Dokuzuncu sanatla ilgili tarihimizde iz bırakmış yerli çizgi romanlara ve dergilere nicel açıdan bakarsak -yanılmıyorsam eğer- çizgi romanlarda mizahî, dergilerde ise bugün gözalıcılığını kaybetmiş gözükse de, "tarihî kahramanlar" türünün zenginliğiyle karşılaşmaktayız. Gülmecenin hemen her tonunu benimseyen bu toplum, mizahî çizgi romanı yoğun bir şekilde tüketmeye devam ediyor. Tarihi kahramanlık türü ise çoktandır, derin bir uykuyu sürdürüyor. Gerçekçi bir çizgi kullanımını gerektiren ve çıktıkları dönemin toplumsal eğilimlerinden de az çok güç kazanmış, satışlar açısından doruk noktasına altmışlar ve yetmişler arasında ulaşmış bu türün tekrar diriltilmesi oldukça zor görünüyor. Geçmişteki çizgi romanlardan bariz bir şekilde esinlenmiş olan bilmem kaçıncı kalitede olanları, bazı düşük tirajlı ya da fiyatı diğerlerine göre daha ucuz gazetelerde, kıyıda köşede kalmış olarak varlıklarını sürdürüyor, o kadar...
"Kılıçlı kahramanlar" olarak da tanımlanan bu türün ülkemizdeki gelişimini ve kendine has bazı özelliklerini kuru bir dille anlatmaktansa, bu yazıyı, tüm örnekleri zamanında tatmış yaşta biri olarak, konuyla ilgili çocukluk ve gençlik anılarıma da sığınarak zenginleştirmeyi daha uygun buluyorum. Yazımı arada bir başka türe yöneltip. Uzak Batıyı konu edinen "İtalyan kaynaklı" çizgi romanlarla mukayeseli olarak geliştirmeye çabalayacağım.
Tarihi Olan Nedir?
Türe adını veren iki kelimeden "tarihi" olanı, ilk bakışta öykülerin bir kısmının tarihi gerçeklere (Tarihi gerçeklik tabirinden kastım, tarihsel olayların kronolojik sıralaması ve tarihsel olaylarla ilgili doğrulardır) dayandığı izlenimi uyandırıyor, ama tam anlamıyla gerçek bir belgesel fona oturtulmuş öykülere rastlamak istisnai oluyordu. Türk ve İslâm tarihinden esinlenmiş hikâye ve romanlar ile beslenen, gazetelerin de vazgeçemediği bu tarza büyük ilgi gösteren elliler ve altmışlar okuru, ayrıca geçmiş yüzyıllarda geçen hemen her macerayı zaten tarihi olarak algılıyor, tarihi doğruların maceralar içinde ne derece yer aldığını meraklıları dışında kimse sorgulamıyordu (Bu değerlendirme sinema için de geçerliydi. Kleopatra filmi de, yoğun olarak mitolojik öğelerle süslü Masist ve Ursus filmleri de aynı "tarihi film" etiketi altında birleşiyordu). Yine de Karaoğlan, Tarkan ve Malkoçoğlu çizgi romanlarını bu şüphenin dışında bırakmak gerekir. Bu çizgi romanların sanatçıları, karakterlerin dörtnala at koşturup kılıç salladıkları maceralara, bilebildikleri ve araştırarak elde ettikleri tüm tarihi verileri katmaya çalışıyorlardı. Hiç olmazsa maceraların başında, ilk sayfada, okura o dönemki ülkeler ve kavimler coğrafyası bir harita üzerinde aktarılıyordu. Karaoğlan'da Cengiz Han, Tarkan'da Atilla, Malkoçoğlu'nda ise Fatih Sultan Mehmet dönemi mümkün mertebe özenle işlenerek maceralara yediriliyordu. Suat Yalaz, "Ergenekon" ve bilhassa Cengiz Han'ın yaşantısını konu ettiği "Dokuz Tuğlu Kahraman" gibi Karaoğlan maceralarını dökümanter bir anlatımla aktarıyor ve ileride Kurtuluş Savaşı dönemine ilişkin hazırlayacağı belgesel çizgi romanlara, bir anlamda "bilmeden" hazırlık yapıyordu. Tarihi olayların maceralardaki payı değişiklik gösterebiliyordu. Bunlar, kimi maceranın arasına (örneğin Bizans'ta Maviler ve Yeşiller gruplarının çatışması), kimisinde de temele/merkeze yerleştiriliyordu. Malkoçoğlu'nun "Cem Sultan" macerasında, Cem'in Cenevizlilerin elinden kurtarılması gibi Osmanlı tarihinin önemli hadisesi öyküye katılmıyor, neredeyse birebir denilebilecek tarzda öykünün kendisini oluşturuyordu. Peki anlatılan dönemlere ait görsel doğruluk için neler söylenebilir? iki yıl kadar önce Tarkan'ın yaratıcısı Sezgin Burak'ın ve oğlu ile birlikle katıldığım, Tarkan'ın konu edildiği bir panelde, bu türün örneklerinde görsel arka planın (şehirler, evler, hanlar, silahlar, takılar, aksesuarlar, giysiler ve tüm nesneler) yeterince işlenmediğini ya da harcıalem şekilde oluşturulduğunu, yabancı (Avrupa) örnekleriyle karşılaştırıldığında dönemi netleştirebilecek teferruatın son derece yavan olduğundan bahsettiğimde, sanatçının kızının tepkisiyle karşılaşmıştım. Babasının eserini bu genellemenin dışında görsem de bana biraz da tepkiyle ilettiği bilgileri açıkçası o ana dek bilmiyordum. Sanatçı, İtalya'daki çeşitli kütüphanelerde Hun tarihi üzerine gerçekten de hatırı sayılır bir araştırma gerçekleştirmiş ve bunu da eserine dahil etmişti. Çizgi romanın çekiciliğini sağlayan unsurlardan birinin sanatçıların pek çok veriyi, okuru etkileyebilecek şekilde biraraya getirmeleri yadsınamaz. Bu doğrultuda, yerli çizgi romancılığımızda tarihilik özelliğinin aslında bir karışımı simgelediği, tarihsel doğrular varsa da, bu doğruların genelde o maceranın çerçevesini oluşturmak için kullanıldığı, içeriğin ise daha çok çeşitli toplumların folklorundan birebir aktarılan meseller ve Batı edebiyatının önemli eserlerinden alıntılarla zenginleştirildiği söylenebilir. Örnek olarak Suat Yalaz'ın Karaoğlan'ınını ele alırsak, "Asya Kaplanı"nın dillere destan maceralarında yalnızca tarih ve folklorumuzdan yararlanılmadığı, Michel Zevaco'nun unutulmaz şövalyesi Pardaillan'ın karanlıkta ve bilmeden babasıyla ölümüne dövüşme sahnesinin "Baybora'nın Oğlu" macerasına yedirildiği, Alexander Dumas'nın yüzüne kapatılmış demir maskeyle zindanda ölüme terkedilen bir kontun intikam öyküsünün anlatıldığı romanının yerlileştirildikten sonra "Demir Maske" macerasına dahil edildiğini görmekteyiz. Bu açıdan değerlendirdiğimizde, en azından tarihi olayların maceralara aktarılmasında fazla bir yanlış gözükmüyorsa da, maceralara yedirilen başka unsurlarla birlikle ilginç ve zengin bir kıvam meydana geldiği açıktır. Bu unsurlardan biri olan fantastik, bildiğim kadarıyla tek bir kez kullanılmış (ama ne kullanış!) ve Batı kültüründen çıkıp gelmiş cadılık kavramı Tarkan'ın en çekici maceralarından birinin oluşmasına neden olmuştu. Genç, çok güzel ve çekici Büyücü Goşa hipnotizma yeteneğiyle erkekleri kendisine bağlamakta, onlarla seviştikten sonra hepsini ölüme yollamaktadır. Öykünün son sahnesinde bu dişi örümceğin yüzyıllar öncesinden kalma yaşlı bir cadıya dönüşmesini şaşkın gözlerle izleriz.
Türe adını veren ikinci sözcük olan "Kahramanlık" ise bizlerin dönem dönem fazlasıyla üstüne düştüğü, son yıllarda (belki de En Kahraman Rıdvan'ın bu kavramı hicvetmesinden beri) sanki kenara bırakılmış bir kavram. Türklük ve kahramanlık kavramları edebiyatta olsun, bu konuya ilişkin konuşmalarda olsun, daima birlikte kullanılmıştır. Gerçeği ne denli yansıtıp yansıtmadığı bir tarafa, genel anlamda, haklı veya dayatmacı bir özlem olarak bu ikiliyi sürekli olarak yanyana görmek istemişiz. Tabii ki "kahramanlık" kelimesinin içeriği de sanki geçmişle bağlantılı bir şeyler içeriyor. Orta Asya'dan Osmanlı'nın şaşaalı günlerine dek uzanan bir sürecin bugün için yanlış bulduğumuz ve kabullenmemizin çeşitli nedenlerden dolayı zor olduğu kısımlarını arındırarak kullanıldığına inandığım bu kelime, altmışlı-yetmişli yıllarda gazete ve dergilerdeki tarihî öykülerde sık sık yer aldı. Gerçek yaşamdaki bireyin kahraman olma gibi bir durumu gerçeğe aykırı gözükse de (maddi sorunlarla boğuşan ve yaşama tutunmaya çalışan bireyin direnmesi de bir nevi kahramanlıktı ama burada bahsedilen anlamı farklı), onun kahramana öykünme, en azından gerçek ve/veya hayal karakterlerin kahramanlıklarına tanık olmaya ihtiyacı vardı. Çocuklara bu kavramı öğretmek, eğitimin öncelikli aşamalanndan biriydi. Çizgi romanlarda, sinemada veya edebiyatta olsun "kahramanlık" kelimesi havada kalmıyor, bunun mutlaka bir uygulayıcısı oluyordu. Ve kahramanın, kendisini mükemmele doğru yola çıkaran pek çok özelliği sergileniyordu. Adaletli olmak, zayıfı-düşkünü korumak, zulüme karşı sessiz kalmamak, düşmanı arkadan vurmamak, yalan söylememek, içkiye dayanıklı olduğu halde içki içmemek, atletik-sportif olmak, yiyecekle-giyecekte israfa kaçmamak, nesnelere fazla tutkun olmamak vs. Ama bu özelliklerin tümü yalnızca ana karakterin/kahramanın ruhsal ve fiziksel tanımına katkı sağlardı. Onun dostu olan yardımcı karakterlerde, bu tipik özellikler aynen korunmasına karşın, özellikle oburluk, tembellik, kumar alışkanlığı gibi zaafları ise bu yan karakterlere sempatiyle bakılmasına - ama biraz da güdükleşmelerine neden olurdu.
Kahraman-Karakter Ayrımı
Yetmişlerin sonuna doğru İtalya'da çizimine başlanılan Ken Parker çizgi romanıyla hata yapan, zaaf gösteren, içinde bulunduğu sistemi eleştirebilme cesareti gösteren yeni bir karakter ortaya çıkıyor ve bu mevcut klişeleri de hayli etkiliyordu. Ken Parker, bir kahramandan çok, herhangi biri, düşünen-yaşamı anlamaya çalışan bir insandı. Tarihî kahramanlarımız ise dönemin hakim çizgi roman kalıplarına uygun olarak yenilmezlik-muktedir olma gösterisi yapıyorlardı. Okur tarafından islenilen de buydu. Hani hep derler ya okumayan toplumuz diye, acaba çizgi romanlarımızın bunca savaş-kavga ve aksiyon sahnesi ile bezenmesi bu eğitimsizlikle ile ilgili midir bilemiyorum. Bizim gibi düşünceyle mücadele yerine fizik gücünü yücelten toplumlarda, genç kesim sinemada olduğu gibi çizgi romanda da hareketli sahnelere bayılıyordu. Üstelik türün çizgi romanları, gerçek hayatın aksine kötülerin mutlaka kaybettiği bir ortam koyuyordu gözümüzün önüne. Genç okurun gönlüne yerleşen karakterler mükemmeli oluşturan her olumlu özelliği taşımak zorundaydı. Çok iyi dövüşecekler, çok iyi ata binecekler, çok iyi sevişecekler, genç ve güzel kadınlar mutlaka onlara aşık olacaklardı. Bu tarz çizgi romanlar, özdeşleşmeye müsait özellikleriyle hayatın içindeki tatminsizliği okur nezdinde bertaraf edecek kahramanlar yaratıyorlardı. Zaafları yan karakterler gösterecek, böylelikle ana karakterin kusursuz olduğu ortaya çıkacaktı. Kahramandan karaktere doğru en ilginç yakınlaşmayı, bilebildiğim kadarıyla Karaoğlan gösterdi. Ken Parker gibi yıllar sonrasının bir çizgi karakterine tek bir açıdan yaklaşabildi. İktidar ile ilişkisinde Tarkan, Atilla'ya ölesiye bağlı iken, Karaoğlan Cengiz Han'ı eleştirmekten kaçınmıyordu.
Temeller ve İlk Denemeler
İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği ekonomik bunalımın Türkiye'ye yansımalarından biri kağıt sıkıntısıydı. O zamanlar çizgi roman yazılı eğitimi kolaylaştırmak amacıyla kullanılan bir eğlence aracı olarak görülüyordu. Hal böyle olunca, kağıt ithalindeki sıkıntı, zorunlu bir tüketim unsuru olmayan çizgi romanların üretiminde, ellilerin başlangıcına kadar süren bir durgunluk yaratıyordu. Elli sonrasının önemli dergilerini (Pekos Bill, Oklahoma vs) Alaeddin Kıral, yüksek renk ve baskı kalitesinde yayımladı. 1953 yılında çıkan ve başarılı bir ekip çalışmasının ürünü olan ilk yerli-yarı renkli baskıdaki Köroğlu bu dergilerden biriydi. İki yıl sonra piyasaya giren iki çocuk dergisi ise -adını sayamadığımız birçok dergi gibi- daha sonra tarihî kahramanlık adı verilecek türe dahil edilebilecek öncü çizgi romanlar ihtiva ediyordu. Cici-Mu haftalık çocuk gazetesi başlangıçta (22.1.1955), çocuklara şiddet temasını aktardığı gerekçesiyle çizgi romanlara mesafeli duruyor, içeriğini daha çok çocuklara yönelik yazılarla dolu olarak oluşturuyordu. Zamanla çizgi romana ilişkin örnekler dergide çoğalmaya başladı. Ne de olsa görsellik yazıların okunmasını kolaylaştırıyordu. Yayımlanan resimli romanlar (çizgi roman terimi kullanılmazdı o zaman) arasında tarihî konuları işleyenler de vardı. Selçuklulardan Osmanlılara uzanan süreci toplam altmış karede özetleyen 1300'e Doğru, başlangıcında bant olarak çizilmesine rağmen sonraki sayılarda tam sayfaya dönüşen Oruç Reis, konuşma balonu kullanılmamış olan Oğuz Kağan Destanı, küçük kardeşinin kendisinden daha becerikli olduğunu hazmedemeyen kıskanç ağabeyin-bir büyücünün de yardımlarıyla kardeşine karşı verdiği mücadelenin konu edildiği Düşman Kardeşler, yayımlananlardan birkaçıydı. 1955'in Şubat ayında Erdoğan Egeli'nin çıkardığı 16 sayfalık Ceylan ise (Ceylan Yayınlarının kurulmasına vesile olan dergi) Mehmet Tekdal'ın Beyaz Atlı Sipahi ve Esir Yusuf'u gibi belirli bir kahramanın etrafında gelişmeyen tarihî çizgi romanlar yayımladı. Aynı yıldan itibaren İtalyan westernleri Ceylan Yayınları aracılığıyla gazeteci vitrinleri şenlendirmeye başlıyor, yoğun bir taleple karşılanıyordu (National Geographic'in istanbul albümünde yer alan o yıllardaki bir gazete bayiinin fotoğrafı bu renkliliği oldukça başarılı bir biçimde yansıtıyor). Aynı türün sinemadaki spagetti örnekleri de hafızalara kazınan kahramanlar sunuyordu (Önceleri Gulliano Gemma'nın canlandırdığı Montgomery Wood karakteri, hemen arkasından Sergio Leone'nin filmlerindeki Clint Eastwood ile kartal bakışlı, gaga burunlu Lee Van Cleef'in oynadıkları tipler - ikinci aktör doruk noktasına "Sabata" ile çıkacaktır). Velhasıl, çizgi romanlarda kahramanlar önemliydi, genç nesil için modeller gerekiyordu. Büyük çoğunluk olarak benimseyeceğimiz ve bizlere maceralar yaşatacak yerli bir kahraman içinse yedi yıl daha beklemek zorundaydık.
HÜSNÜ ÇORUK
"Kılıçlı kahramanlar" olarak da tanımlanan bu türün ülkemizdeki gelişimini ve kendine has bazı özelliklerini kuru bir dille anlatmaktansa, bu yazıyı, tüm örnekleri zamanında tatmış yaşta biri olarak, konuyla ilgili çocukluk ve gençlik anılarıma da sığınarak zenginleştirmeyi daha uygun buluyorum. Yazımı arada bir başka türe yöneltip. Uzak Batıyı konu edinen "İtalyan kaynaklı" çizgi romanlarla mukayeseli olarak geliştirmeye çabalayacağım.
Tarihi Olan Nedir?
Türe adını veren iki kelimeden "tarihi" olanı, ilk bakışta öykülerin bir kısmının tarihi gerçeklere (Tarihi gerçeklik tabirinden kastım, tarihsel olayların kronolojik sıralaması ve tarihsel olaylarla ilgili doğrulardır) dayandığı izlenimi uyandırıyor, ama tam anlamıyla gerçek bir belgesel fona oturtulmuş öykülere rastlamak istisnai oluyordu. Türk ve İslâm tarihinden esinlenmiş hikâye ve romanlar ile beslenen, gazetelerin de vazgeçemediği bu tarza büyük ilgi gösteren elliler ve altmışlar okuru, ayrıca geçmiş yüzyıllarda geçen hemen her macerayı zaten tarihi olarak algılıyor, tarihi doğruların maceralar içinde ne derece yer aldığını meraklıları dışında kimse sorgulamıyordu (Bu değerlendirme sinema için de geçerliydi. Kleopatra filmi de, yoğun olarak mitolojik öğelerle süslü Masist ve Ursus filmleri de aynı "tarihi film" etiketi altında birleşiyordu). Yine de Karaoğlan, Tarkan ve Malkoçoğlu çizgi romanlarını bu şüphenin dışında bırakmak gerekir. Bu çizgi romanların sanatçıları, karakterlerin dörtnala at koşturup kılıç salladıkları maceralara, bilebildikleri ve araştırarak elde ettikleri tüm tarihi verileri katmaya çalışıyorlardı. Hiç olmazsa maceraların başında, ilk sayfada, okura o dönemki ülkeler ve kavimler coğrafyası bir harita üzerinde aktarılıyordu. Karaoğlan'da Cengiz Han, Tarkan'da Atilla, Malkoçoğlu'nda ise Fatih Sultan Mehmet dönemi mümkün mertebe özenle işlenerek maceralara yediriliyordu. Suat Yalaz, "Ergenekon" ve bilhassa Cengiz Han'ın yaşantısını konu ettiği "Dokuz Tuğlu Kahraman" gibi Karaoğlan maceralarını dökümanter bir anlatımla aktarıyor ve ileride Kurtuluş Savaşı dönemine ilişkin hazırlayacağı belgesel çizgi romanlara, bir anlamda "bilmeden" hazırlık yapıyordu. Tarihi olayların maceralardaki payı değişiklik gösterebiliyordu. Bunlar, kimi maceranın arasına (örneğin Bizans'ta Maviler ve Yeşiller gruplarının çatışması), kimisinde de temele/merkeze yerleştiriliyordu. Malkoçoğlu'nun "Cem Sultan" macerasında, Cem'in Cenevizlilerin elinden kurtarılması gibi Osmanlı tarihinin önemli hadisesi öyküye katılmıyor, neredeyse birebir denilebilecek tarzda öykünün kendisini oluşturuyordu. Peki anlatılan dönemlere ait görsel doğruluk için neler söylenebilir? iki yıl kadar önce Tarkan'ın yaratıcısı Sezgin Burak'ın ve oğlu ile birlikle katıldığım, Tarkan'ın konu edildiği bir panelde, bu türün örneklerinde görsel arka planın (şehirler, evler, hanlar, silahlar, takılar, aksesuarlar, giysiler ve tüm nesneler) yeterince işlenmediğini ya da harcıalem şekilde oluşturulduğunu, yabancı (Avrupa) örnekleriyle karşılaştırıldığında dönemi netleştirebilecek teferruatın son derece yavan olduğundan bahsettiğimde, sanatçının kızının tepkisiyle karşılaşmıştım. Babasının eserini bu genellemenin dışında görsem de bana biraz da tepkiyle ilettiği bilgileri açıkçası o ana dek bilmiyordum. Sanatçı, İtalya'daki çeşitli kütüphanelerde Hun tarihi üzerine gerçekten de hatırı sayılır bir araştırma gerçekleştirmiş ve bunu da eserine dahil etmişti. Çizgi romanın çekiciliğini sağlayan unsurlardan birinin sanatçıların pek çok veriyi, okuru etkileyebilecek şekilde biraraya getirmeleri yadsınamaz. Bu doğrultuda, yerli çizgi romancılığımızda tarihilik özelliğinin aslında bir karışımı simgelediği, tarihsel doğrular varsa da, bu doğruların genelde o maceranın çerçevesini oluşturmak için kullanıldığı, içeriğin ise daha çok çeşitli toplumların folklorundan birebir aktarılan meseller ve Batı edebiyatının önemli eserlerinden alıntılarla zenginleştirildiği söylenebilir. Örnek olarak Suat Yalaz'ın Karaoğlan'ınını ele alırsak, "Asya Kaplanı"nın dillere destan maceralarında yalnızca tarih ve folklorumuzdan yararlanılmadığı, Michel Zevaco'nun unutulmaz şövalyesi Pardaillan'ın karanlıkta ve bilmeden babasıyla ölümüne dövüşme sahnesinin "Baybora'nın Oğlu" macerasına yedirildiği, Alexander Dumas'nın yüzüne kapatılmış demir maskeyle zindanda ölüme terkedilen bir kontun intikam öyküsünün anlatıldığı romanının yerlileştirildikten sonra "Demir Maske" macerasına dahil edildiğini görmekteyiz. Bu açıdan değerlendirdiğimizde, en azından tarihi olayların maceralara aktarılmasında fazla bir yanlış gözükmüyorsa da, maceralara yedirilen başka unsurlarla birlikle ilginç ve zengin bir kıvam meydana geldiği açıktır. Bu unsurlardan biri olan fantastik, bildiğim kadarıyla tek bir kez kullanılmış (ama ne kullanış!) ve Batı kültüründen çıkıp gelmiş cadılık kavramı Tarkan'ın en çekici maceralarından birinin oluşmasına neden olmuştu. Genç, çok güzel ve çekici Büyücü Goşa hipnotizma yeteneğiyle erkekleri kendisine bağlamakta, onlarla seviştikten sonra hepsini ölüme yollamaktadır. Öykünün son sahnesinde bu dişi örümceğin yüzyıllar öncesinden kalma yaşlı bir cadıya dönüşmesini şaşkın gözlerle izleriz.
Türe adını veren ikinci sözcük olan "Kahramanlık" ise bizlerin dönem dönem fazlasıyla üstüne düştüğü, son yıllarda (belki de En Kahraman Rıdvan'ın bu kavramı hicvetmesinden beri) sanki kenara bırakılmış bir kavram. Türklük ve kahramanlık kavramları edebiyatta olsun, bu konuya ilişkin konuşmalarda olsun, daima birlikte kullanılmıştır. Gerçeği ne denli yansıtıp yansıtmadığı bir tarafa, genel anlamda, haklı veya dayatmacı bir özlem olarak bu ikiliyi sürekli olarak yanyana görmek istemişiz. Tabii ki "kahramanlık" kelimesinin içeriği de sanki geçmişle bağlantılı bir şeyler içeriyor. Orta Asya'dan Osmanlı'nın şaşaalı günlerine dek uzanan bir sürecin bugün için yanlış bulduğumuz ve kabullenmemizin çeşitli nedenlerden dolayı zor olduğu kısımlarını arındırarak kullanıldığına inandığım bu kelime, altmışlı-yetmişli yıllarda gazete ve dergilerdeki tarihî öykülerde sık sık yer aldı. Gerçek yaşamdaki bireyin kahraman olma gibi bir durumu gerçeğe aykırı gözükse de (maddi sorunlarla boğuşan ve yaşama tutunmaya çalışan bireyin direnmesi de bir nevi kahramanlıktı ama burada bahsedilen anlamı farklı), onun kahramana öykünme, en azından gerçek ve/veya hayal karakterlerin kahramanlıklarına tanık olmaya ihtiyacı vardı. Çocuklara bu kavramı öğretmek, eğitimin öncelikli aşamalanndan biriydi. Çizgi romanlarda, sinemada veya edebiyatta olsun "kahramanlık" kelimesi havada kalmıyor, bunun mutlaka bir uygulayıcısı oluyordu. Ve kahramanın, kendisini mükemmele doğru yola çıkaran pek çok özelliği sergileniyordu. Adaletli olmak, zayıfı-düşkünü korumak, zulüme karşı sessiz kalmamak, düşmanı arkadan vurmamak, yalan söylememek, içkiye dayanıklı olduğu halde içki içmemek, atletik-sportif olmak, yiyecekle-giyecekte israfa kaçmamak, nesnelere fazla tutkun olmamak vs. Ama bu özelliklerin tümü yalnızca ana karakterin/kahramanın ruhsal ve fiziksel tanımına katkı sağlardı. Onun dostu olan yardımcı karakterlerde, bu tipik özellikler aynen korunmasına karşın, özellikle oburluk, tembellik, kumar alışkanlığı gibi zaafları ise bu yan karakterlere sempatiyle bakılmasına - ama biraz da güdükleşmelerine neden olurdu.
Kahraman-Karakter Ayrımı
Yetmişlerin sonuna doğru İtalya'da çizimine başlanılan Ken Parker çizgi romanıyla hata yapan, zaaf gösteren, içinde bulunduğu sistemi eleştirebilme cesareti gösteren yeni bir karakter ortaya çıkıyor ve bu mevcut klişeleri de hayli etkiliyordu. Ken Parker, bir kahramandan çok, herhangi biri, düşünen-yaşamı anlamaya çalışan bir insandı. Tarihî kahramanlarımız ise dönemin hakim çizgi roman kalıplarına uygun olarak yenilmezlik-muktedir olma gösterisi yapıyorlardı. Okur tarafından islenilen de buydu. Hani hep derler ya okumayan toplumuz diye, acaba çizgi romanlarımızın bunca savaş-kavga ve aksiyon sahnesi ile bezenmesi bu eğitimsizlikle ile ilgili midir bilemiyorum. Bizim gibi düşünceyle mücadele yerine fizik gücünü yücelten toplumlarda, genç kesim sinemada olduğu gibi çizgi romanda da hareketli sahnelere bayılıyordu. Üstelik türün çizgi romanları, gerçek hayatın aksine kötülerin mutlaka kaybettiği bir ortam koyuyordu gözümüzün önüne. Genç okurun gönlüne yerleşen karakterler mükemmeli oluşturan her olumlu özelliği taşımak zorundaydı. Çok iyi dövüşecekler, çok iyi ata binecekler, çok iyi sevişecekler, genç ve güzel kadınlar mutlaka onlara aşık olacaklardı. Bu tarz çizgi romanlar, özdeşleşmeye müsait özellikleriyle hayatın içindeki tatminsizliği okur nezdinde bertaraf edecek kahramanlar yaratıyorlardı. Zaafları yan karakterler gösterecek, böylelikle ana karakterin kusursuz olduğu ortaya çıkacaktı. Kahramandan karaktere doğru en ilginç yakınlaşmayı, bilebildiğim kadarıyla Karaoğlan gösterdi. Ken Parker gibi yıllar sonrasının bir çizgi karakterine tek bir açıdan yaklaşabildi. İktidar ile ilişkisinde Tarkan, Atilla'ya ölesiye bağlı iken, Karaoğlan Cengiz Han'ı eleştirmekten kaçınmıyordu.
Temeller ve İlk Denemeler
İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği ekonomik bunalımın Türkiye'ye yansımalarından biri kağıt sıkıntısıydı. O zamanlar çizgi roman yazılı eğitimi kolaylaştırmak amacıyla kullanılan bir eğlence aracı olarak görülüyordu. Hal böyle olunca, kağıt ithalindeki sıkıntı, zorunlu bir tüketim unsuru olmayan çizgi romanların üretiminde, ellilerin başlangıcına kadar süren bir durgunluk yaratıyordu. Elli sonrasının önemli dergilerini (Pekos Bill, Oklahoma vs) Alaeddin Kıral, yüksek renk ve baskı kalitesinde yayımladı. 1953 yılında çıkan ve başarılı bir ekip çalışmasının ürünü olan ilk yerli-yarı renkli baskıdaki Köroğlu bu dergilerden biriydi. İki yıl sonra piyasaya giren iki çocuk dergisi ise -adını sayamadığımız birçok dergi gibi- daha sonra tarihî kahramanlık adı verilecek türe dahil edilebilecek öncü çizgi romanlar ihtiva ediyordu. Cici-Mu haftalık çocuk gazetesi başlangıçta (22.1.1955), çocuklara şiddet temasını aktardığı gerekçesiyle çizgi romanlara mesafeli duruyor, içeriğini daha çok çocuklara yönelik yazılarla dolu olarak oluşturuyordu. Zamanla çizgi romana ilişkin örnekler dergide çoğalmaya başladı. Ne de olsa görsellik yazıların okunmasını kolaylaştırıyordu. Yayımlanan resimli romanlar (çizgi roman terimi kullanılmazdı o zaman) arasında tarihî konuları işleyenler de vardı. Selçuklulardan Osmanlılara uzanan süreci toplam altmış karede özetleyen 1300'e Doğru, başlangıcında bant olarak çizilmesine rağmen sonraki sayılarda tam sayfaya dönüşen Oruç Reis, konuşma balonu kullanılmamış olan Oğuz Kağan Destanı, küçük kardeşinin kendisinden daha becerikli olduğunu hazmedemeyen kıskanç ağabeyin-bir büyücünün de yardımlarıyla kardeşine karşı verdiği mücadelenin konu edildiği Düşman Kardeşler, yayımlananlardan birkaçıydı. 1955'in Şubat ayında Erdoğan Egeli'nin çıkardığı 16 sayfalık Ceylan ise (Ceylan Yayınlarının kurulmasına vesile olan dergi) Mehmet Tekdal'ın Beyaz Atlı Sipahi ve Esir Yusuf'u gibi belirli bir kahramanın etrafında gelişmeyen tarihî çizgi romanlar yayımladı. Aynı yıldan itibaren İtalyan westernleri Ceylan Yayınları aracılığıyla gazeteci vitrinleri şenlendirmeye başlıyor, yoğun bir taleple karşılanıyordu (National Geographic'in istanbul albümünde yer alan o yıllardaki bir gazete bayiinin fotoğrafı bu renkliliği oldukça başarılı bir biçimde yansıtıyor). Aynı türün sinemadaki spagetti örnekleri de hafızalara kazınan kahramanlar sunuyordu (Önceleri Gulliano Gemma'nın canlandırdığı Montgomery Wood karakteri, hemen arkasından Sergio Leone'nin filmlerindeki Clint Eastwood ile kartal bakışlı, gaga burunlu Lee Van Cleef'in oynadıkları tipler - ikinci aktör doruk noktasına "Sabata" ile çıkacaktır). Velhasıl, çizgi romanlarda kahramanlar önemliydi, genç nesil için modeller gerekiyordu. Büyük çoğunluk olarak benimseyeceğimiz ve bizlere maceralar yaşatacak yerli bir kahraman içinse yedi yıl daha beklemek zorundaydık.
HÜSNÜ ÇORUK