"Nasıl oluyor da bütün kadınlar ayaklarına kapanıyor?
Yoksa onlara çelme mi takıyorsun?"
Yoksa onlara çelme mi takıyorsun?"
ARŞAK
Bazı filmler, romanlar, çizgi romanlar vardır. Ne kadar tehlikeli olayları konu alırlarsa alsınlar, izleyici ya da okur, baş kahramana gıpta ettiğini, o macerayı bizzat yaşamaya "imrendiğini" hisseder. Böyle hislere Stephen King'in (özellikle "0" ve "Mahşer"i en başta belirtmem gerekir) ve Dean R. Koontz'un romanlarında kapılmışımdır. Teks, Zagor, Jeriko ve son bir iki yıl içinde Dampyr gibi çizgi romanları okurken de... Olayların, insanı illet sahibi eden tekdüze hayatlarımıza taban tabana tezat oluşturan baştan çıkarıcı sıradışılığı mıdır, yoksa o maceraların kahramanları arasındaki dayanışmanın, güven ve paylaşım duygusunun her zorluğun aşılacağına dair verdiği umut mudur bilemem; filmle ya da kitapla aramda, maceradaki önemsiz tiplerden biri de değil, kahramanın bizzat kendisi olmak için çok şeyimi feda edebileceğimi düşündüren bir çekim gücü oluşur. Aradaki cinsiyet farkı gibi küçük (!) bir ayrıntıyı hesaba katmazsak, maceralarını yaşamak istediğim bir kahramandan özellikle söz etmek isterim: Gerçek hayatlarında asla süper kahramanlar gibi üstün yetenekler bahşedilmemiş, "sıradan", "mütevazı", "ölümlü" okurların kendilerini kolayca özdeşleştirebileceği, birkaç "uygun", insan gibi kahramandan biri olan Kâbuslar Dedektifi, Dylan Dog'dan...
Dylan Dog, zayıflıkları, korkuları, yalnızlığı ve hüznüyle tipik bir "kaybeden"dir. Aşık olur, kaybeder; mücadele eder, kaybeder; dayak yer, kaybeder; müşterisinin canavar ya da zombi olduğunu öğrenir (parasını alamaz), kaybeder . Ama kendini çabuk toparlamayı da bilir. Fazla şey beklememeyi zaten çoktan öğrendiği için, uğradığı maddî ve manevî yıkımlar asla felaket boyutunda görünmez gözüne. Kendini dağıtmaya başladığını hissettiği anlarda kalyon maketine iki üç parça eklemek (onu da kanıksamıştır artık, yani maketi asla ve kat'a tamamlayamayacağını) ya da Arşak'ın, sebze çorbası karıştırmakta kullanırsa daha isabetli olacağını söylediği klarnetiyle Tartini'nin "Il trillo del diavolo"sunu katletmek üzere odasına kapanacak ve kendini biraz daha iyi hissedene kadar dışarı çıkmayacaktır.
Johnny Freak adlı macerada, Johnny'nin vücudunun orasını burasını kırpmak için yapılan ameliyatları duyunca içki bardağını fondiplemesi kimseyi yanıltmasın. Dylan, teselliyi içki kadehlerinde arayan biri -artık- değildir. Delicesine aşık olup evlendiği Lillie Connoly'nin IRA militanı olduğunun anlaşılması üzerine yargılanıp ağır işkencelerden sonra idam edilmesinin ardından içki batağına saplanmış, tedavi görmüş, sabık bir alkolik, bir AA'dır. Başka insanlarla ilişkileri çok iyi ol(a)mayan pek çok kişi gibi o da iflah olmaz bir hayvan dostudur. "Kırmızı etten uzak durup "beyaz et"e hayır demeyen ve buna rağmen hâlâ vejetaryen olduğunu iddia edebilen gösteriş budalalarından değil, tavuk ve balığı da "canlı" olduğu için yemeyen gerçek vejetaryenlerdendir. Yine Johnny Freak'le sokak hayvanlarını döve döve öldüren, hayvanlara yemek getiren yaşlı kadını hastanelik eden zengin "veletlerine" hiç de merhametli davranmayarak işi şiddet kullanmaya vardırması, başta bu satırların yazarı olmak üzere hayvanseverlerce -kim ne derse desin- coşkuyla alkışlanmıştır!..
