agartan
Onursal Üye
- 28 Haz 2019
- 1,220
- 11,307
Film-Noir (Kara Film)
*uyarı: oldukça uzun bir araştırmanın sonucu olarak, yazı da uzun oldu.
Müziğinizi açın, çayınızı - kahvenizi hazırlayın.
“Film noir’in aradığı ve görmeye, göstermeye çalıştığı şey, taşın arka yüzündeki çamurdur.
Film noir’in güneşli fakat suç dolu dünyasında hiç kimse masum değildir;
çamur, yani kötülük bir şekilde herkese bulaşır, herkesi kirletir.
Belki de kötülük insanın dışında değil, içindedir.
Her insanın içinde iyilik kadar kötülük de vardır ve eline geçen ilk fırsatta yüzünü göstermek için gizli,
kuytu bir yerde öylece bekler durur.
Film noir’in karanlık dünyasında katil kadar kurban, tehdit eden kadar tehdit edilen,
ihanet eden kadar ihanete uğrayan da suçludur.”
*Hakan Savaş (Sinema ve Varoluşçuluk, 2003)
Amerikan toplumunun iç yapısıyla ve kendi sorunlarıyla alakalı olan türle Avrupa sineması çok fazla ilgilenmese de,
Avrupa sinemacıları kara filmin yaratıcısı olmuşlardır.
Hitler'in Avrupa'yı kasıp kavurduğu II. Dünya Savaşı döneminde Amerika'ya göç eden Billy Wilder,
Robert Siodmak, Otto Preminger ve Fritz Lang gibi Alman ve Avusturyalı yönetmenler
dışavurumcu Alman sinemasının etkilerini HW'a taşımış ve bu döneme dek Almanların
en önemli ve öncü sayılabilecek filmi Robert Wiene'nin "Das Cabinet des Dr. Caligari (1920)" eseridir.
Dr. Caligari'nin Muayenehanesi, türe çıkış noktası olmuştur.
Şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/142257-das-cabinet-des-dr-caligari-1920-a.html
Sinemada tür (genre) kavramı ve Film Noir’ın (okunuşu "nuğa" - Kara Film) bir tür olup olmadığı yoğun tartışmalara sebebiyet vermiş olsa da;
film noir adı altında geçen filmlerin Amerika’ya özgü olduğu ve orada geliştiği açık bir gerçektir.
Film noir, ilk olarak, kahramanlarını çürümüş ve karanlık bir dünyanın içine yerleştiren HW suç filmlerini tanımlamak için kullanılmıştır.
Kenti ve kent yaşamının gerçekliğini gözler önüne seren film noir,
1929 yılında yaşanan büyük ekonomik buhranın ardından rekabet,
suç, işsizlik gibi durumların tavan yaptığı; acımasız ve güvensiz bir dünya içerisinde gittikçe yozlaşan ahlaki değerleri gün yüzüne çıkarır.
Özünde Amerikan değerlerine karşı bir eleştiri olarak okunabilecek film noir’ler; HW’un yüceltilmiş diğer türlerine nazaran
daha kaba olmasına rağmen, oldukça dürüst ve gerçekçidir.
Film estetiği ve biçemi olarak Alman Dışavurumculuk akımından;
gerçekçilik ve kent yaşamını gözler önüne seren hikayeler bakımından da İtalyan Yeni Gerçekçiliğinden etkilenen ve kendinden sonra gelecek Fransız Yeni Dalga akımını da derinden etkileyecek olan film noir türünün;
dürüst ve gerçekçi bir anlatımdan uzak kalması da düşünülemezdi.
1940'lar başından 1950’lerin sonuna dek uzanan ve Fransız film eleştirmenleri tarafından Amerikan Sinemasının
‘klasik film noir dönemi’ olarak adlandırılan filmlerin en tipik özelliklerinden biri kaynağını
Amerikan ya da İngiliz dedektif romanlarından almış olmasıdır.
Film noir türüne öncülük eden bu romanların belli başlı yazarları ise Dashiell Hammett, Raymond Chandler ve James M. Cain’dir.
Film noir türünü etkileyen bu yazarların belli başlı edebi eserlerinin de,
Amerikan dedektif ve suç kurgularını içerisine alan kötümser,
karanlık ve eleştirel yapının temsilcisi ‘hard boiled’ ekolünün içinde yer aldığını belirtmek gerekir.
Bu dönemde yapılan filmler için ilk olarak, ‘film noir’ adını kullanan Fransız araştırmacı-eleştirmenler
Raymond Borde ve Etienne Chaumeto; film noir ismini, söz konusu filmler ile yazın arasındaki ilişkiden yola çıkarak seçtiklerini belirtmişlerdir.
John Orr ise kara filmin bir tür olmaktan çok, pek çok izleğe sahip bir biçem olduğunu söylemiştir;
öyle ki herhangi bir film türünde kara filmler üretilebilir.
Gangsterler ve dedektifler ikileminde ilerleyen kara filmde mutlu son yoktur.
Hollywood'un sahte mutlu sonlarına tepki olarak ortaya çıkan bu olgu Amerikan toplumunun en güvendiği değerlere de el atıp, hatta bazen acımasızca saldırarak sistem içinde muhalif bir tavır yakalamıştır.
Amerikan toplumunun en gözde kurumu olan aileye, örneğin "The Wizard of Oz (1939)" veya
"Gone with the Wind (1939)" filmindeki gibi yüceltilen, mutlu yuva anlayışıyla yaklaşmamış, bu kavramı sertçe gözden geçirmiştir.
II. Dünya Savaşı, Amerikan toplumunun tüm yerleşik moral değerlerini alt üst etmiş, toplumsal yapıyı derinden sarsmıştı.
İyi ve kötünün iç içe geçtiği savaş sonrası dönemde Film-Noir sinemaya yerleşti.
Amerika'nın savaş sonrası psikolojisinin ve genel atmosferin sinemaya bu şekilde yansıması da kaçınılmazdı.
Savaş sona ermiş, evlerine dönen erkekler pek çok şeyi bıraktıkları gibi bulamamışlardı.
Kadın toplumsal hayatta etkin bir rol alıp özgürlüğünü ilan etmişti ve mutfağa dönmeye de pek niyetli görünmüyordu.
Bunların dışında, askerden dönenlerin iş bulabilme endişesi vardı.
Amerika o yıllarda kanunu hiçe sayan adamların egemenliğini sürdürdüğü, sokaklarda kurşun yağmurlarının esip geçtiği,
çetelerin her köşe başında hesaplaştığı bir toplumsal buhran dönemi içindeydi.
Bu ümitsiz, karanlık ortam kara filmin doğmasında gerekli olan altyapıyı hazırladı ve tür bu atmosfer içinde ortaya çıkıp gelişti.
Hemen hemen her film noir filminin ortak özelliklerinden bahsedecek olursak, bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
Eril dış ses kullanımı, geriye dönüşler (flashbackler), siyah-beyaz görüntü, keskin ve dramatik gölge kullanımları,
öznel kamera kullanımı ile toplumsal bakışın yerini alan bireyin bakışı, izleyicinin kahramanla özdeşleşmesini engelleyen teknik ayrıntılar;
karanlık, çürümüş, yozlaşmış ve suç dolu bir dünya izlenimi, ışık kullanımı, özel dedektifler, femme fatale kadın karakteri, kışkırtıcı diyaloglar vb.
Kara film kahramanları aslında birer anti-kahramandırlar.
Eril karakterler, çoğunlukla işleri ters gitmiş ve hayattan istediklerini alamamıştır;
insanı imrendirecek derecede sigara ve yakaladığı ilk fırsatta viski tüketen, genelde trençkotlu ve fötr şapkalı kişilerdir.
Hemen hepsi "kaybedenler" kulübünün daimi üyesidirler.
Dişil karakterler... Fransızca'da "felakete neden olan kadın" anlamına gelen bir de "Femme Fatale" vardır.
Cazibesiyle erkeği baştan çıkaran, türlü oyunlarla ağına düşürüp öldüren ve asla güvenilmez kadın motifidir.
Edward Dmytryk'in "Murder, My Sweet (1944)",
Otto Preminger'in "Laura (1944)",
Fritz Lang'ın "The Woman in the Window (1944)" filmlerinde ortaya çıkmıştır.
En çok bilinen Femme Fatale ise Tay Garnett'in "The Postman Always Rings Twice (1946)" filmindeki oyunuyla Lana Turner'dir.
Film-Noir'in temeli ve içeriği karanlıktır; yalnızca görünüm olarak değil, ruh hali olarak karanlığı ifade eder.
Yeni çağın en büyük mirası güvensizlik ve karamsarlık üzerinden ilerler. İyi ve kötü kesin çizgilerle ayrılmamıştır.
Bireyin varolma çabası ve yozlaşmış toplum yapısı açık olarak görünmektedir.
Tüm bunları besleyen ve yönlendiren ise, adına şiddet denilen hastalıktır.
Biçim ise büyük ölçüde ekonomiyle ilgilidir. Savaş sonrası Amerikan ekonomisi Avrupa kadar olmasa da etkilenmişti.
Yapımcılar filmlerin olabildiği kadar kısa sürede ve düşük bütçelerle tamamlanmasını istiyorlardı.
Dmytryk, filmlerinde kullandığı ön planı aydınlatıp, geri planı gölgede bırakan aydınlatma tekniğini daha ucuz ve
daha çabuk olduğu için tercih ettiğini söylemiştir.
Ama eleştirmenler filmlerin görünüm ve atmosferini değiştirmek için tüm bu yapılanların birer icat olduğunu söylemişlerdir.
Böylece film-noir, ekpresyonizmden de aldığı ışık - gölge ve kontrastlarla biçimsel yapısını ortaya koyar.
Cinayetler, aldatmacalar ve türlü entrikalar üzerine kurulu kara film türünün ilk dönemi en çok Humprey Bogart,
James Cagney, Richard Widmark, Laureen Bacall, Edward G. Robinson ve Barbara Stanwyck ile hatırlanır.
Alman ekspresyonizminden, 30'ların Fransız filmlerinden, İtalyan yeni gerçekçiliğinden ve
dönemin kara roman denilen dedektif hikayelerinden beslenen türün klasik kara film denilen ilk dönemi
Orson Welles'in 1958 yılında çektiği "Touch of Evil" ile kapanır.
Orson Welles’in Touch of Evil (Bitmeyen Balayı) filmini klasik film noir döneminin son filmi olarak kabul eden akademisyenler ve eleştirmenler film noir’ın aslında sona ermediğini;
fakat üslubunun yeni yapım şartları çevresinde güncellenip, şekil değiştirdiğini ifade ederler.
Bu sebeple film noir geleneğinden gelen ama bu tarihlerden daha sonra çekilen filmler (neo-noir filmleri)
klasik film noir türünün devam eden bir parçası olarak görülür.
Klasik film noir döneminin sinema tarihini etkilemiş en üst seviye 10 filmi -bu liste elbette çoğaltılabilir- kronolojik olarak şu şekilde sıralanır:
The Maltese Falcon (1941)
Film-Noir türünün ilk örneklerinden biri olan The Maltese Falcon – Malta Şahini;
hem sinema tarihine geçmiş bir film olarak hem de gelecek film noir türü filmlerin habercisi olarak oldukça önem arz eder.
Tarihin tek "Pulitzer" ödüllü sinema eleştirmeni Roger Ebert’e göre tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olan The Maltese Falcon;
film noir türünün klasikleşmiş eserlerinden biridir. Sinema tarihinde Humphrey Bogart efsanesini başlatma özelliğine de sahip olan film;
Dashiell Hammett’in aynı adlı kitabından uyarlanmıştır.
Yönetmen koltuğunda John Huston’ın oturduğu The Maltese Falcon;
San Francisco’lu özel bir dedektif olan Sam Spade’in (Humphrey Bogart) kendisini, üç aşırı hırslı ve acımasız kişinin,
değeri milyon dolarlar eden ve mücevherlerle kaplı bir şahin heykelini ele geçirmek için verdiği mücadelenin içerisinde bulmasını anlatır.
Özellikle ABD tarihi açısından bakacak olursak; film boyunca felsefi ve tinsel bir motife dönüşen şahin heykeli,
filmin alt metni açısından önemli bir anlam taşımaktadır.
Sayın ebuselam şurada sunmuş: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/113677-maltese-falcon-1941-1080p-tr-eng.html
Double Indemnity (1944)
Tüm zamanların en iyi filmleri listelerinde ilk sıralarda yer alan Double Indemnity – Çifte Tazminat; film noir türünün en klasikleşmiş ve
çoğu kişi tarafından türün en iyi örneği olarak kabul edilen filmidir. Sadece türün devamlılığını değil sinema tarihini de derinden etkileyen film;
kocasını öldürüp sigorta parasını elde etmeye çalışan hırslı bir kadının (Barbara Stanwyck) ve bu kadına aşık olduğu için onun oyununa dahil olan
sigorta çalışanı Neff’in (Fred MacMurray) hikayesini anlatır.
Postacı Kapıyı İki Kere Çalar isimli romanından tanıyabileceğimiz James Cain’in aynı isimli romanından uyarlanan Double Indemnity’nin
yönetmen koltuğunda ise Billy Wilder oturmaktadır.
Brian De Palma’nın, Femme Fatale isimli filmine Double Indemnity’den görüntüler koyarak femme fatale kavramına göndermeler yapması;
Billy Wilder’ın bu klasikleşmiş başyapıtının neden bu kadar değerli olduğunu bir kere daha ortaya koyar.
Şurada sayın ebuselam sunmuş: http://www.cizgidiyari.com/forum/ya...demnity-cifte-tazminat-1944-1080p-tr-eng.html
The Big Sleep (1946)
Raymond Chandler’ın romanından uyarlanan ve yönetmen koltuğunda Howard Hawks’ın oturduğu The Big Sleep – Derin Uyku;
sinema tarihini derinden etkileyen bir başka film noir filmidir. The Big Sleep’in senaryosunun, ‘Ses ve Öfke’ gibi edebiyat tarihinin
en iyi romanlarından birine imza atmış olan William Faulkner tarafından yazılmış olması ise filmin önemini ikiye katlar.
Fakat bir dipçe düşmek gerekirse; bazı yerlerde Howard Hawks’ın bu senaryoya pek sadık kalmadığı,
bu yüzden filmin Chandler’ın romanının hakkını tam anlamıyla teslim edemediği de belirtilmiştir.
General Sternwood kızı üzerinden kendisine şantaj yapan Arthur Geiger’ı ailesinden uzak tutmak için ünlü dedektif Philip Marlowe’u (Humphrey Bogart) tutar.
Marlowe, araştırmaları sırasında aileyi tehdit eden yeraltı çetesi ve General’in kızları arasında bir ilişki olduğunu fark eder ve
General’in küçük kızı Carmen’i cinayet suçlamasından kurtarır.
Bu sırada, General’in büyük kızı Vivien (Lauren Bacall) ile arasındaki nefret ilişkisi aşka dönüşmeye başlayacaktır.
Gilda (1946)
Rita Hayworth’un kaderini değiştiren film olma özelliğini de taşıyan Gilda; yine sinema tarihinde büyük bir etki bırakmış film noir filmlerinden biridir.
Özellikle film noir türünün en tipik özelliklerinden biri olarak dikkat çeken femme fatale karakterini başrole taşıyan Gilda’nın yönetmen koltuğunda ise
Charles Vidor oturmaktadır.
Rita Hayworth’un Put The Blame On Mame şarkısı eşliğinde ünlü eldiven çıkarma sahnesiyle de efsaneleşmiş olan film;
bir kumarhane sahibi olan Ballin Mudson ile onun en çok güvendiği adamlarından biri olan Johnny Farell’ın arasının,
Mudson’ın çıktığı bir yolculuk sonrası evlendiği Gilda isimli kadın yüzünden, geri dönüşü olmayacak biçimde açılmasını konu alıyor.
Bu filmde, kadın erkek demeden hemen herkesi kendine aşık edebilen Gilda karakterini canlandıran Rita Hayworth,
yıllar sonra kendisiyle evlenen erkekler için söylediği şu sözlerle, Gilda karakterinin üzerine nasıl yapışmış olduğunu da ortaya koymuştur:
“Evlendiğim tüm erkekler, akşam Gilda’yla yatıp sabah Rita ile kalktılar bu onlarda büyük bir hayal kırıklığı uyandırdı.”
Şurada sayın ebuselam sunmuş: http://www.cizgidiyari.com/forum/ya...da-seytanin-kizi-gilda-1946-1080p-tr-eng.html
The Lady From Shanghai (1947)
Başrollerinde Rita Hayworth ve Orson Welles’in oynadığı The Lady From Shanghai – Şangaylı Kadın;
sadece film noir türü bir film olduğu için sinema tarihini değil; alt metnindeki arzu nesnesini femme fatale kavramı üzerinden irdelediği ve
deşifre ettiği için sosyoloji ve psikoloji gibi disiplinleri de derinden etkilemiştir.
Sherwood King’in aynı adlı romanından uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda ise Rita Hayworth ile birlikte başrolü de paylaşan Orson Welles oturmaktadır.
Üç erkek ve bir kadın arasındaki güç savaşı ve ihanet silsilesini anlatan filmin hayranı olduğunu dile getiren ünlü film kuramcısı Andre Bazin,
The Lady From Shanghai ve Orson Welles için şöyle demiştir:
“Orson Welles, Hollywood’a sıradan bir film çekmeyi de becerebileceğini göstermek için Şangaylı Kadın’ı çekmiş ama tersini kanıtlamıştı,
her şeyden önce de kendine!”
Out of The Past (1947)
Yönetmenliğini Jacques Tourneur’un yaptığı ve başrollerinde Robert Mitchum, Jane Greer, Kirk Douglas gibi isimlerin yer aldığı
Out of The Past – Darağacımı Yükseğe Kur / Geçmişten Kaçış; özellikle anlatım biçimiyle öne çıkan bir fim noir klasiğidir.
Gerçek zamandaki olay örgüsü ile iç içe geçen geriye dönüşler, geçmiş ve şimdiyi birbirine bağladığı için;
Out of The Past, film noir seven herkese özel bir deneyim vaat ediyor.
Jane Greer’in sinema tarihinin en iyi femme fatale karakterlerinden birini canlandırdığı film;
sevgilisinin kırk bin dolarını alıp kaçan bir kadının, yine sevgilisi tarafından peşine takılan bir adamı kendine aşık ederek iki erkeği
birbirine düşürmesini konu alıyor.
Sunset Boulevard (1950)
Yönetmen koltuğunda Billy Wilder’ın oturduğu Sunset Boulevard – Sunset Bulvarı;
tabiri caizse klasik tabirinin bile yetersiz kaldığı bir sinema mucizesi olarak sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış bir film-noir filmidir.
Hollywood Stüdyo Sisteminin arka planında dönen oyunları ve trajedileri de gün yüzüne çıkaran film,
bu sebeple Hollywood’a yöneltilen sert bir eleştiriyi de gözler önüne serer.
Sunset Boulevard filmi; artık yaşlanmış ve eskisi kadar yıldızı parlamayan eski sessiz filmlerin oyuncusu Norma Desmond’un (Gloria Swanson)
sinema kariyerine geri dönebilmek için verdiği trajik savaşı ve bu uğurda her şeyi yapabilecek duruma gelişini anlatır.
Ünlü yönetmen Erich von Stroheim’ın da Desmond’un sadık uşağı rolünde oynadığı film;
Hollywood’un en güçlü film yapımcılarından biri olan Samuel Goldwyn’in Billy Wilder’a
‘Seni besleyen sektöre ihanet ettin!’ türünde bir söz etmesiyle de hafızalara kazınmıştır.
In a Lonely Place (1950)
Klasik bir film noir filmi olan In a Lonely Place – Issız Bir Yerde; yönetmen koltuğunda oturan Nicholas Ray’in büyük başarısı ile
dikkatleri üzerine çekmiş ve birçok film eleştirmenin ‘en iyi film-noir klasikleri’ listesine ilk sıralardan girmeyi başarmıştır.
Birçok film-noir klasiğinin tersine, suçtan ziyade olay örgüsündeki romantik yöne ağırlık veren In a Lonely Place;
sırf bu yüzden bile türün farklı örneklerinden biri olma özelliğini taşır.
Başrollerini Humphrey Bogart ve Gloria Grahame’in paylaştığı filmin konusu ise şöyledir:
Ünlü senarist Dixon Steele bir akşam menajeri ile bir barda buluşur ve menajeri ondan yeni çıkmış bir romanı senaryolaştırmasını ister.
Fakat Dixon, o gece için, kitabı okuyamayacak kadar yorgun olduğunu dile getirir.
Barın çalışanlarından biri ve kitabın sahibi olan Mildred Atkinson’dan kitabıyla ilgili yorumları alan Dixon bardan ayrılarak evine gider.
Ertesi sabah kitabın yazarı Mildred evinde ölü olarak bulununca tüm şüpheler Dixon’ın üzerine çekilecektir.
Şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/142645-lonely-place-1950-film-noir.html
The Big Heat (1953)
Film noir dendiğinde ilk akla gelebilecek filmlerden biri olan The Big Heat – Ölüm Korkusu / Büyük Öfke;
"M (1931)" ve "Metropolis (1927)" şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/140750-metropolis-1927-a.html gibi sinema tarihine geçmiş filmlerin yönetmeni Fritz Lang’in imzasını taşıyor.
Alman Dışavurumculuğu akımının öncü isimlerinden olan Fritz Lang, Nazi rejiminden kaçarak ABD’ye yerleşmiş ve daha sonra da Amerikan vatandaşı olmuştur.
Amerika’ya yerleştikten sonra, film noir türünün öncüleri içerisinde yer almaya başlayan Lang’in The Big Heat filmi ise film-noir tarihinin
en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Glenn Ford ve Gloria Grahame’in başrolleri paylaştığı The Big Heat filminde; önce kendisi gibi polis olan bir arkadaşı intihar eden, daha sonra karısı acımasızca
öldürülen Los Angeles’lı bir dedektifin, tüm şehri avucunun içerisine almış bir gangster şebekesine karşı tek başına yürüttüğü mücadele anlatılmaktadır.
The Big Heat, klasik film noir filmlerindeki femme fatale karakter rolünü bu kez bir erkeğe yüklediği için de özel bir ilgiyi hak etmektedir.
Touch of Evil (1958)
Klasik film noir döneminin son örneği olarak kabul edilen Touch of Evil – Bitmeyen Balayı;
film noir türünde kültleşmiş bir yapım olmakla beraber kullanılan teknikler açısından da sinema tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Özellikle filmin açılış sahnesinin plan sekans şeklinde çekilmiş olması,
dönemin teknik olanaklarıyla birlikte düşünecek olursak, sinema tarihinde büyük bir yankı uyandırmıştır.
Alfred Hitchcock’un Psycho filmine de ilham veren Touch of Evil’in yönetmen koltuğunda ise Orson Welles oturmaktadır.
Charlton Heston, Janet Leigh ve Orson Welles’in başrolleri paylaştığı film konusu ise şöyledir:
Amerika – Meksika sınırında bir arabanın içerisine saatli bomba yerleştirilir. Arabanın sahibi olan kişi Amerikan sınırına doğru ilerlemektedir.
Araba Amerikan sınırını geçtiğinde bomba patlar ve içerisindekiler ölür.
O esnada balayında olan müfettiş Mike Vargas (Charlton Heston) ve eşi Susan (Janet Leigh) ise olaya tanık olmuşlardır.
Bombanın içerisinde Amerikan yapımı bir yağ olduğunu öğrenen Mike davayı üstlenmeye karar verir.
şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/141101-touch-evil-1958-film-noir.html
Aradan geçen zamanda Amerikan toplumunda yine sarsıcı olayların yaşandığı bir dönem oldu.
Kennedy ve Luther King suikastleri, solun canlanışı, öğrenci hareketleri, anti militarizm, cinsel devrim gibi toplumsal olaylar
kara filmin canlanması için gerekli ortamı hazırlamıştı.
John Boorman'ın "Point Blank (1967)" filmi, zamanımızdaki Neo-Noir film türünün ilk örneği kabul edilir.
Böylece, 1971'de Don Siegel’in "Dirty Harry" filmi ile başlayan [şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/144288-dirty-harry-1971-a.html]
Robert Altman'ın "The Long Goodbye (1973)" filmleri ile devam eden dönemde, tür yeniden canlandı.
Scorsese'nin Taxi Driver'dan önceki filmi "Mean Streets (1973)"
Francis Ford Coppola'nın "The Conversation (1974)"
Roman Polanski'nin "Chinatown (1974)"
Arthur Penn'in "Night Moves (1975)",
Wim Wenders'ın "Der Amerikanische Freund (1975)"
Martin Scorsese'nin "Taxi Driver (1976)"
Liberalizmin doğurduğu güvensizlik ve topluma yerleşen genel paranoya duygusundan, tüm alanlar gibi sinema da nasibini almıştı.
Yaşanan çalkantılar nedeniyle filmler de değişime uğradı ve film-noir'in bir alt ayrımı ya da bir diğer aşaması diyebileceğimiz "neo-noir" ortaya çıktı.
Neo-Noir'in ortaya çıktığı 80'ler; Amerikan halkının devletine güveninin sarsıldığı, tüketim çılgınlığı denilen şeyin en had safhaya geldiği ve
konformizmin tepkisizliği doğurduğu bir dönemdir.
Artık yeni bir söyleme sahip olan kara filmler daha önce el atılmamış konulara bambaşka bir yaklaşım getirirler.
Amerikan toplumunun hızla değişen yapısıyla beraber karakterler ve öyküler de değişmeye başlar.
Artık hikaye, büyük ölçüde kapitalizmin doğurduğu yabancılaşma ve derin yalnızlık duygusudur.
Neo-noir günümüz insanının sorunlarıyla ilgilenir ve film-noir’e göre daha radikal bir tavır takınır.
Artık sokaklardaki şiddet hayatın ta kendisine dönüşmüştür.
Dedektiflik hikayelerinden esinlense de kimi zaman konu dışında bırakır ya da alaşağı eden portreler çizer.
Selda Tan Özdemir (6,45 yayınlarından çıkan, "Kara Filmler" adlı inceleme kitabının yazarı.) neo-noir için şöyle der:
"Artık klasik film-noir dönemine göre ahlaki değerler hayli değişmiş, kara filmin altın dönemindeki yasaklı cinsellik çağrışımsal bir gizem olmaktan
çıkmış ve gösterilebilir hale gelmiştir. Noir sinemasının altın çağında kahramanlar daha çok toplum hayatının adaletsizlikleri nedeniyle
suça teşvik edilmiş iken, daha sonra suçluların daha psikopat olduğu, daha çok kana ve şiddete susadığı, daha çok entrikaya,
illa ki erotizme bulandığı bir dönem yaşanmaya başladı.
Yakın dönem kara filmleri ise; insanoğlunun en çok yalnızlığına vurgu yaptı.
En dibimizde bulunan karanlık yan kendi kendinin celladını yarattı.
Artık daha çok paranoya, daha çok belirsizlik, daha çok köklerinden yoksunluk zamanı idi ve
yeni çağın kara filmi kaotik dünyanın gölgelerinin sahnelendiği yer oldu".
80'li yılların filmlerinden öne çıkan
Lawrence Kasdan'ın "Body Heat (1981)",
Ridley Scott'ın "Blade Runner (1982)" ile birlikte
David Lynch'in "Blue Velvet (1986)" yapıtları Neo-Noir'e örnek olarak verilir.
80'ler ile beraber yenilenen kara-film 90'larda değişimini hızlandırmıştır:
Eğri büğrü açılar, rastgele gölgeler, jaluziler, ıslak sokaklarla dolu gece görüntülerini geride bırakmıştır.
Artık silahları, gangsterleri ve azılı haydutların dışında bizi tehdit eden ve sistemin yarattığı başka bir ben ya da paranoyalarımız vardır.
Düzen, bireyi daha da yalnızlaştırmış, suça itmiştir.
Yeni film-noir’in kahramanları daha acımasız ve daha eli kanlı görünür.
Klasik dönemin en önemli öğesi femme fatale'lerin kimi zaman ortada olmadığı da olur.
Kara filmde birincil unsur olan konunun yerini karakterlerin alması femme fatale'lerin artık daha dolaysız,
açık sözlü ve cinselliği her açıdan metalaştıran hali, vamp kadınlardan çok cool erkeklerin öne fırlaması türün 90'lardaki portresini çizer.
Huzursuz, mutsuz sonlar; düşük bütçeler ve alabildiğine nihilizm film-noir'in hala değişmeyen yazgısıdır.
David Lynch'in "Wild at Heart (1990)",
Coen kardeşlerin "Barton Fink (1991)",
Quentin Tarantino'nun "Reservoir Dogs (1992)",
Oliver Stone'un "Natural Born Killers (1994)" ve
Luc Besson'un "Léon (1994)" gibi filmlerle devam eder.
Ancak 90'larda film-noir için dönüm noktası Quentin Tarantino'nun "Pulp Fiction (1994)" filmi olmuştur.
1995 yılı içinde direkt olarak kara-film türü içine girebilecek on altı film vizyona girmiştir.
bununla birlikte türe hem yönetmenlerin hem seyircinin ilgisi artmıştır. Pulp Fiction ile patlama yapan kara film;
David Fincher, "Se7en (1995)",
Bryan Singer, "The Usual Suspects (1995)",
Mike Figgis, "Leaving Las Vegas (1995)",
Coen kardeşler, "Fargo (1996)" şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/153973-fargo-1996-*oscar*.html
David Lynch, "Lost Highway (1997)",
Oliver Stone, "U Turn (1997)", [sayın siyahtürk sunmuş: http://www.cizgidiyari.com/forum/ya...-donusu-u-turn-1997-brrip-turkce-dublaj.html]
Curtis Hanson, "L.A. Confidential (1997)",
Coen kardeşler, "The Big Lebowski (1998)",
David Fincher, "Fight Club (1999),
Christopher Nolan, "Memento (2000),
David Lynch, "Mulholland Drive (2001)",
Park Chan-Wook, "Oldeuboi (2003)",
Paul Haggis, "Crash (2004)",
Christopher Nolan, "The Dark Knight (2008)"
gibi birbirinden her anlamda çok farklı filmler ile günümüze dek ulaşır.
Avrupa sinemasından büyük oranda etkilenen Amerikan kara filmi; gece kulüpleri, barlar, otel odaları, pansiyonlar, dans salonları,
otobüs ve tren istasyonları gibi gelip geçici, anonim ve bireyselliğini kaybetmiş çeşitli mekanlar etrafında gelenekselliğine kavuşur.
Yani kara film için şehir çürümüş olmalıdır.
Bu yüzdendir ki türü tanımlarken her daim Amerikan nitelikleri akıllara gelir; yerel geleneklere aşina ve işin uzmanı sert bir dedektif,
ateşli bir femme fatale ve şiddet şuçlarının veya psikolojik çöküntünün mekanı olan çürüyen bir şehir.
IMDb, "film-noir" türünün 1927 ile 1958 yılları arasında çekilen siyah-beyaz filmlerden oluşması gerektiğini belirtiyor.
İlk film olarak "Underworld (1927)" [şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/142495-underworld-1927-film-noir.html] ve son film olarak da "Touch of Evil (1958)" filmini kabul ediyor.
Tabii ki bu tarihlerden önce ve sonra çekilen film-noir var fakat klasik zaman aralığı böyle.
Hatta en klasik dönem, 1940-1958 arası "Classic American Noir" dönemi.
Amerikan olmayan filmlere verilen isimler ise genelde "French Noir, British Noir" veyahut "International Noir" gibi isimler.
Bir de, 1940 öncesi filmlere, "Precursors/Early Noir-Like Films" diyorlar. (öncü/erken)
Touch of Evil'dan sonraki filmlerde genel anlamda "neo-noir" kalıbı kullanılmaya ve "film-noir" kalıbı kullanılmamaya başlandı.
Neo-Noir bir sinema terimi olduğu için -sinema türü olmadığı için- biz 1958'den sonra çekilen bu türdeki filmlere de film-noir diyebiliriz ama
klasik film-noir diyemeyiz.
Peki... Şimdi soru şu:
"Turkish Noir" var mıydı? Varsa ne durumdaydı?
Bir dönem Amerikan sinemasında oldukça etkili olan Film Noir (Kara Film) ekolü, bizim sinemamızı da etkilemişti.
Ayhan Işık...
1960'lı yıllarda kısa bir dönem Türk sinemasında da etkisi görülen kara film tarzında çekilmiş filmlerde başrol oynayan yakışıklı aktör.
60'ların o siyah-beyaz sinemasında çoğunlukla HW'dan kopya/taklit de olsa film-noir eserler görmek çok keyifli aslında.
Çünkü daha sonra Türk Sinemasını esir alacak melodram ve komedi türlerine göre,
taklit bile olsa film noir örnekleri hem sinematografik açıdan çokça emek verilmiş olması sebebiyle görsel olarak etkileyici,
hem de konularının daha suça dönük/karanlık tonlarda olması dolayısıyla izlemesi keyiflidir.
Eski Amerikan arabalarının havası, eski İstanbul'un taş sokakları, Arnavut kaldırımları...
Boğazın henüz bozulmamış güzelliği, köprüleri olmayan bir boğaz manzarası ve tenha bir İstanbul panoraması ile görsel olarak çok etkiler izleyeni.
Müziklerde Amerikan Jazz baskındır.
İşte o kısacık Türk Film-Noir döneminde Ayhan Işık, kara filmlerin muhteşem estetiğinde ışıl ışıl ışıldar.
İşte Ayhan Işık'ın başrolde olduğu o güzelim kara-film örnekleri:
Ölüm Saati (1967)
Yönetmen: Ertem Göreç
Senaryo: Safa Önal
Ülke: Türkiye
Tür: Macera, Suç
Dil: Türkçe
IMDb Rating: 6.7
Ayhan Işık ve Sevda Ferdağ'ın başrollerde oynadığı bir film noir örneği.
Çoğu sahnesi klasik film-noir filmleri aratmayacak kadar başarılıdır.
Şoförlük yaparak hasta annesine bakan Ahmet, bir gün arabasına binen bir kadını otele götürür.
Kadın aslında büyük bir servetin sırrını taşımaktadır. Peşindeki kişiler tarafından öldürülür ve bu cinayet şoför Ahmet'in üstüne kalır.
Aklanmak için gerçek suçluları aramaya başlayan, bir taraftan da polisten kaçan Ahmet, çok büyük bir şebekenin tuzağına düşecektir.
Kesinlikle izlenmesi gereken bir Türk film-noir örneğidir.
Ancak -kötü haber- bu film YouTube'da da, DailyMotion'da da yok.
Siyah Otomobil (1966)
Yönetmen: Aram Gülyüz
Senaryo: Vecdi Uygun
Ülke: Türkiye
Tür: Suç, Dram
Dil: Türkçe
Müzik: Turgut Dalar
Nam-ı Diğer: The Black Car
IMDb Rating: 6.9
Ayhan Işık ve Ajda Pekkan'ın başrollerinde olduğu başarılı bir Türk film-noir örneği.
Görsel estetiği ve müthiş müzikleriyle ön plana çıkan bu film çoğu film-noir örneğindeki gibi karamsar ve acımasız bir senaryoya sahiptir.
Ajda Pekkan ve orkestra sayesinde filmin müzikal yönü de harikadır.
Çoğu sahnesi wallpaper yapılacak kadar iyi görselliktedir.
Polis Kenan, oğluyla beraber yaşayan ve geri hizmete çekilen dürüst bir memurdur.
Bir gece kulübünde çalışan kadının arabayla ezilerek öldürülmesi vakasını araştırmak için görevlendirilir.
Peş peşe siyah bir otomobille ezilerek öldürülen kadınların artması üzerine bir gece kulübünün sahibi en büyük şüpheli haline gelir.
Uluslararası kadın kaçakçılığı çetesinin merkezi konumundaki kulübün sahibi hiçbir şeyden habersiz kadınları kontrat bahanesiyle
yurt dışında çalıştırmaya ikna ederek fuhuşa zorlamakta, karşı çıkanları ise öldürmektedir.
Kenan'ın araştırması derinleştikçe bu çetenin hedefi haline gelip büyük acılar yaşayacaktır.
Bu süreçte kendisine gece kulübünde şarkıcılık yapan bir kadın yardım edecektir.
(YouTube ve diğer yerlerden kaldırılmış, nedendir bilmem. Ama zaman zaman tekrar ekleniyormuş.)
Maceralar Kralı (1963)
Yönetmen: Hulki Saner
Senaryo: James Edward Grant, Hulki Saner
Ülke: Türkiye
Tür: Suç, Dram
Dil: Türkçe
IMDb Rating: 6.4
Ayhan Işık, Sadri Alışık ve güzeller güzeli Semra Sar'ın başrollerde oynadığı bir başka başarılı film-noir örneği.
Ayhan Işık'la Sadri Alışık'ı başrollerde görünce sanki komik eğlenceli bir film izleyeceğini sananlar yanılıyor.
Film fazlasıyla karanlık ve karamsar bir yapıda. Hatta Ayhan Işık kötü ve kalpsiz bir adam rolünde oynuyor.
Bir suç şebekesinin eski lideri olan Erol (Ayhan Işık) şartlı tahliyeyle salıverilip yeni bir hayata başlamış ve taksicilik yapmaktadır.
Daha doğrusu, yüzeyde öyle gözükmekteyken aslında arka planda büyük bir suç örgütünü yönetmektedir.
Kumardan eroine, kaçakçılıktan şantaja her işi yöneten Erol kendisini hapse tıktıran savcı İhsan beyin kızı Nevin'le tanışır.
Nevin kendisinin cazibesine kapılıp aşık olur. Erol ise bu durumu İhsan beyin nüfuzunu kullanarak kendi işlerini büyütmek için kullanacaktır.
Nevin'i sahte bir cinayete karıştırıp, bu durumu şantaj için kullanmaktan çekinmez.
Bütün bu kötülüğüne en yakın arkadaşı Ayyaş İsmet (Sadri Alışık) karşı çıkar.
Görsel olarak da, hikaye açısından da fazlasıyla karanlık tonları olan başarılı bir filmdir.
www.youtube.com/watch?v=9yqYtR9H3b4
Krallar Ölmez (1967)
Yönetmen: Ertem Göreç
Senaryo: Safa Önal
Ülke: Türkiye
Tür: Macera, Suç
Dil: Türkçe
IMDb Rating: 6.2
Şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yerli-filmler/159116-krallar-olmez-1967-a.html
Rıfat Diye Biri (1962)
Yönetmen: Ertem Göreç
Senaryo: Attila İlhan
Ülke: Türkiye
Tür: Gerilim, Suç
Dil: Türkçe
Nam-ı Diğer: A Person Named Rifat
IMDb Rating: 6.4
Başrollerinde Ayhan Işık ve muhteşem güzelliğiyle Semra Sar'ın oynadığı keyifli bir film-noir örneği.
İşlemediği cinayetlerin üzerine yıkılmasıyla hapse atılan Rıfat intikam almak için hapisten kaçar.
Rıfat'ı kendisine aşık ederek kullanan Bilezikli Zişan (femme fatale) bu haber üzerine yeni bir komplo kurarak
işlenen yeni cinayetleri de Rıfat'ın üstüne yıkmaya çalışacaktır.
Bu süreçte Rıfat'ın kaçarken sığındığı evin kızı Lale kendisinin en büyük yardımcısı olacaktır.
Oldukça keyifli akan bir senaryosu vardır, sadece Galata Köprüsünde sabah salep içme sahnesi için bile izlenebilir.
youtube.com/watch?v=1CmPc9Zaw-w
Saygılarımla.
*
*uyarı: oldukça uzun bir araştırmanın sonucu olarak, yazı da uzun oldu.
Müziğinizi açın, çayınızı - kahvenizi hazırlayın.
“Film noir’in aradığı ve görmeye, göstermeye çalıştığı şey, taşın arka yüzündeki çamurdur.
Film noir’in güneşli fakat suç dolu dünyasında hiç kimse masum değildir;
çamur, yani kötülük bir şekilde herkese bulaşır, herkesi kirletir.
Belki de kötülük insanın dışında değil, içindedir.
Her insanın içinde iyilik kadar kötülük de vardır ve eline geçen ilk fırsatta yüzünü göstermek için gizli,
kuytu bir yerde öylece bekler durur.
Film noir’in karanlık dünyasında katil kadar kurban, tehdit eden kadar tehdit edilen,
ihanet eden kadar ihanete uğrayan da suçludur.”
*Hakan Savaş (Sinema ve Varoluşçuluk, 2003)
Amerikan toplumunun iç yapısıyla ve kendi sorunlarıyla alakalı olan türle Avrupa sineması çok fazla ilgilenmese de,
Avrupa sinemacıları kara filmin yaratıcısı olmuşlardır.
Hitler'in Avrupa'yı kasıp kavurduğu II. Dünya Savaşı döneminde Amerika'ya göç eden Billy Wilder,
Robert Siodmak, Otto Preminger ve Fritz Lang gibi Alman ve Avusturyalı yönetmenler
dışavurumcu Alman sinemasının etkilerini HW'a taşımış ve bu döneme dek Almanların
en önemli ve öncü sayılabilecek filmi Robert Wiene'nin "Das Cabinet des Dr. Caligari (1920)" eseridir.
Dr. Caligari'nin Muayenehanesi, türe çıkış noktası olmuştur.
Şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/142257-das-cabinet-des-dr-caligari-1920-a.html
Sinemada tür (genre) kavramı ve Film Noir’ın (okunuşu "nuğa" - Kara Film) bir tür olup olmadığı yoğun tartışmalara sebebiyet vermiş olsa da;
film noir adı altında geçen filmlerin Amerika’ya özgü olduğu ve orada geliştiği açık bir gerçektir.
Film noir, ilk olarak, kahramanlarını çürümüş ve karanlık bir dünyanın içine yerleştiren HW suç filmlerini tanımlamak için kullanılmıştır.
Kenti ve kent yaşamının gerçekliğini gözler önüne seren film noir,
1929 yılında yaşanan büyük ekonomik buhranın ardından rekabet,
suç, işsizlik gibi durumların tavan yaptığı; acımasız ve güvensiz bir dünya içerisinde gittikçe yozlaşan ahlaki değerleri gün yüzüne çıkarır.
Özünde Amerikan değerlerine karşı bir eleştiri olarak okunabilecek film noir’ler; HW’un yüceltilmiş diğer türlerine nazaran
daha kaba olmasına rağmen, oldukça dürüst ve gerçekçidir.
Film estetiği ve biçemi olarak Alman Dışavurumculuk akımından;
gerçekçilik ve kent yaşamını gözler önüne seren hikayeler bakımından da İtalyan Yeni Gerçekçiliğinden etkilenen ve kendinden sonra gelecek Fransız Yeni Dalga akımını da derinden etkileyecek olan film noir türünün;
dürüst ve gerçekçi bir anlatımdan uzak kalması da düşünülemezdi.
1940'lar başından 1950’lerin sonuna dek uzanan ve Fransız film eleştirmenleri tarafından Amerikan Sinemasının
‘klasik film noir dönemi’ olarak adlandırılan filmlerin en tipik özelliklerinden biri kaynağını
Amerikan ya da İngiliz dedektif romanlarından almış olmasıdır.
Film noir türüne öncülük eden bu romanların belli başlı yazarları ise Dashiell Hammett, Raymond Chandler ve James M. Cain’dir.
Film noir türünü etkileyen bu yazarların belli başlı edebi eserlerinin de,
Amerikan dedektif ve suç kurgularını içerisine alan kötümser,
karanlık ve eleştirel yapının temsilcisi ‘hard boiled’ ekolünün içinde yer aldığını belirtmek gerekir.
Bu dönemde yapılan filmler için ilk olarak, ‘film noir’ adını kullanan Fransız araştırmacı-eleştirmenler
Raymond Borde ve Etienne Chaumeto; film noir ismini, söz konusu filmler ile yazın arasındaki ilişkiden yola çıkarak seçtiklerini belirtmişlerdir.
John Orr ise kara filmin bir tür olmaktan çok, pek çok izleğe sahip bir biçem olduğunu söylemiştir;
öyle ki herhangi bir film türünde kara filmler üretilebilir.
Gangsterler ve dedektifler ikileminde ilerleyen kara filmde mutlu son yoktur.
Hollywood'un sahte mutlu sonlarına tepki olarak ortaya çıkan bu olgu Amerikan toplumunun en güvendiği değerlere de el atıp, hatta bazen acımasızca saldırarak sistem içinde muhalif bir tavır yakalamıştır.
Amerikan toplumunun en gözde kurumu olan aileye, örneğin "The Wizard of Oz (1939)" veya
"Gone with the Wind (1939)" filmindeki gibi yüceltilen, mutlu yuva anlayışıyla yaklaşmamış, bu kavramı sertçe gözden geçirmiştir.
II. Dünya Savaşı, Amerikan toplumunun tüm yerleşik moral değerlerini alt üst etmiş, toplumsal yapıyı derinden sarsmıştı.
İyi ve kötünün iç içe geçtiği savaş sonrası dönemde Film-Noir sinemaya yerleşti.
Amerika'nın savaş sonrası psikolojisinin ve genel atmosferin sinemaya bu şekilde yansıması da kaçınılmazdı.
Savaş sona ermiş, evlerine dönen erkekler pek çok şeyi bıraktıkları gibi bulamamışlardı.
