence gördükten sonra soyulup, teşhir edilerek cezalandırılmaktadır (!) Oradaki kitle de onu gerek bir anne, gerekse bir kadın olarak izlemektedirler... Peki o kitlenin duygularını nasıl paylaşacağız? Biz acaba bu çıplak kadına bakarken üzülecek mi, tiksinecek mi, hırslanacak mı, yoksa şehvet mi duyacağız?.. Bırakınız şehvet duymak isteyen duysun; o kişinin kendi sorunudur bu... Buradaki durum çıplaklık ve erotizm arasındaki fark gibi düşünülemez... Kaldı ki çizerimiz burada çok detaylı bir imgelemeye de girişmemiştir. Durum, dozunda ve olması gerektiği kadar aktarılmıştır. Bana göre de doğru olanıdır.
Bu da benim görüşümdür...
İkinci kitabı merak ve heyecanla beklerken üstada sevgilerimi yolluyor, ellerin dert görmesin diyorum...
Saygılarımla...
Son düzenleme: