İlk Tarihi Kahramanlık Dergimiz Geliyor
İlk yerli tarihi çizgi kahramanımızın doğumunun kaynaklarını araştırmak için iyice gerilere gidelim. Aradığımızı 1926 yılında buluyoruz. Resimli Mecmua isimli resimli çocuk dergisinin içinde bazı ufak tefek görevler alan ve küçük ebatlı destek resimler (vinyetler) hazırlayan Abdullah Ziya adlı gencin kızgın olduğu bir güne dönelim. Kızgındır, çünkü derginin yeni sayısı için düşünüp hazırladığı kapak, dergi yazarlarının alaycı tavırlarına maruz kalmıştır. Ancak pes etmez, onlara inat, çizdiği resimle bağlantılı bir de hikâye yazmaya başlar. Bu hikâye beğenilir ve derginin sonraki sayılarında Kızıltuğ adıyla tefrika olarak yayımlanır. Tahsin Demiray'ın sahibi olduğu Türkiye yayınevi, ileride Abdullah Ziya Kozanoğlu'nun peşisıra yazacağı kitapları okurlarına sunacak, böylelikle cumhuriyet döneminin tarihî romanlar furyası başlayacaktır.
İşte bu ilk hikâyede konu edilen Otsukarcı ve oğlu Kaan, Karaoğlan'ın öncüsü Kaan çizgi romanının temelini oluşturacaktır. Bu öykü, Orta Asyalı bir Türk gencinin, ancak önemli bir başarı kazandıktan sonra ad kazanılabilmesine ilişkin geleneğin varolduğu bir çağda, hiçbir yiğidin aramaya cesaret edemediği Cengiz Han'ın mezarını ve hazinelerini bulmaya çalışırken hiç görmediği babasıyla karşılaşmasını anlatır.
Karaoğlan'ın şaha kalkmış bir at üzerindeki, güleç yüzlü, uzun siyah saçları börkünden dışarı taşmış çizimiyle, ilk kez 1963 yılında Konya'da eve alınan günlük bir gazetede karşılaşmıştım. Beni mutlu kılan o heyecanı aynı şekilde bugün de duyumsuyorum. Çok yakında çıkacak bir çizgi roman dergisinin (o zamanlar mecmua denirdi) tanıtımıyla ilgili bir resimdi. Yine aynı yıllarda Ratip Tahir Burak, babasından edindiği deniz tutkusunu, bu konuda gördüğü eğitimle de destekleyerek Barbaroslar adlı dört kitaplık bir çalışmaya yansıtıyordu. Daha önce Akşam gazetesinde "Bize Barbaroslar Derler" adıyla yayımlanan Barbaroslar, aynı gazetede "Kırk Şehitler Kalesi", "Hilal ile Salip" gibi çok sayıda başarılı çalışması bulunan sanatçının kitap haline dönüştürülmüş tek eseriydi. Müthiş detaylı, kadırgaların özenle, büyük bir titizlikle çizildiği, deniz savaşlarının görkemini başarıyla aktaran bu çizgi roman, Barbaros Hayrettin Paşa'nın yaşantısının son dönemini ilginç bir kurgu içinde anlatıyordu.
Tarihi çizgi romanlar konusunda bir dönemeç olan Köroğlu, uzun ömürlü olmamakla birlikte başarılı bir ekip çalışmasıydı. Ağdalı-şairane anlatımı, türkü ve manilerle geçen durağan anlatımı başarısızlığın temel nedeniydi.
Bizleri çabucak fetheden Karaoğlan, daha sonraki yıllarda gördüm ki Tarzan çizgi romanının da ilk çizeri olan Amerikalı Harold Foster'in şövalye dünyasını anlattığı çeyrek asır kadar önceki klasik eseri Prince Vaillant'dan (Kahraman Prens) en azından ilk yıllarda fazlasıyla etkilenmişti. Hattâ bu etkilenmeye; açık açık çok sayıda kare kopya edildi de diyebiliriz.
O zamanların Arena Tiyatrosu'nun da sahibi olan Abdullah Ziya Kozanoğlu genç karikatür sanatçısı Suat Yalaz'ın çizgi romana geçmesini sağlamıştı. Tıpkı Ratip Tahir Burak'a yaptığı gibi bu sanatçıya da yardımcı oluyor, çok önceden romanını yazdığı Kaan'ın senaryolarını hazırlamak bir tarafa bu umut vaad eden çizere fotoğraf, resim gibi her türlü görsel malzemeyi de getiriyordu. İkisinin Akşam gazetesindeki birlikteliği üç yıl kadar sürmüş Kozanoğlu'nun şahsi işlerinin yoğunluğu nedeniyle Kaan devam ettirilememişti. Ama Suat Yalaz, Akşam gazetesinin sahibinin ısrarı üzerine çizgi romana devam etti ve Otsukarcı'nın Oğlu Kaan'dan Karaoğlan adlı bir başka karaktere geçiş yaptı. Fiziksel değişim (Kaan'ın gagamsı burnunun düzelmesi) Kaan'ın son iki macerasında başlamıştı zaten. Karaoğlan, ilk karakterin yalnızca bu açıdan değil davranış olarak da biraz rötuşlanmış haliydi. Kaan'daki fazla küstah hava kaldırılmıştı. Atletik, deli dolu, gözüpek ve mert bu Uygur genci, erkek çocuğuna ad koymanın bir törenle gerçekleştirildiği dönemde yaşamasına karşın böyle bir töreni görememişti. Görüldüğü üzere isim koyma konusu, Kaan çizgi romanının çıkış noktasıyla aynıydı. Karaoğlan el kadar çocuk iken annesi zengin bir bey tarafından kıskançlık nedeniyle acımasızca katledilmiş, yetişen babası onu kurtarırken yaralanmış ve çaresizlik içinde küçük oğlunu yaşlı bir ormancı ve ailesine emanet ederek oradan uzaklaşmıştı. Simsiyah saçlarından dolayı bu yaşlı karı koca ona Karaoğlan demişlerdi. Otuzlar ve kırkların alt metinle desteklenmiş orijinal eseri Prince Vaillant'dan farklı olarak Kaan ve Karaoğlan'da konuşma balonları ve hız-hareket çizgileri bulunuyordu. Dolayısıyla, orijinalden en azından çizim olarak belli bir süre yararlanan yerli eser(ler)de durağanlık kaybolmuş ve yerini gözardı edilemeyecek bir akıcılığa bırakmıştı. Sonraki yıllarda bu zorunlu etkilenme iyice azalıyordu. Karaoğlan maceralarında genelde fumettilerdeki maceranın ritmine ilişkin şablon aynen uygulanıyordu. Buna göre, maceralarda heyecanın yoğunlaştığı dönemlerde yan karakterler okura rahatlayabileceği, soluk alıp gülümseme imkânı sunuyordu. Bu hafif ama okuru huzura sevk eden bölümler daima yan karakterlerin bir zaafından, bir sakarlığından kaynaklanıyordu.
Karaoğlan'ın çizgi romandan sinemaya aktarılmak istendiği ve karaktere uygun bir aktör bulabilmek için hazırlanan dev afişlerin sokakları doldurduğu günlerden daha önce, bu siyah, uzun saçlı Uygur gencinin ilk benzeri piyasaya çıkmıştı bile. Yabancı bir çizgi romandan alınan ve başlangıcı etkileyici karelerle dolu olan Akbulut Kaan, piyasaya çıkmasından (22.06.1964) sonra Suat Yalaz'ın tepkisine neden olsa da, Ceylan Yayınları'nın çok sayıda kovboy çizgi romanı arasında kendine bir yer buluyor ve yayın hayatına devam ediyordu. Milattan 1071 yıl önce, Akbulut adındaki bir Türkün sağ kurtulduğu bir katliam sonrası Çinlilerle girdiği savaşı konu ederek başlayan bu çizgi roman tarihsel gerçeklerin uzağında seyrediyordu. Suat Yalaz'ın ilk eseri Kaan'ın adı da künyeye eklenince dergi epey bir tepki çekti. Yalnızca ressamı Nejat Erhan değil, yayıncısı Erdoğan Egeli de bundan nasibini aldı. Bir süre sonra ressam bir kenara çekilerek ve kendi yazdığı senaryoları Yücel Koksal (sonraların kapak ressamı) Metin Ünlüaykaç'ın resimlemesini sağladı. 55. sayıda, ilk sayfalarda Bozkurt adıyla yer almakta olan karakter kapağa yalnızca Kaan olarak çıktı. Oğuz Han efsanesini konu edinen bu çizgi romanın ressamı İsmet Kırdar'dı, çizgisi klasik-gerçekçi ve sağlam olmakla birlikte aynı ölçüde akıcı değildi.
Refet Kartal, Yücel Koksal ve Şahap Ayhan'ın kapak resimlerini hazırladığı Bahadır da bu benzerlerden biriydi. Bazı maceraların çizimini Şahap Usta üstleniyor ve yıllar öncesinin Alex Raymond'un çizgilerinden esinlenen ama sonradan kendine özgü bir hâl alan çizgi sayesinde memnuniyetle farkediliyordu. Sanatçı hem şiddet sahnelerini teferruatlandırmakta ustaydı (kolun kılıçla kesilmesi ve kesik bölümün kemiğe kadar gösterilmesi veya göze daldırılan parmakların iç bayıcı görüntüsünde olduğu gibi). Ama sanatçıyı diğer çizerlerin durağan çizgisinden ayıran ve genç okurları iyice heyecanlandıran farklılığı, sürekli kıvranan, eğilen, bükülen ve bir anlamda cinsel açlığını gösteren genç kızları, dolgun ve yuvarlak hatlarıyla müthiş erotik bir aura yaratarak vermesiydi. Diğer iç sayfa ressamları ise çarpıcı bölümler yaratamadılar. Temiz yürek, demir bilek, keskin göz, doğru sözün temsilcisi olarak gösterilen Bahadır'ın konuşmalarında kullanılan deyişler doğrusu bir alemdi. Kavga edip yumruk sallarken veya rakibine kılıç üşürürken "Hay salaklar", "çek elini düztaban" ya da "ayı yavrusu", "kılıç artığı" gibi argo yüklü sözlerle dolu bir konuşması vardı. Hele kendisine tutkun ve sevişmek isteyen bir kadına "Gel bakalım kuduruk hasba, gönlünü alalım" cinsinden bir cümleyle yanaşması derginin temel iddialarıyla tezat içindeydi.
Aynı yıllarda, okuyucular o dönemin İngiliz çizgi romanlarını yayımlayan bir dergi olan Kaplanda, Samim Utkun tarafından özenle çizilen dergi kapağının değiştiğini görüp şaşıracaklardı. Üstelik "Kaplan" logosu küçülerek alta inmiş, üstünde ise kapakta resmi görülen karakterin ismi yer alıyordu: Malkoçoğlu. Benim daha sonraki yıllarda İstanbul Saint Joseph Fransız Lisesinden İngilizce öğretmenim (Amerikan İngilizcesiyle konuşurdu) olan, dört beş sene evvel dediklerine göre bir ihmal sonucu kaybettiğimiz Ayhan Başoglu hazırlamıştı Malkoçoğlu'nu. Kendisinin belirttiğine göre böyle bir karakter yaratmayı askerliği sırasında Kore savaşı gazilerinin mezarlarını dolaştığı bir akşamüstü kafasına koymuşlu. Cumhuriyet gazetesi'nin göz bebeği olan Malkoçoğlu'nun asıl başarısı çizgi romanı sayesinde değil de, kısa sürede sinemaya uyarlanıp başrolünü Cüneyt Arkın'ın son derece yoğun hareket gerektiren sahnelerde dublör bile kullanmadan oynadığı filmler yoluyla geldi. Büyük şehirlerde bile orta sınıfın yoğun ilgisiyle karşılaşan bu filmler kahramanlık hikayeleriyle büyüyen Anadolu insanını da genç yaşlı sinemaya çekti.
Karaoğlan, Bahadır, Akbulut Kaan, Abdullah Turhan'ın çizdiği incecik bıyıklı ve benzerlerinin aksine kısa saçlı Viyana akıncılarından Alptekin (Yaz. Ahmet Kozanoğlu) ve yine aynı sanatçının uzun sarı saçlı, bıyıksız Tolgası gibi türün önemli çizgi roman karakterleri popülerleşerek, toplumsal anlamda çeşitli açılardan yetersiz olan görüntümüzün hilafına okurun bilinçaltına güven telkin ettiler. Abdullah Turhan'ın çizgi romanları sağlam ve akıcı çizgisiyle kendini belli ediyordu. Bu çalışmaların içeriğine baktığımızda çokça kavga, savaş, mücadele, mutlaka kahramanla bir kadın arasında yaşanan "tutku" ve bizim gibi gülmeceye meyilli bir topluma ilaç gibi gelen mizahi bölümler olmazsa olmaz unsurlar olarak görülüyordu. Bir başka çalışma Sezgin Burak'ın elinden çıkıyor ve türün tüm öncüleri gibi önce bir gazetede (Hürriyet) günlük tefrika halinde yayımlanıyordu. Belki sanatçısının yaşama bakışından dolayı daha ağır başlı, ciddi ve bu türün kimilerince en önemli örneği sayılan (belki birincisi, belki Karaoğlan'dan sonra ikincisi, ya da birlikte) Tarkan'dı bu yeni karakter. Daha önceki yıllarda Bahadır dergisi için de Şahap Ayhan'ın hazırladığı Hunlar Geliyor çizgi romanındaki aynı adlı, uzun sarı saçlı, sarkık bıyıklı bir tipten esinlenmiş miydi bilinmez ama anatomik hataları en alt düzeyde tutan, teferruatı ihmal etmeyen bir çizgi dünyası içinde, kurduyla birlikte dolaşan Hun savaşçısı Tarkan'ın maceraları gerilim doluydu. Diğer örneklerde kullanılan mizah dizide önemli ölçüde dışarıda bırakılıyor ve böylece maceralar daha sert bir görünüm sergiliyordu. Kendi adıma, hani nasıl Teks, çağdaşı olan westernleri olgun içeriğiyle çocuklaştırıyorsa, Tarkan'ın da tarihî kahramanlık türü çizgi romanlar içinde buna yakın bir farklılığa sahip olduğunu düşünmüşümdür. Mizahın eksikliği belki de Tarkan'ın daha öykülerin hemen başında "yalnız adam"ı sergilemesiyle başlar. Gerçi Kulke gibi müthiş ok atan cüce bir Hun savaşçısı ile yine çok iyi dövüşen ve Tarkan'a hayran güzel bir genç kız (Bige) çoğu macerada görülse de Tarkan tektir (daha sonraki maceralarda kardeşi Tan da çıkar, ancak okura yansıyan his bence Tarkan'ın yalnızlığıdır).
Tarkan dışındaki tarihî kahramanları ise, çevrelerindeki insanlarla oluşturdukları "olumlu" karakter kalabalığı ile, sosyal ilişkileri kuvvetli bir toplum olma özelliğimizi yansıtmaktadır. Genç okur tek bir kahramana odaklanıyor gibi gözükse de ana karakterin dostları maceralara tatlı, yumuşatıcı bir hava katıyor, bazen dört kişiden (Karaoğlan, Baybora, Balaban ve Çalık), bazen iki kişiden (Malkoçoğlu ve Ejder) oluşan bir "iyiler grubu", westernlerde olduğu gibi içteki paylaşma, dostluk, dayanışma gibi duyguların açığa çıkmasını sağlıyordu. Örneğin Karaoğlan'da baba oğul ilişkisi üzerine hoş şeyler söyleniyor, bir babanın hoşgörüsü ve oturmuşluğu ile kanı kaynayan oğlunun tezcanlılığı arasındaki saygı, sevgi ve güven kavramları aktarılıyordu. Yine Karaoğlan'da ilk kez bir kadın -çıtı pıtı, yankesici ve Karaoğlan'ın tatlı baş belası Bayırgülü- konumu (cinselliğe yaklaşımı, hırsızlık huyu vs.) belirsiz bile olsa hem bu çizgi romandaki diğer karakterler hem de o dönemin okuru tarafından içtenlikle karşılanıyordu.
Türün bütün kahramanlarının ortak özelliklerinden belki en önemlisi kadınlarla olan ilişkileridir. Kahramanlarımız her macerada mutlaka bir, hattâ zaman zaman iki gönül ilişkisi yaşamaktadırlar. Çoğunlukla yabancı bir ülkenin iktidarında bulunan bir prenses, bir kraliçe, kaçınılmaz olarak kahramana tutulur. Konaklanılan hanlarda ayyaş göbekli kocalarını umursamadan kahramanımızın odasına giriveren, pek de gönüllü olmadan evleneceği savaşçıyla buluşmadan önce gözyaşları içinde kahramanımızla ateşli bir gece geçiren kadınlar yığınladır. Karaoğlan'da yaşlı bir kadın, evlenmemiş ve evde kaldığını düşündüğü kızının kahramanımızla baş başa kalmasını sağlamak için evden uzaklaşır. Bu fiziksel birlikteliklerde genelde tutku vardır ama aşktan pek söz edilemez. Kahramanımız cephesinde aşkın oluşabileceği durumlarda da, özgür olma ve kendini dağlara ovalara vurma hissi galip gelir. Çünkü aşk, evliliği, bir sabitlemeyi gerektirmektedir ki hiçbiri aile kurup oturacak zihinsel seviyede değil gibidir.
Tarihî çizgi romanların yarattığı etki bakımından en önemli örneklerden biri de yine Abdullah Turhan'ın fırçasından çıkma, senaryolarını Rahmi Turan'ın yazdığı bildik esmer, bıyıklı, yağız diye tanımlanan Türk tipine uygun Kara Murat'tır. Bizlere Cengiz Han'dan çok daha yakın duran Fatih Sultan Mehmet'in fedaisi olan Kara Murat, serüvenlerine ünlü Vlad Prensi Kazıklı Voyvoda'nın hakkından gelerek başlıyor ve yine tarihî filmlerin sıkı oyuncusu Cüneyt Arkın'ın katkısıyla da orta sınıfın gönül kahramanı oluveriyordu.
Bu türün çizgi romanları biraz dikkatle incelendiğinde klişe niteliği kazanmış ve toplumumuzdaki sağlıksız bakış açısını yansıtması açısından önemli birtakım unsurlar vardır. Genel olarak yan karakterler, ana karakter/kahraman karşısında her açıdan daha yetersiz gösterilmektedir. Ana karakter gençtir, yirmi küsur yaşlarındadır. Uzun boyludur - en azından kesinlikle kısa değildir. Vücudunda bir dirhem yağ yoktur. Saçı genelde uzun ve gürdür, herhangi bir dökülme söz konusu değildir. İçki içmeyi bilse ve bu konuda çok dayanıklı olsa da -Tarkan haricinde- pek içki içmez. Ancak burada içkiden ziyade alkolün sonucunda oluşan sarhoşluk devre dışı bırakılır. Ana karakter yalan söylemez, kumar oynamaz, aşırı yemek yemez ve uyumaz. Yan karakterler ise bunlann tersi özelliklerle donatılmışlardır.
Bana en itici gelen ise bağımsız olarak yan karakterlerde kabul edilebilecek kimi fiziksel özelliklerin -şişman, kel, çirkin vs - giderek yan karakterin karşı cinsle ilişkilerinde de sanki yönlendirici birer nedenmiş gibi gösterilmesiydi. Ana karaktere güzel, çekici, düzgün vücutlu kadınlar reva görülürken, yan karakterlerle onlar gibi şişman, güzelliği ve yaşı geçmiş kadınlar eşleştirildi. Sanatçılar tarafından yapılan bu denkleştirmede sanki acımasız bir tavır saklıydı.
Okurun yan karakterlerin fiziksel yetersizlik ve zaaflarından, şaşkınlıklarından, sakarlıklarından doğan hadiselere gülmesine anlam veremediğim gibi bu eşleştirmeleri de hiç kabul edemedim. Karaoğlan'ın 77'de çıkan, tifdruk baskısıyla gerçekleştirilen ilk renkli serisinde, daha önceleri gerçekçi çizgiyle verilen Balaban'ın karikatürize bir çizgiyle kullanılması ve böylece gülmece bölümlerine katkı sağlanması bence bu hatayı iyice büyütüyordu. Millî beklentilere göz kırpan bu çizgi romanlarda, okur kazanma dürtüsünün de etkisiyle yaratılan şovenist söylem, bu biçimsel destek ile de kuvvetlendiriliyordu. Zorunlu olarak -ki klasik macera çizgi romanlarında genel kural gibidir- "kötü ve zalim karakterler"in fiziksel vurgusu, (dişlerin çarpık çurpuk olması, bağırırken ağızdan salyalar akması, gözlerin delice parlaması vb.) klişe unsurlarla gerçekleştirilmektedir ve "zihinsel-eylemsel kötülük" genel normlar açısından "fiziksel çirkinlik" ile desteklenmektedir. Dolayısıyla çocuk ve genç okurun bilinçaltında fiziksel mükemmeliyet (olumlu ana karakter bir erkek güzeliydi daima) ve olumlu değerler aynı terazi kefesine konuyordu. "İyi karakter" ile "kötü karakter" ayrımı keskin bir şekilde yapılıyor, kötünün iyinin tarafına doğru meyletmesi ya da iki kutup arasında gelgitler ve tonlara rastlamak neredeyse imkânsızlaşıyordu. İstisnai durum ise "kötü karakterler"in çoğunlukla ölüm anında veya hemen öncesinde "pişmanlık" yaşamalarıyla gerçekleşirdi. Sosyal tabakaların üst noktalarına doğru çıktığımızda ise iktidar ve zaaf arasında bağlar kurulduğu görülürdü. İktidarı kaybetmeme ve bu amaçla insana her kötülüğü yaptırabilecek hırs çoğu maceranın temel noktasını oluştururdu. Kadın karakterlerin bir kısmı (olumsuz olanlardan bahsediyoruz) sahip oldukları iktidarın nimetleri ile aşk arasında bazen bir kararsızlık yaşarlar ve bu tereddüt, kahramana rakip olan kadının okur nezdinde kötü erkek karakterlere kıyasla daha sempatik karşılanmasını sağlardı. Genelde Türk ulusundan olmayan bir tiplemenin zalim veya acımasız sıfatlarıyla değerlendirilme ihtimali daha fazladır.
Türün en popüler olduğu dönemlerde milliyetçilik duygusunu körükleyen çeşitli siyasi gelişmeler söz konusuydu. Tüm ülkeyi infiale sürükleyen Kıbrıs olaylarının ve bilhassa yetmişlerden sonra birbirini iyice yıpratan siyasi kanatlardan Sağ'ın bu türe ilgi göstermesi gibi unsurlar satışlarda etkili miydi, kestirmek çok zor. Sonuçta tarihî kahramanlık türü çizgi roman tarihimizde göz ardı edilemeyecek bir önem kazandı. O dönem, ailelerin şiddeti körükleyip Amerikan kültürünü yayıyor diye eleştirdikleri italyan kaynaklı Teksas, Tommiks gibi ürünlere karşı bu çizgi romanlar, panzehir olarak görülebiliyor, okunmalarında bir mahsur görülmüyordu. Peki, içeriklerinde şiddet daha mı azdı? Asla! Millî duyguların "kucaklandığı" bu çalışmalarda, şiddeti belirleyen unsurlardan birisi olan "kan", eleştiri alan Teksas, Tommiks, Tim, Kit Taylor gibi western çizgi romanlarında hiç gözükmez iken, tarihî kahramanlık türünün örneklerinde rahatlıkla kullanılıyor, böylece ölümcül ortamların etkisi kuvvetlendiriliyordu. Zaman zaman bilekten kesilen eller, kopan bir kafa, dövüş ve savaş sahnelerinin westernlerde olmayan şekilde daha gerçekçi çizilmesinin yanı sıra, erotizmi yok sayan yukarıdaki fumettilerin tersine maceralara mutlaka iki cins arasında gelişen tutku, kıskançlık ve sevişme sahnelerini yerleştiren bu çalışmalar, okur yaş ortalamasını yukarıya çekiyordu. Westernlerde "kadının" etkinliği çok azdı. Tarihî kahramanlık türünde ise kadın, önemli bir rol oynuyor, dişiliğini kimi zaman bariz bir şekilde silah olarak kullanarak iktidarı, en azından maceranın son düğümü çözülünceye kadar elinde tutabiliyordu. "Kadın"ın cinsel çekiciğiyle erkeğin zayıf noktasını ortaya çıkarması, Tarkan'da daha yoğun gözleniyordu. Bu Hun savaşçısının unutulmaz maceralarından birinde büyücü Goşa erkeğini yiyen bir "karadul" gibiydi. Onları hipnotize ederek kendisiyle sevişmelerini sağlıyor, sonra öldürtüyordu. Karelerde gezinen "erotik" olanı açacak olursak, iktidar ve aşk arasında aşkın (ve tutkunun) daima öne çıktığı bir ortam sunan, finaldeyse özgürlük ve aşkı karşı karşıya getirip özgürlüğün tercih edilmesiyle biten öyküler okuduk. Bir Türk erkeğinin yabancı bir kadınla birlikte olmasını gizli bir şovenizm duygusuyla izlerken bunun aksini bile düşünmedik. Zaten yabancı erkeklerin cinsellikle bağlantıları eğer iktidar sahibiyseler (Kral, prens gibi) her şeyden önce iktidarın kaptırılmaması veya iktidarın kuvvetlendirilmesi şeklindeydi. Bu amaçla düğünler yaparlar, gönlü olup olmadığına bakmadan komşu ülkenin kızıyla evlenme bağı kurarak imparatorluklarını sağlamlaştırma amacını güderlerdi. Yüksek tabakalardaki bu kişilerin ve tebalarının Türk kızlarıyla ilişkisi de çoğunlukla zor kullanma ve/veya tecavüz şeklinde oluyordu. Sanatçılar o dönemin şartları gereği milliyetleri ve cinsiyetleri ters yüz edip gösteremezlerdi. Tabi ki bütün bu seçimlerin/eşleştirmelenn söz konusu çizgi romanın yaşaması için zorunlu olduğu düşünülebilir. Böyle bir durumda da sanatçının okuru yönlendirmesinden, farklı alanlara taşıyıp düşündürmesinden ziyade okurun başta siyasal olmak üzere, sosyal, kültürel eğilimlerini değerlendirip maceraları buna göre ticari olarak şekillendirdiği söylenebilir Öte yandan, unutulmamalı kî bu çizgi romanların yayımlandığı dönemlerde Türk filmlerindeki kötü adamlar reel hayatta "sen kızlarımıza nasıl tecavuz edersin, namussuz?" denilerek saldırıya uğramaktadır.
Sonuç
Bu kadar sözden ve bunca yıldan sonra türün çizgi romanlarının bende ne bıraktıklarını şöyle özetleyebilirim. Hazırlanışlarında çok emek sarfedılen, ancak sıkı bir ekip çalışmasına yönelin(e)memesinden kaynaklanan yetersizlikler ve hatalar barındıran, farklı olmaya çalışsalar da klişelere yenik düşen bu çizgi romanlar hakkında en azından bu çerçevede konuşmak istemiyorum. Nasıl olduğunu bilemem ama bu çizgi romanlar (mukayese yaptığım yabancı örnekler de dahil) dostluk gibi, iyilik gibi, onur gibi haksızlığa az veya çok tepki vermek gibi birtakım kaybedilmemesi gereken -bence çok önemli- değerleri karelerden okurlara doğru taşıdılar. Bir dönemin şarkıcılarını, film yıldızlarını siyasi yelpazede bir yere oturtmaya kalkanlar çizgi roman kahramanları için de zaman zaman bu sınıflamayı yapmak istediler. Biz çocuk ve gençlerin hemen bütün örnekleri (yerli, yabancı, macera, erotik, western, tarihî kahramanlık, mizahî, masal vs.) bu ayrımı yapmadan tükettiğimizi unuttular diye düşünüyorum. Dolayısıyla ben bugün, 44 yaşında, çizgi romanı, bir çocuk ya da gencin hissiyatıyla, büyüklerin ön yargılarından uzak, çok bilen eleştirmen kimliğinden çok çok uzak bir gözle değerlendirmek istiyorum, Herhalde başka bir söz söylemem gerekmiyor.
HÜSNÜ ÇORUK
İlk yerli tarihi çizgi kahramanımızın doğumunun kaynaklarını araştırmak için iyice gerilere gidelim. Aradığımızı 1926 yılında buluyoruz. Resimli Mecmua isimli resimli çocuk dergisinin içinde bazı ufak tefek görevler alan ve küçük ebatlı destek resimler (vinyetler) hazırlayan Abdullah Ziya adlı gencin kızgın olduğu bir güne dönelim. Kızgındır, çünkü derginin yeni sayısı için düşünüp hazırladığı kapak, dergi yazarlarının alaycı tavırlarına maruz kalmıştır. Ancak pes etmez, onlara inat, çizdiği resimle bağlantılı bir de hikâye yazmaya başlar. Bu hikâye beğenilir ve derginin sonraki sayılarında Kızıltuğ adıyla tefrika olarak yayımlanır. Tahsin Demiray'ın sahibi olduğu Türkiye yayınevi, ileride Abdullah Ziya Kozanoğlu'nun peşisıra yazacağı kitapları okurlarına sunacak, böylelikle cumhuriyet döneminin tarihî romanlar furyası başlayacaktır.
İşte bu ilk hikâyede konu edilen Otsukarcı ve oğlu Kaan, Karaoğlan'ın öncüsü Kaan çizgi romanının temelini oluşturacaktır. Bu öykü, Orta Asyalı bir Türk gencinin, ancak önemli bir başarı kazandıktan sonra ad kazanılabilmesine ilişkin geleneğin varolduğu bir çağda, hiçbir yiğidin aramaya cesaret edemediği Cengiz Han'ın mezarını ve hazinelerini bulmaya çalışırken hiç görmediği babasıyla karşılaşmasını anlatır.
Karaoğlan'ın şaha kalkmış bir at üzerindeki, güleç yüzlü, uzun siyah saçları börkünden dışarı taşmış çizimiyle, ilk kez 1963 yılında Konya'da eve alınan günlük bir gazetede karşılaşmıştım. Beni mutlu kılan o heyecanı aynı şekilde bugün de duyumsuyorum. Çok yakında çıkacak bir çizgi roman dergisinin (o zamanlar mecmua denirdi) tanıtımıyla ilgili bir resimdi. Yine aynı yıllarda Ratip Tahir Burak, babasından edindiği deniz tutkusunu, bu konuda gördüğü eğitimle de destekleyerek Barbaroslar adlı dört kitaplık bir çalışmaya yansıtıyordu. Daha önce Akşam gazetesinde "Bize Barbaroslar Derler" adıyla yayımlanan Barbaroslar, aynı gazetede "Kırk Şehitler Kalesi", "Hilal ile Salip" gibi çok sayıda başarılı çalışması bulunan sanatçının kitap haline dönüştürülmüş tek eseriydi. Müthiş detaylı, kadırgaların özenle, büyük bir titizlikle çizildiği, deniz savaşlarının görkemini başarıyla aktaran bu çizgi roman, Barbaros Hayrettin Paşa'nın yaşantısının son dönemini ilginç bir kurgu içinde anlatıyordu.
Tarihi çizgi romanlar konusunda bir dönemeç olan Köroğlu, uzun ömürlü olmamakla birlikte başarılı bir ekip çalışmasıydı. Ağdalı-şairane anlatımı, türkü ve manilerle geçen durağan anlatımı başarısızlığın temel nedeniydi.
Bizleri çabucak fetheden Karaoğlan, daha sonraki yıllarda gördüm ki Tarzan çizgi romanının da ilk çizeri olan Amerikalı Harold Foster'in şövalye dünyasını anlattığı çeyrek asır kadar önceki klasik eseri Prince Vaillant'dan (Kahraman Prens) en azından ilk yıllarda fazlasıyla etkilenmişti. Hattâ bu etkilenmeye; açık açık çok sayıda kare kopya edildi de diyebiliriz.
O zamanların Arena Tiyatrosu'nun da sahibi olan Abdullah Ziya Kozanoğlu genç karikatür sanatçısı Suat Yalaz'ın çizgi romana geçmesini sağlamıştı. Tıpkı Ratip Tahir Burak'a yaptığı gibi bu sanatçıya da yardımcı oluyor, çok önceden romanını yazdığı Kaan'ın senaryolarını hazırlamak bir tarafa bu umut vaad eden çizere fotoğraf, resim gibi her türlü görsel malzemeyi de getiriyordu. İkisinin Akşam gazetesindeki birlikteliği üç yıl kadar sürmüş Kozanoğlu'nun şahsi işlerinin yoğunluğu nedeniyle Kaan devam ettirilememişti. Ama Suat Yalaz, Akşam gazetesinin sahibinin ısrarı üzerine çizgi romana devam etti ve Otsukarcı'nın Oğlu Kaan'dan Karaoğlan adlı bir başka karaktere geçiş yaptı. Fiziksel değişim (Kaan'ın gagamsı burnunun düzelmesi) Kaan'ın son iki macerasında başlamıştı zaten. Karaoğlan, ilk karakterin yalnızca bu açıdan değil davranış olarak da biraz rötuşlanmış haliydi. Kaan'daki fazla küstah hava kaldırılmıştı. Atletik, deli dolu, gözüpek ve mert bu Uygur genci, erkek çocuğuna ad koymanın bir törenle gerçekleştirildiği dönemde yaşamasına karşın böyle bir töreni görememişti. Görüldüğü üzere isim koyma konusu, Kaan çizgi romanının çıkış noktasıyla aynıydı. Karaoğlan el kadar çocuk iken annesi zengin bir bey tarafından kıskançlık nedeniyle acımasızca katledilmiş, yetişen babası onu kurtarırken yaralanmış ve çaresizlik içinde küçük oğlunu yaşlı bir ormancı ve ailesine emanet ederek oradan uzaklaşmıştı. Simsiyah saçlarından dolayı bu yaşlı karı koca ona Karaoğlan demişlerdi. Otuzlar ve kırkların alt metinle desteklenmiş orijinal eseri Prince Vaillant'dan farklı olarak Kaan ve Karaoğlan'da konuşma balonları ve hız-hareket çizgileri bulunuyordu. Dolayısıyla, orijinalden en azından çizim olarak belli bir süre yararlanan yerli eser(ler)de durağanlık kaybolmuş ve yerini gözardı edilemeyecek bir akıcılığa bırakmıştı. Sonraki yıllarda bu zorunlu etkilenme iyice azalıyordu. Karaoğlan maceralarında genelde fumettilerdeki maceranın ritmine ilişkin şablon aynen uygulanıyordu. Buna göre, maceralarda heyecanın yoğunlaştığı dönemlerde yan karakterler okura rahatlayabileceği, soluk alıp gülümseme imkânı sunuyordu. Bu hafif ama okuru huzura sevk eden bölümler daima yan karakterlerin bir zaafından, bir sakarlığından kaynaklanıyordu.
Karaoğlan'ın çizgi romandan sinemaya aktarılmak istendiği ve karaktere uygun bir aktör bulabilmek için hazırlanan dev afişlerin sokakları doldurduğu günlerden daha önce, bu siyah, uzun saçlı Uygur gencinin ilk benzeri piyasaya çıkmıştı bile. Yabancı bir çizgi romandan alınan ve başlangıcı etkileyici karelerle dolu olan Akbulut Kaan, piyasaya çıkmasından (22.06.1964) sonra Suat Yalaz'ın tepkisine neden olsa da, Ceylan Yayınları'nın çok sayıda kovboy çizgi romanı arasında kendine bir yer buluyor ve yayın hayatına devam ediyordu. Milattan 1071 yıl önce, Akbulut adındaki bir Türkün sağ kurtulduğu bir katliam sonrası Çinlilerle girdiği savaşı konu ederek başlayan bu çizgi roman tarihsel gerçeklerin uzağında seyrediyordu. Suat Yalaz'ın ilk eseri Kaan'ın adı da künyeye eklenince dergi epey bir tepki çekti. Yalnızca ressamı Nejat Erhan değil, yayıncısı Erdoğan Egeli de bundan nasibini aldı. Bir süre sonra ressam bir kenara çekilerek ve kendi yazdığı senaryoları Yücel Koksal (sonraların kapak ressamı) Metin Ünlüaykaç'ın resimlemesini sağladı. 55. sayıda, ilk sayfalarda Bozkurt adıyla yer almakta olan karakter kapağa yalnızca Kaan olarak çıktı. Oğuz Han efsanesini konu edinen bu çizgi romanın ressamı İsmet Kırdar'dı, çizgisi klasik-gerçekçi ve sağlam olmakla birlikte aynı ölçüde akıcı değildi.
Refet Kartal, Yücel Koksal ve Şahap Ayhan'ın kapak resimlerini hazırladığı Bahadır da bu benzerlerden biriydi. Bazı maceraların çizimini Şahap Usta üstleniyor ve yıllar öncesinin Alex Raymond'un çizgilerinden esinlenen ama sonradan kendine özgü bir hâl alan çizgi sayesinde memnuniyetle farkediliyordu. Sanatçı hem şiddet sahnelerini teferruatlandırmakta ustaydı (kolun kılıçla kesilmesi ve kesik bölümün kemiğe kadar gösterilmesi veya göze daldırılan parmakların iç bayıcı görüntüsünde olduğu gibi). Ama sanatçıyı diğer çizerlerin durağan çizgisinden ayıran ve genç okurları iyice heyecanlandıran farklılığı, sürekli kıvranan, eğilen, bükülen ve bir anlamda cinsel açlığını gösteren genç kızları, dolgun ve yuvarlak hatlarıyla müthiş erotik bir aura yaratarak vermesiydi. Diğer iç sayfa ressamları ise çarpıcı bölümler yaratamadılar. Temiz yürek, demir bilek, keskin göz, doğru sözün temsilcisi olarak gösterilen Bahadır'ın konuşmalarında kullanılan deyişler doğrusu bir alemdi. Kavga edip yumruk sallarken veya rakibine kılıç üşürürken "Hay salaklar", "çek elini düztaban" ya da "ayı yavrusu", "kılıç artığı" gibi argo yüklü sözlerle dolu bir konuşması vardı. Hele kendisine tutkun ve sevişmek isteyen bir kadına "Gel bakalım kuduruk hasba, gönlünü alalım" cinsinden bir cümleyle yanaşması derginin temel iddialarıyla tezat içindeydi.
Aynı yıllarda, okuyucular o dönemin İngiliz çizgi romanlarını yayımlayan bir dergi olan Kaplanda, Samim Utkun tarafından özenle çizilen dergi kapağının değiştiğini görüp şaşıracaklardı. Üstelik "Kaplan" logosu küçülerek alta inmiş, üstünde ise kapakta resmi görülen karakterin ismi yer alıyordu: Malkoçoğlu. Benim daha sonraki yıllarda İstanbul Saint Joseph Fransız Lisesinden İngilizce öğretmenim (Amerikan İngilizcesiyle konuşurdu) olan, dört beş sene evvel dediklerine göre bir ihmal sonucu kaybettiğimiz Ayhan Başoglu hazırlamıştı Malkoçoğlu'nu. Kendisinin belirttiğine göre böyle bir karakter yaratmayı askerliği sırasında Kore savaşı gazilerinin mezarlarını dolaştığı bir akşamüstü kafasına koymuşlu. Cumhuriyet gazetesi'nin göz bebeği olan Malkoçoğlu'nun asıl başarısı çizgi romanı sayesinde değil de, kısa sürede sinemaya uyarlanıp başrolünü Cüneyt Arkın'ın son derece yoğun hareket gerektiren sahnelerde dublör bile kullanmadan oynadığı filmler yoluyla geldi. Büyük şehirlerde bile orta sınıfın yoğun ilgisiyle karşılaşan bu filmler kahramanlık hikayeleriyle büyüyen Anadolu insanını da genç yaşlı sinemaya çekti.
Karaoğlan, Bahadır, Akbulut Kaan, Abdullah Turhan'ın çizdiği incecik bıyıklı ve benzerlerinin aksine kısa saçlı Viyana akıncılarından Alptekin (Yaz. Ahmet Kozanoğlu) ve yine aynı sanatçının uzun sarı saçlı, bıyıksız Tolgası gibi türün önemli çizgi roman karakterleri popülerleşerek, toplumsal anlamda çeşitli açılardan yetersiz olan görüntümüzün hilafına okurun bilinçaltına güven telkin ettiler. Abdullah Turhan'ın çizgi romanları sağlam ve akıcı çizgisiyle kendini belli ediyordu. Bu çalışmaların içeriğine baktığımızda çokça kavga, savaş, mücadele, mutlaka kahramanla bir kadın arasında yaşanan "tutku" ve bizim gibi gülmeceye meyilli bir topluma ilaç gibi gelen mizahi bölümler olmazsa olmaz unsurlar olarak görülüyordu. Bir başka çalışma Sezgin Burak'ın elinden çıkıyor ve türün tüm öncüleri gibi önce bir gazetede (Hürriyet) günlük tefrika halinde yayımlanıyordu. Belki sanatçısının yaşama bakışından dolayı daha ağır başlı, ciddi ve bu türün kimilerince en önemli örneği sayılan (belki birincisi, belki Karaoğlan'dan sonra ikincisi, ya da birlikte) Tarkan'dı bu yeni karakter. Daha önceki yıllarda Bahadır dergisi için de Şahap Ayhan'ın hazırladığı Hunlar Geliyor çizgi romanındaki aynı adlı, uzun sarı saçlı, sarkık bıyıklı bir tipten esinlenmiş miydi bilinmez ama anatomik hataları en alt düzeyde tutan, teferruatı ihmal etmeyen bir çizgi dünyası içinde, kurduyla birlikte dolaşan Hun savaşçısı Tarkan'ın maceraları gerilim doluydu. Diğer örneklerde kullanılan mizah dizide önemli ölçüde dışarıda bırakılıyor ve böylece maceralar daha sert bir görünüm sergiliyordu. Kendi adıma, hani nasıl Teks, çağdaşı olan westernleri olgun içeriğiyle çocuklaştırıyorsa, Tarkan'ın da tarihî kahramanlık türü çizgi romanlar içinde buna yakın bir farklılığa sahip olduğunu düşünmüşümdür. Mizahın eksikliği belki de Tarkan'ın daha öykülerin hemen başında "yalnız adam"ı sergilemesiyle başlar. Gerçi Kulke gibi müthiş ok atan cüce bir Hun savaşçısı ile yine çok iyi dövüşen ve Tarkan'a hayran güzel bir genç kız (Bige) çoğu macerada görülse de Tarkan tektir (daha sonraki maceralarda kardeşi Tan da çıkar, ancak okura yansıyan his bence Tarkan'ın yalnızlığıdır).
Tarkan dışındaki tarihî kahramanları ise, çevrelerindeki insanlarla oluşturdukları "olumlu" karakter kalabalığı ile, sosyal ilişkileri kuvvetli bir toplum olma özelliğimizi yansıtmaktadır. Genç okur tek bir kahramana odaklanıyor gibi gözükse de ana karakterin dostları maceralara tatlı, yumuşatıcı bir hava katıyor, bazen dört kişiden (Karaoğlan, Baybora, Balaban ve Çalık), bazen iki kişiden (Malkoçoğlu ve Ejder) oluşan bir "iyiler grubu", westernlerde olduğu gibi içteki paylaşma, dostluk, dayanışma gibi duyguların açığa çıkmasını sağlıyordu. Örneğin Karaoğlan'da baba oğul ilişkisi üzerine hoş şeyler söyleniyor, bir babanın hoşgörüsü ve oturmuşluğu ile kanı kaynayan oğlunun tezcanlılığı arasındaki saygı, sevgi ve güven kavramları aktarılıyordu. Yine Karaoğlan'da ilk kez bir kadın -çıtı pıtı, yankesici ve Karaoğlan'ın tatlı baş belası Bayırgülü- konumu (cinselliğe yaklaşımı, hırsızlık huyu vs.) belirsiz bile olsa hem bu çizgi romandaki diğer karakterler hem de o dönemin okuru tarafından içtenlikle karşılanıyordu.
Türün bütün kahramanlarının ortak özelliklerinden belki en önemlisi kadınlarla olan ilişkileridir. Kahramanlarımız her macerada mutlaka bir, hattâ zaman zaman iki gönül ilişkisi yaşamaktadırlar. Çoğunlukla yabancı bir ülkenin iktidarında bulunan bir prenses, bir kraliçe, kaçınılmaz olarak kahramana tutulur. Konaklanılan hanlarda ayyaş göbekli kocalarını umursamadan kahramanımızın odasına giriveren, pek de gönüllü olmadan evleneceği savaşçıyla buluşmadan önce gözyaşları içinde kahramanımızla ateşli bir gece geçiren kadınlar yığınladır. Karaoğlan'da yaşlı bir kadın, evlenmemiş ve evde kaldığını düşündüğü kızının kahramanımızla baş başa kalmasını sağlamak için evden uzaklaşır. Bu fiziksel birlikteliklerde genelde tutku vardır ama aşktan pek söz edilemez. Kahramanımız cephesinde aşkın oluşabileceği durumlarda da, özgür olma ve kendini dağlara ovalara vurma hissi galip gelir. Çünkü aşk, evliliği, bir sabitlemeyi gerektirmektedir ki hiçbiri aile kurup oturacak zihinsel seviyede değil gibidir.
Tarihî çizgi romanların yarattığı etki bakımından en önemli örneklerden biri de yine Abdullah Turhan'ın fırçasından çıkma, senaryolarını Rahmi Turan'ın yazdığı bildik esmer, bıyıklı, yağız diye tanımlanan Türk tipine uygun Kara Murat'tır. Bizlere Cengiz Han'dan çok daha yakın duran Fatih Sultan Mehmet'in fedaisi olan Kara Murat, serüvenlerine ünlü Vlad Prensi Kazıklı Voyvoda'nın hakkından gelerek başlıyor ve yine tarihî filmlerin sıkı oyuncusu Cüneyt Arkın'ın katkısıyla da orta sınıfın gönül kahramanı oluveriyordu.
Bu türün çizgi romanları biraz dikkatle incelendiğinde klişe niteliği kazanmış ve toplumumuzdaki sağlıksız bakış açısını yansıtması açısından önemli birtakım unsurlar vardır. Genel olarak yan karakterler, ana karakter/kahraman karşısında her açıdan daha yetersiz gösterilmektedir. Ana karakter gençtir, yirmi küsur yaşlarındadır. Uzun boyludur - en azından kesinlikle kısa değildir. Vücudunda bir dirhem yağ yoktur. Saçı genelde uzun ve gürdür, herhangi bir dökülme söz konusu değildir. İçki içmeyi bilse ve bu konuda çok dayanıklı olsa da -Tarkan haricinde- pek içki içmez. Ancak burada içkiden ziyade alkolün sonucunda oluşan sarhoşluk devre dışı bırakılır. Ana karakter yalan söylemez, kumar oynamaz, aşırı yemek yemez ve uyumaz. Yan karakterler ise bunlann tersi özelliklerle donatılmışlardır.
Bana en itici gelen ise bağımsız olarak yan karakterlerde kabul edilebilecek kimi fiziksel özelliklerin -şişman, kel, çirkin vs - giderek yan karakterin karşı cinsle ilişkilerinde de sanki yönlendirici birer nedenmiş gibi gösterilmesiydi. Ana karaktere güzel, çekici, düzgün vücutlu kadınlar reva görülürken, yan karakterlerle onlar gibi şişman, güzelliği ve yaşı geçmiş kadınlar eşleştirildi. Sanatçılar tarafından yapılan bu denkleştirmede sanki acımasız bir tavır saklıydı.
Okurun yan karakterlerin fiziksel yetersizlik ve zaaflarından, şaşkınlıklarından, sakarlıklarından doğan hadiselere gülmesine anlam veremediğim gibi bu eşleştirmeleri de hiç kabul edemedim. Karaoğlan'ın 77'de çıkan, tifdruk baskısıyla gerçekleştirilen ilk renkli serisinde, daha önceleri gerçekçi çizgiyle verilen Balaban'ın karikatürize bir çizgiyle kullanılması ve böylece gülmece bölümlerine katkı sağlanması bence bu hatayı iyice büyütüyordu. Millî beklentilere göz kırpan bu çizgi romanlarda, okur kazanma dürtüsünün de etkisiyle yaratılan şovenist söylem, bu biçimsel destek ile de kuvvetlendiriliyordu. Zorunlu olarak -ki klasik macera çizgi romanlarında genel kural gibidir- "kötü ve zalim karakterler"in fiziksel vurgusu, (dişlerin çarpık çurpuk olması, bağırırken ağızdan salyalar akması, gözlerin delice parlaması vb.) klişe unsurlarla gerçekleştirilmektedir ve "zihinsel-eylemsel kötülük" genel normlar açısından "fiziksel çirkinlik" ile desteklenmektedir. Dolayısıyla çocuk ve genç okurun bilinçaltında fiziksel mükemmeliyet (olumlu ana karakter bir erkek güzeliydi daima) ve olumlu değerler aynı terazi kefesine konuyordu. "İyi karakter" ile "kötü karakter" ayrımı keskin bir şekilde yapılıyor, kötünün iyinin tarafına doğru meyletmesi ya da iki kutup arasında gelgitler ve tonlara rastlamak neredeyse imkânsızlaşıyordu. İstisnai durum ise "kötü karakterler"in çoğunlukla ölüm anında veya hemen öncesinde "pişmanlık" yaşamalarıyla gerçekleşirdi. Sosyal tabakaların üst noktalarına doğru çıktığımızda ise iktidar ve zaaf arasında bağlar kurulduğu görülürdü. İktidarı kaybetmeme ve bu amaçla insana her kötülüğü yaptırabilecek hırs çoğu maceranın temel noktasını oluştururdu. Kadın karakterlerin bir kısmı (olumsuz olanlardan bahsediyoruz) sahip oldukları iktidarın nimetleri ile aşk arasında bazen bir kararsızlık yaşarlar ve bu tereddüt, kahramana rakip olan kadının okur nezdinde kötü erkek karakterlere kıyasla daha sempatik karşılanmasını sağlardı. Genelde Türk ulusundan olmayan bir tiplemenin zalim veya acımasız sıfatlarıyla değerlendirilme ihtimali daha fazladır.
Türün en popüler olduğu dönemlerde milliyetçilik duygusunu körükleyen çeşitli siyasi gelişmeler söz konusuydu. Tüm ülkeyi infiale sürükleyen Kıbrıs olaylarının ve bilhassa yetmişlerden sonra birbirini iyice yıpratan siyasi kanatlardan Sağ'ın bu türe ilgi göstermesi gibi unsurlar satışlarda etkili miydi, kestirmek çok zor. Sonuçta tarihî kahramanlık türü çizgi roman tarihimizde göz ardı edilemeyecek bir önem kazandı. O dönem, ailelerin şiddeti körükleyip Amerikan kültürünü yayıyor diye eleştirdikleri italyan kaynaklı Teksas, Tommiks gibi ürünlere karşı bu çizgi romanlar, panzehir olarak görülebiliyor, okunmalarında bir mahsur görülmüyordu. Peki, içeriklerinde şiddet daha mı azdı? Asla! Millî duyguların "kucaklandığı" bu çalışmalarda, şiddeti belirleyen unsurlardan birisi olan "kan", eleştiri alan Teksas, Tommiks, Tim, Kit Taylor gibi western çizgi romanlarında hiç gözükmez iken, tarihî kahramanlık türünün örneklerinde rahatlıkla kullanılıyor, böylece ölümcül ortamların etkisi kuvvetlendiriliyordu. Zaman zaman bilekten kesilen eller, kopan bir kafa, dövüş ve savaş sahnelerinin westernlerde olmayan şekilde daha gerçekçi çizilmesinin yanı sıra, erotizmi yok sayan yukarıdaki fumettilerin tersine maceralara mutlaka iki cins arasında gelişen tutku, kıskançlık ve sevişme sahnelerini yerleştiren bu çalışmalar, okur yaş ortalamasını yukarıya çekiyordu. Westernlerde "kadının" etkinliği çok azdı. Tarihî kahramanlık türünde ise kadın, önemli bir rol oynuyor, dişiliğini kimi zaman bariz bir şekilde silah olarak kullanarak iktidarı, en azından maceranın son düğümü çözülünceye kadar elinde tutabiliyordu. "Kadın"ın cinsel çekiciğiyle erkeğin zayıf noktasını ortaya çıkarması, Tarkan'da daha yoğun gözleniyordu. Bu Hun savaşçısının unutulmaz maceralarından birinde büyücü Goşa erkeğini yiyen bir "karadul" gibiydi. Onları hipnotize ederek kendisiyle sevişmelerini sağlıyor, sonra öldürtüyordu. Karelerde gezinen "erotik" olanı açacak olursak, iktidar ve aşk arasında aşkın (ve tutkunun) daima öne çıktığı bir ortam sunan, finaldeyse özgürlük ve aşkı karşı karşıya getirip özgürlüğün tercih edilmesiyle biten öyküler okuduk. Bir Türk erkeğinin yabancı bir kadınla birlikte olmasını gizli bir şovenizm duygusuyla izlerken bunun aksini bile düşünmedik. Zaten yabancı erkeklerin cinsellikle bağlantıları eğer iktidar sahibiyseler (Kral, prens gibi) her şeyden önce iktidarın kaptırılmaması veya iktidarın kuvvetlendirilmesi şeklindeydi. Bu amaçla düğünler yaparlar, gönlü olup olmadığına bakmadan komşu ülkenin kızıyla evlenme bağı kurarak imparatorluklarını sağlamlaştırma amacını güderlerdi. Yüksek tabakalardaki bu kişilerin ve tebalarının Türk kızlarıyla ilişkisi de çoğunlukla zor kullanma ve/veya tecavüz şeklinde oluyordu. Sanatçılar o dönemin şartları gereği milliyetleri ve cinsiyetleri ters yüz edip gösteremezlerdi. Tabi ki bütün bu seçimlerin/eşleştirmelenn söz konusu çizgi romanın yaşaması için zorunlu olduğu düşünülebilir. Böyle bir durumda da sanatçının okuru yönlendirmesinden, farklı alanlara taşıyıp düşündürmesinden ziyade okurun başta siyasal olmak üzere, sosyal, kültürel eğilimlerini değerlendirip maceraları buna göre ticari olarak şekillendirdiği söylenebilir Öte yandan, unutulmamalı kî bu çizgi romanların yayımlandığı dönemlerde Türk filmlerindeki kötü adamlar reel hayatta "sen kızlarımıza nasıl tecavuz edersin, namussuz?" denilerek saldırıya uğramaktadır.
Sonuç
Bu kadar sözden ve bunca yıldan sonra türün çizgi romanlarının bende ne bıraktıklarını şöyle özetleyebilirim. Hazırlanışlarında çok emek sarfedılen, ancak sıkı bir ekip çalışmasına yönelin(e)memesinden kaynaklanan yetersizlikler ve hatalar barındıran, farklı olmaya çalışsalar da klişelere yenik düşen bu çizgi romanlar hakkında en azından bu çerçevede konuşmak istemiyorum. Nasıl olduğunu bilemem ama bu çizgi romanlar (mukayese yaptığım yabancı örnekler de dahil) dostluk gibi, iyilik gibi, onur gibi haksızlığa az veya çok tepki vermek gibi birtakım kaybedilmemesi gereken -bence çok önemli- değerleri karelerden okurlara doğru taşıdılar. Bir dönemin şarkıcılarını, film yıldızlarını siyasi yelpazede bir yere oturtmaya kalkanlar çizgi roman kahramanları için de zaman zaman bu sınıflamayı yapmak istediler. Biz çocuk ve gençlerin hemen bütün örnekleri (yerli, yabancı, macera, erotik, western, tarihî kahramanlık, mizahî, masal vs.) bu ayrımı yapmadan tükettiğimizi unuttular diye düşünüyorum. Dolayısıyla ben bugün, 44 yaşında, çizgi romanı, bir çocuk ya da gencin hissiyatıyla, büyüklerin ön yargılarından uzak, çok bilen eleştirmen kimliğinden çok çok uzak bir gözle değerlendirmek istiyorum, Herhalde başka bir söz söylemem gerekmiyor.
HÜSNÜ ÇORUK