İtalyan halkının, Rupert Everett'i andıran bu uzun boylu, mahzun yüzlü, zayıf genç adamla karşılaşma imkân ve ihtimali, çizgi roman satılan "fumetteria"larla sınırlı değildir. Saygınlığı ve tirajı arttıkça, metro istasyonlarının duvarlarına ya da sokaklardaki billboardlara asılan hayvan hakları, AİDS, mafyayla mücadele, uyuşturucunun zararları konulu afişlerde de yer almaya başlar. Kâbuslar Dedektifi Dylan Dog. Maksat, popüler bir yüze yer vererek bu afişleri dikkat çekici ve etkileyici kılmaksa, aylık tirajı 800.000'lerin altına düşmeyen, kimi aylarda bir milyonu bulan bir çizgi roman kahramanından daha uygun kim olabilir? Hele bu, sırf tirajıyla değil, pek az çizgi romana nasip olacak bir başarı elde ederek, Umberto Eco da dahil olmak üzere toplumdaki saygın ve entelektüel kimlikleri tartışma kabul etmeyen yazar ve eleştirmenlerden de övgü alarak rüştünü ispat etmiş bir çizgi romanın kahramanıysa...
Siyah ceket, kırmızı gömlek, kot pantolon, bağcıklı Clarks Desert bot giyen, DYD 666 plakalı bir Vosvos'u olan, klasik müzikten ve heavy metal'den hoşlanan, uçaklardan nefret eden, deniz tutan, "günde elli sterlin artı masraflar"a çalışan bir dedektif düşünün. Buraya kadar her şey normal gibi görünüyor ama ya sonrası?
Dylan, 23 yaşında gönüllü olarak girdiği Scotland Yard'dan, Lillie'nin idam edilmesinden sonra istifa eder ve mesleğinden ayrılan pek çok polis gibi dedektif olmaya karar verir. Ama onun meslek hayatında sıradanlıga ve aldatıldığından şüphelenen kıskanç eşler ya da kaybolan yakınlarını bulması için başvuran acılı akrabalar gibi alelade müşterilere yer yoktur. Mezarlanndan kalkmış ölülerin, görünmez adamların, vampirlerin, kurt adamların ya da Karın Deşen Jack'in yakalanması isteğiyle polise ya da başka bir özel dedektife başvuran müşteriler, deli oldukları gerekçesiyle akıl hastanesine kapatılmaktan kurtulabilmişlerse, soluğu, dünyanın ilk ve tek "Kâbuslar Dedektifi"nin kapısında alacaklardır.
Dylan Dog, çizgi romanının öyküsü, 1986 yılında, İtalyan çizgi romanının harika çocuğu Tiziano Sclavi'nin, maceraları New Yorkta geçen, yalnız çalışan, Amerikalı bir özel dedektifin başından geçenleri konu alan bir çizgi roman yaratma isteğini dile getirmek üzere o zamana kadar daha başka çizgi romanlarında öykü ve senaryo yazarlığı yaptığı Sergio Bonelli Editöre yetkililerinin kapısını çalmasıyla başlar. Yetkililerle yaptığı görüşmenin ardından Sclavi'nin teklifi kabul edilir ama,
1) maceralar New York yerine Londra'da geçecek,
2) kahraman Amerikalı değil, İngiliz olacak ve
3) yalnız çalışmayacak, yanında Bonelli geleneğinin ilkelerinden biri gereği -ille de komik- bir kankası olacaktır. (Ülke ve kahramanın uyruğu konusundaki değişiklik taleplerinde kuşkusuz, Bonellinin, Amerikalı kahramanların Amerika'da ya da dünyanın başka ülkelerinde yaşadıkları maceralara gereğinden fazla ağırlık verdiği izlenimini ortadan kaldırma çabaları yatmaktadır. Nitekim Dylan Dog'un ardından, İtalyanca konuşan bir isviçreli olan Napoleone'nin, Avustralyalı Jonathan Sleele'in ve Bosna Savaşı'nın yaşandığı topraklarda dogup büyüyen ve gittiği bazı yabancı ülkelerde eğlence olsun diye masum kadınları, çocukları ve yaşlıları öldürmekle suçlanan, halbuki kendisinin de rezillik diyerek lanetlediği o savaşla bir ilgisi olmayan Sırp kökenli "Dampyr" Harlan Draka'nın maceraları yayımlanmaya başlayacaktır).
Sonra sıra, kahramanın adının konmasına gelir. Sclavi, yazmaya başladığı her yeni romanın ya da çizgi romanın baş kahramanına, sonradan değiştirmek üzere geçici olarak "Dylan Dog" adını koymaktadır. Büyük hayranlık duyduğu şair Dylan Thomas'ın ön adını ve bir kitapçı vitrininde gördüğü ama alıp okumadığı bir Mickey Spillane romanının adında geçen "Dog" sözcüğünü bir araya getirerek türettiği bu ad, romanın yazımı ilerledikçe iptal edilecek ve kahraman gerçek ve kalıcı adına kavuşacaktır (Ancak, Sclavi'nin şimdikiyle hiçbir benzerliği olmayan bir Dylan Dog'u daha vardır: 70li yıllarda öykü ve senaryosunu yazdığı, Lorenzo Mattotti'nin çizdiği bir kısa öykünün kahramanının da adını değiştirmemiş ve o çalışma da Dylan Dog adıyla yayımlanmıştır). Ancak Sclavi nedense Kâbuslar Dedektifi'ne yeni bir ad bulma gereği duymaz ve bu komik adla Dylan'ın başına bir iş daha açar: Zaten sıra dışı mesleği yüzünden garipsenen, alay edilen (ki bazen Dylan da, "Ben basit bir kâbuslar dedektifiyim" diyerek kendi kendisiyle alay eder), hattâ şarlatanlıkla suçlanan Dylan, yeni tanıştığı kişileri, "Bana Dylan diyebilirsiniz. 'Bay Dog' gülünç oluyor" diyerek en baştan uyarmaktadır. Herhalde bunda, babası gibi sevdiği Müfettiş Bloch'un vaktiyle söylediği bir sözle yerin dibine geçmesi ve bu olayın bilinçaltında yer etmiş olmasının da payı vardır: Dylan, Scolland Yard'da görevli genç bir polis memuruyken, büyük bir heyecanla amirinin odasına girmiş, hazırola geçmiş ve "Memur Dog, rapor vermeye hazır, efendim!" demiş, ancak, Bloch'tan aynen şu cevabı almıştır: "Efendim kısmını boş ver. Memur Dog demekten de vazgeç. Duyan da seni polis köpeği sanacak!"
Dylan Dog tipinin görsel yaratıcısının Claudio Villa (doğ. 1959) olmasını, yayınevinin editörlerinden Decio Canzio istemiş. 41. sayıya kadar kapak ressamlığını da sürdürecek olan Villa, çizimlere oturduğu sırada yaşadıklarını şöyle anlatıyor: "Dylan Dog'un yeni bir tip olduğu söylendi ama ingiliz olduğunu kimse söylememişti. Ben de ispanyol tipli bir adam çizdim. İstedikleri İngiliz tipine hiç yaklaşamadığım için ilk çizimlerim beğenilmedi. Ama ne istediklerini söylemeyi unutan onlardı. Sonra Tiziano aradı ve 'Dylan Dog, Rupert Everett'ten başkası değil. Sinemaya git ve Another Country adlı filmi seyret' dedi."
Sclavi, bir söyleşide, "Yarattığınız karakterin sizi esir almış olduğunu düşünüyor musunuz?" sorusunu, "Yazarlık mesleğime belli bir ölçüde müdahale etmiş olsa da kesinlikle böyle bir düşüncem yok. Dylan'dan, Conan Doyle'un Sherlock Holmes'tan nefret ettiği gibi nefret etmiyorum" sözleriyle yanıtlıyor. İtalya'da çizgi romanları kadar "Nero", "Tre", "Le etichette delle camicie" ve sinemaya da aktarılan "Dellamorte Dellamore" gibi romanlanyla da tanınan; Dylan Dog'dan önce, Ken Parker, Zagor, Mister No ve Martin Mystère gibi Bonelli çizgi romanlarına gölge yazarlık yapan, 1983 yılında yine Bonelli'nin yayımladığı Kerry il Trapper adlı bir çizgi romanın yaratıcısı olan Tiziano Sclavi (doğ. 3 Nisan 1954), eşi, kedileri, kitapları ve video kasetleriyle Milano'da yaşayan, insan içine fazla çıkmayan ama sürdürdüğü izole hayata rağmen, yirminci yüzyıl insanının korkularını, duygularını, bocalamalarını çok iyi yansıtabilen bir yazar. Fotoğraf çektirmeyi de çok sevmediği için dış görünüşü hakkında ancak, Dylan Dog'un pek çok macerasını çizen ve kapak ressamlığını Claudio Villa'dan devralan Angelo Stano'nun ve Martin Mysterein yaratıcısı Alfredo Castelli'nin çizdiği resimlere bakılarak bir fikir edinilebiliyor. Kendisiyle yapılmış ender söyleşilerden birinde, "1.82 boyunda, 1.82 eninde, 1.82 genişliğinde olduğunu, insan hissettiği yaştadır, sözünden yola çıkarak çok yaşlı bir adam olduğunu" söylüyor. Sclavi'ye göre ünlü kahramanıyla arasındaki benzerlikler ve farklılıklar şunlar: "Dylan Dog, gıpta ettiğim bir adam. Karabasanlarla boğuşuyor ve sonunda onlardan kurtulmayı başanyor. Korkulara karşı mücadele ediyor ve o korkuların da üstesinden geliyor. Onun gibi biri olmayı isterdim. Dylan'ın bana benzediğini söyleyebilirim ama bu benzerliği abartmamamda yarar var (...) Londra'da, Craven Road 7 numarada oturuyor, bense hayatımda İngiltere'ye adım atmadım. Dylan, baştan çıkarıcı bir Romeo, en ufak bir işarette bile karşısındaki kadına aşık olabiliyor, ben böyle bir şeyi asla yapamam. Ancak onun çektiği alkol düşkünlüğü, geceleri aşırı gergin olması, uyku sorunları gibi sıkıntıları ben de yaşadım ve hâlâ yaşıyorum. Kendimi ille de Dylan Dog'daki bir karakterle özdeşleştirmem istenirse bu kişi Arşak ya da daha da uygunu, öykülerin pek çoğunda karşımıza çıkan, günahsız, zavallı yaratıklar olacaktır."
Sclavi'yle çalışmak hiç de kolay değil. İstekleri bitmiyor. Ama bunu, birilerinin tepesini attırmak için yapmadığı ortada. "Özellikle senaryo yazımı söz konusu olduğunda dünyanın en can sıkıcı adamlarından biri olduğumu itiraf etmeliyim" diyor, Sclavi. "Bazen bir tek karenin nasıl çizileceğini anlatmak için bir sayfa açıklama yazıyorum. Bunu, çizerlerin yeteneğini hafife aldığım için yaptığımı düşünmeyin, birbirinden değerli çizerlerle çalışıyorum. Ama benim, senaryoyu yazarken hissettiklerimin aynısını okurlarımın da hissetmesini isterim. Senaryo yazarken ağladığım bile olur. Okurların en sevdiği maceralardan biri olan Johnny Freak'in son sayfalarının senaryosunu yazarken gözlerimden yaş boşanıyordu. Bilgisayarın klavyesi sırılsıklam olmuşlu. Bir yandan yazıyor, "bir yandan da 'Ölme, ne olur ölme Johnny!' diye yalvarıyordum. Ama ölmesine . karar verilmişti bile."
Dracula ve Frankenstein gibi korku edebiyatının başyapıtlarından, Dario Argento ve George Romero gibi usta yönetmenlerin imzasını taşıyan korku filmlerinden, polisiye romanlardan ve fantastik edebiyattan alıntıların bolca yer aldığı Dylan Dog'un başlıca esin kaynağı, aslında yine Sclavi'nin başka bir eseri, sinemaya da uyarlanan Dellamorte Dellamore adlı romanıdır. Sinemaya aktarıldığında Martin Scorsese, Quentin Tarantino ve Terry Gilliam gibi yönetmenlerden övgüler toplayan Dellamorte Dellamore, ölülerin, gömüldükten kısa bir süre sonra dirilip yaşayanların arasına dönmek istediği hayali bir İtalyan şehri olan Buffalora'da mezarlık bekçiliği yapan Francesco Dellamorte'nin başından geçenleri konu alır. Dellamorte'nin ölü gömücülüğünden başka bir görevi daha vardır: Zekâ özürlü, iri yarı yardımcısı Gnaghi'yle birlikte, insan etine aç ölülerin beyinlerini dağıtmak ve onların, yaşayanların arasına dönmelerine engel olmak. Sclavi, Gnaghi tipini, çocukluğunda aynı mahallede oturan ve "gnaghi"yi andıran garip sesler çıkaran zekâ özürlü bir adamdan esinlenerek yaratmıştır. İki eser arasında, benzerlikler kadar zıtlıklar da dikkati çekmektedir: Filmdeki mezarlık bekçisi, yakışıklı ve fakat iktidarsızlıktan mustarip Francesco Dellamorte, çizgi romanda kadın müşterilerinin neredeyse hepsiyle yatağa giren çapkın Kâbuslar Dedektifi Dylan Doga dönüşür. Francesco Dellamorte'nin tamamlamaya çalıştığı kafatası maketinin yerini, çizgi romanda gemi maketi almııştır. "Komik kanka" için önce, özellikle Mel Brooks'un Frankenstein Jr. filmindeki rolüyle tanınan ünlü komedyen Marty Feldman tipinde bir karakter düşünülür. Ancak sanatçının fiziksel özellikleri dikkate alındığında, böyle birinin komik unsurlarını ön plana çıkarmanın güç olacağı ve Dylan'ın, yardımcısını karşılaştığı canavarlardan ayırt etmekle güçlük çekeceği endişesiyle başka bir tip aranmaya başlanır. Sonunda Türkiye'de Üç Ahbapçavuşlar adıyla bilinen ve A Night at the Opera, Duck Soup, Animal Crackers gibi filmleriyle tanınan Marx Biraderlerden (Türkiye'de Arşak Palabıyıkyan adıyla tanınıp sevilen) Groucho Marx "kadroya dahil edilir."
Arşak, Dylan Dog'un maceralarında birinci sayıdan beri vardır ama nasıl tanıştıkları, Dylan Dog'un yayımlanmaya başlamasının onuncu yılına rastladığı için renkli olarak yayımlanan Finche Morte Non Vi Separi ("Ölüm Ayırana Dek") adlı 121. sayıda anlatılır: 23 yaşında gönüllü olarak Scotland Yarda giren Dylan Dog, bir sûre sonra Müfettiş Bloch'un ekibinde çalışmak üzere Kriminal Araştırmalar Dairesi'nde (CID) görevlendirilir. Bastırmakla görevli olduğu bir sokak gösterisinde, eylemcilerden biri sandığı Arşak'ı tutuklamak ister, komik giysili bu garip adam orada ne aradığını ve niçin otuzlu yılların ünlü aktörü gibi giyindiğini şöyle anlatır: "Ben bir aktörüm. Komünizmin doğuşunu anlatan bir film çekiyorum. Cast'ta senin de olduğunu bilmiyordum." Dylan'ın tutuklamaya gerek görmediği Arşak, uzaklaşırken, en ünlü esprilerinden birini patlatacaktır: "Gördüğüm bir yüzü unutmak adetim değildir ama senin için bu seferlik bu alışkanlığımdan vazgeçeceğim." Dylan'ın yanından ayrılmayan, kapıya bakmak, gerektiğinde fırlattığı tabancayla "patron"unun hayalını kurtarmak, gerilimin ve hava sıcaklığının yüksek olduğu anlarda esprileriyle ortamı yumuşatmak gibi hayatî öneme sahip görevleri olan, Dylan'ın beraber olduğu birbirinden güzel kadınların arkasından bakmakla yetinen Arşak, Maceraperest Çizgiler'in Efsanevi Dylan Dog Albümü özel eki, Melon Şapkalı Adam'da, nasıl olduysa bir kadınla, hem de güzel bir kadınla, birlikle olmuş ve çizgi roman tarihine geçecek bir söz söylemiştir: "Eh... Yılda bir kere iyi geliyor!"
Okuyucusundan kısa bir süre içinde büyük ilgi gören, adeta kült bir eser haline gelen Dylan Dog'un başarısının ardında çeşitli nedenler yatıyor. Bonelli yayınevi, Dylan Dog'dan önce başka kahramanlarını, özellikle de Zagor'u, canavarlarla, vampirlerle, kurt adamlarla karşı karşıya getirmiş ve bu tür maceraların hatırı sayılır bir ilgi topladığını görmüştü. Tiziano Sclavi, bu işi bir adım daha ileri götürerek maceralara, günlük hayatla sıradan insanların çektiği korkuları, gülümseyen bir yüzün ardında saklanan ve dehşet rüzgârı estirmeye hazır karanlık bir ruhu, kaygıların yok olmak yerine giderek arttığı ve kötülüğün yanı başımızda olmasının inkâr edilemediği bir dünyada karşı karşıya kalınan tehlikeleri de olay örgüsüne ekledi. Yumrukların ve kurşunların bile ortadan kaldırmakta yetersiz kalabildiği canavarlann karşısına onlardan on kat güçlü bir süper kahraman çıkarmak yerine, Dylan Dog gibi zayıflıkları, çelişkileri ve korkuları olan, kahraman sıfatını hak edip etmediği bile tartışmaya açık birini koymak cesaret isteyen, cüretkârca bir adımdı. Okuyucular otuzlu yaşlarını süren (birçok kaynağa göre Dylan 33 yaşında), melankolik, ağlamaklı, kırılgan Dylan karakterinde günümüz insanının duygularını, saplantılarını, çelişkilerini, korkularını, tökezlemelerini, sadık bir dostun yakınlığını, -biraz şıpsevdi ama olsun- ateşli bir aşığın şefkatini, tutkusunu ve hatalarını fark etmekte gecikmedi.
Şiddetlen nefret ettiği için eski püskü tabancasını bile üzerinde taşımayan, yalnızca kendini korumak zorunda kaldığında ateş eden, kadınları seven ve hemen her macerasında bir kadına aşık olan, sinema ve kitap tutkunu, klarnet çalma ve gemi maketi yapma gibi hobileri olan Dylan Dog, baş kahramanı olduğu maceralarda bir "kahraman"dan çok bir "insan" olarak ön plana çıkar. Sclavi, yükseklik korkusundan mustarip, uçağa binemeyen, deniz tutan kahramanının (ağız alışkanlığı işte!) zayıflıklarını bakın nasıl açıklıyor: "Dylan'ın, Teks gibi bir süper kahraman olmasını, ele aldığı her olaydan muazzam zaferlerle ayrılmasını istemedim. Bazen kaybeden, kazandığında ise asla dört dörtlük bir zafere imza atamayan bir kahramanım olsun istedim. Aslında Dylan, çizgi roman kahramanı vasıflarına tamamen uyan biri de değil. Benim öykülerim, okuyanın içini rahatlatmaz, çünkü korku ve dehşet asla tamamen sona ermez. Biter gibi olur ama sonra yeniden başlar."
Dylan Dog öykülerinde asla bitmeyecek olan bir şey daha vardır: Dylan'ın kadınlara olan tutkusu. Hayatının her döneminde bir kadın vardır Dylan'ın. Yeni yetmeliğinde bir tatil kasabasında karşılaştığı Marina, polislik mesleğinin ilk günlerinde tanıyıp aşık olduğu Lillie Connoly, Kâbuslar Dedektifi olduğu günlerde fahişeleri öldüren bir manyağın peşindeyken tanıştığı, evlenmeyi düşünecek kadar çok sevdiği, AİDS'ten ölen Bree Daniels ilk anda akla gelen kadınlardır. Lillie ve Bree trajik ölümleriyle, Marina ise öldükten sonra trajik ve esrarengiz bir biçimde ziyarete gelmesiyle allak bullak eder, Dylan'ın hayatını. Ama hiç kuşkusuz, Dylan'ın en büyük aşkı, önce Yaşayan Ölüler'in Şafağı adlı ilk macerada ölümsüzlüğün sırrını çözmek isteyen çılgın Xabaras'ın mezarından kaldırdığı bir zombi olarak karşımıza çıkan, daha sonra adını verdiği 25. sayıda yeniden karşılaştığımızda Dylan'ı Xabaras'a götüren, ama kim olduğunu tam olarak öğrenmek için Dylan Dog'un öyküsü'nün anlatıldığı 100. sayıya kadar beklemek zorunda kaldığımız Morgana'dır. Dylan'la ilgili pek çok sorunun cevabının alındığı bu sayıda Morgana'nın da aslında Dylan'ın annesi olduğu ortaya çıkar ve kahramanımızın, boğuşmak zorunda olduğu sıkıntılara bir de Oidipus kompleksi eklenir!
Renkli olarak yayımlanan ve Dylan Dog'un Öyküsü adını taşıyan 100. bölümde inanılmaz bir şey olur ve Dylan, boş zamanlarında iki üç parça eklediği ama tamamlayacağına asla ihtimal vermediği kalyon maketini nasıl olduysa tamamlar! Tek başına bu olay bile okurları şoke etmeye yetecekken ilginç bir şey daha olur ve Dylan, bu maket aracılığıyla Xabaras'tan telepatik bir mesaj alır. Morgana ve babası hakkındaki gerçekleri öğrenmek üzere olduğunu hisseden Dylan, Arşak'ın itirazlarına rağmen Xabaras'ın çağrısına uyarak onu aramaya çıkar. Şehrin yer altı kanallarında yaptığı kısa ve gizemli bir yolculuğun sonunda tıpkı tamamladığı makete benzeyen bir kalyonda cam bir tabut içinde uyuyan Morgana'yla ve babası olduğunu iddia eden Xabaras'Ia karşılaşır. Xabaras her şeyin üç yüz yıl önce bu kalyonda başladığını söyleyerek anlatmaya koyulur, Dylan Dog'un öyküsünü. Üç yüz yıl önce Kaptan Dylan, eşi Morgana ve beş yaşındaki oğlu küçük Dylan'la birlikte bu kalyonda yolculuk etmekte ve evrenin en büyük sırrını, ölümsüzlük iksirini aramaktadır. Hiçbir tersliğin yaşanmadığı, sakin bir deniz yolculuğunun altmış altıncı gününde Kaptan Dylan ölümsüzlük iksirini bulur. Bu iksir tek başına alındığında insanı yaşayan bir cesede dönüştürmekte, ancak panzehiriyle birlikte alınırsa olumsuz etkileri tamamen ortadan kalkmaktadır. Morgana nasıl bir etki yaratacağı kesin bilinmeyen iksiri önce kendisi denemek ister. Bir terslik olursa eşi kendisini kurtaracaktır ama önce Kaptan iksiri dener de bir sorun çıkarsa -ölürse- tayfaların ayaklanıp gemiyi ele geçirme ihtimali vardır. Kaptan Dylan, eşine hem iksiri hem de panzehiri şırınga eder. Ancak tam o sırada isyan çıkar ve kendisine iksiri şırınga eden ancak panzehiri de şırınga etmeye zamanı kalmayan Kaptan tayfalar tarafından öldürülür. Ölümsüzlüğe erişen Morgana, cadı olduğu gerekçesiyle yakılmak üzereyken Kaptan Dylan, zombi olarak geri döner ve onu kurtarır. Morgana'nın eşine panzehiri de şırınga etmesinden sonra garip bir şey olur ve Kaptan Dylan, şeytan Xabaras tarafından başka bir boyuta kaçırılır. Burada ruhunun iyi yanı evrenin sınırında, nefretin, korkunun, ölümün ve sefaletin hüküm sürdüğü bir yere 666 yıllığına hapsedilir, kötü yanı ise Xabaras adıyla yeryüzüne gönderilir. Morgana, Xabaras'a ayak bağı olmaması için cam bir tabut içinde uyutulur ve Küçük Dylan da Xabaras tarafından öksüzler yurduna gönderilir. Dylan, aradaki üç yüz yılın nasıl geçtiğini açıklamayan Xabaras'ın anlattıklarından sonra büyük bir dehşet içinde iki şeyin farkına varır: Üç yüz küsur yaşında olduğunu ve hayatının en büyük aşkının, her kadında aradığı Morgana'nın aslında öz be öz annesi olduğunu!
İşte, Türkiye'de çok az macerası yayımlandığı halde (bu yazının yazıldığı 2002 yılının Şubat ayı içinde İtalya'da 186. sayısı yayımlanmıştı) büyük bir hayran kitlesi oluşan, internet gibi iletişim araçları sayesinde İtalya'daki başarıları ilgiyle izlenen Dylan Dog'un öyküsü böyle. Birkaç yıllık bir aradan sonra Türkiye'deki okurlarıyla yeniden buluştuğunda, daha bilinçli ve daha sadık bir okur/hayran kitlesi buldu karşısında.
Güzel...
ZEYNEP AKKUŞ