Kadın toplumsal hayatta etkin bir rol alıp özgürlüğünü ilan etmişti ve mutfağa dönmeye de pek niyetli görünmüyordu.
Bunların dışında, askerden dönenlerin iş bulabilme endişesi vardı.
Amerika o yıllarda kanunu hiçe sayan adamların egemenliğini sürdürdüğü, sokaklarda kurşun yağmurlarının esip geçtiği,
çetelerin her köşe başında hesaplaştığı bir toplumsal buhran dönemi içindeydi.
Bu ümitsiz, karanlık ortam kara filmin doğmasında gerekli olan altyapıyı hazırladı ve tür bu atmosfer içinde ortaya çıkıp gelişti.
Hemen hemen her film noir filminin ortak özelliklerinden bahsedecek olursak, bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
Eril dış ses kullanımı, geriye dönüşler (flashbackler), siyah-beyaz görüntü, keskin ve dramatik gölge kullanımları,
öznel kamera kullanımı ile toplumsal bakışın yerini alan bireyin bakışı, izleyicinin kahramanla özdeşleşmesini engelleyen teknik ayrıntılar;
karanlık, çürümüş, yozlaşmış ve suç dolu bir dünya izlenimi, ışık kullanımı, özel dedektifler, femme fatale kadın karakteri, kışkırtıcı diyaloglar vb.
Kara film kahramanları aslında birer anti-kahramandırlar.
Eril karakterler, çoğunlukla işleri ters gitmiş ve hayattan istediklerini alamamıştır;
insanı imrendirecek derecede sigara ve yakaladığı ilk fırsatta viski tüketen, genelde trençkotlu ve fötr şapkalı kişilerdir.
Hemen hepsi "kaybedenler" kulübünün daimi üyesidirler.
Dişil karakterler... Fransızca'da "felakete neden olan kadın" anlamına gelen bir de "Femme Fatale" vardır.
Cazibesiyle erkeği baştan çıkaran, türlü oyunlarla ağına düşürüp öldüren ve asla güvenilmez kadın motifidir.
Edward Dmytryk'in "Murder, My Sweet (1944)",
Otto Preminger'in "Laura (1944)",
Fritz Lang'ın "The Woman in the Window (1944)" filmlerinde ortaya çıkmıştır.
En çok bilinen Femme Fatale ise Tay Garnett'in "The Postman Always Rings Twice (1946)" filmindeki oyunuyla Lana Turner'dir.
Film-Noir'in temeli ve içeriği karanlıktır; yalnızca görünüm olarak değil, ruh hali olarak karanlığı ifade eder.
Yeni çağın en büyük mirası güvensizlik ve karamsarlık üzerinden ilerler. İyi ve kötü kesin çizgilerle ayrılmamıştır.
Bireyin varolma çabası ve yozlaşmış toplum yapısı açık olarak görünmektedir.
Tüm bunları besleyen ve yönlendiren ise, adına şiddet denilen hastalıktır.
Biçim ise büyük ölçüde ekonomiyle ilgilidir. Savaş sonrası Amerikan ekonomisi Avrupa kadar olmasa da etkilenmişti.
Yapımcılar filmlerin olabildiği kadar kısa sürede ve düşük bütçelerle tamamlanmasını istiyorlardı.
Dmytryk, filmlerinde kullandığı ön planı aydınlatıp, geri planı gölgede bırakan aydınlatma tekniğini daha ucuz ve
daha çabuk olduğu için tercih ettiğini söylemiştir.
Ama eleştirmenler filmlerin görünüm ve atmosferini değiştirmek için tüm bu yapılanların birer icat olduğunu söylemişlerdir.
Böylece film-noir, ekpresyonizmden de aldığı ışık - gölge ve kontrastlarla biçimsel yapısını ortaya koyar.
Cinayetler, aldatmacalar ve türlü entrikalar üzerine kurulu kara film türünün ilk dönemi en çok Humprey Bogart,
James Cagney, Richard Widmark, Laureen Bacall, Edward G. Robinson ve Barbara Stanwyck ile hatırlanır.
Alman ekspresyonizminden, 30'ların Fransız filmlerinden, İtalyan yeni gerçekçiliğinden ve
dönemin kara roman denilen dedektif hikayelerinden beslenen türün klasik kara film denilen ilk dönemi
Orson Welles'in 1958 yılında çektiği "Touch of Evil" ile kapanır.
Orson Welles’in Touch of Evil (Bitmeyen Balayı) filmini klasik film noir döneminin son filmi olarak kabul eden akademisyenler ve eleştirmenler film noir’ın aslında sona ermediğini;
fakat üslubunun yeni yapım şartları çevresinde güncellenip, şekil değiştirdiğini ifade ederler.
Bu sebeple film noir geleneğinden gelen ama bu tarihlerden daha sonra çekilen filmler (neo-noir filmleri)
klasik film noir türünün devam eden bir parçası olarak görülür.
Klasik film noir döneminin sinema tarihini etkilemiş en üst seviye 10 filmi -bu liste elbette çoğaltılabilir- kronolojik olarak şu şekilde sıralanır:
The Maltese Falcon (1941)
Film-Noir türünün ilk örneklerinden biri olan The Maltese Falcon – Malta Şahini;
hem sinema tarihine geçmiş bir film olarak hem de gelecek film noir türü filmlerin habercisi olarak oldukça önem arz eder.
Tarihin tek "Pulitzer" ödüllü sinema eleştirmeni Roger Ebert’e göre tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olan The Maltese Falcon;
film noir türünün klasikleşmiş eserlerinden biridir. Sinema tarihinde Humphrey Bogart efsanesini başlatma özelliğine de sahip olan film;
Dashiell Hammett’in aynı adlı kitabından uyarlanmıştır.
Yönetmen koltuğunda John Huston’ın oturduğu The Maltese Falcon;
San Francisco’lu özel bir dedektif olan Sam Spade’in (Humphrey Bogart) kendisini, üç aşırı hırslı ve acımasız kişinin,
değeri milyon dolarlar eden ve mücevherlerle kaplı bir şahin heykelini ele geçirmek için verdiği mücadelenin içerisinde bulmasını anlatır.
Özellikle ABD tarihi açısından bakacak olursak; film boyunca felsefi ve tinsel bir motife dönüşen şahin heykeli,
filmin alt metni açısından önemli bir anlam taşımaktadır.
Sayın ebuselam şurada sunmuş: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/113677-maltese-falcon-1941-1080p-tr-eng.html
Double Indemnity (1944)
Tüm zamanların en iyi filmleri listelerinde ilk sıralarda yer alan Double Indemnity – Çifte Tazminat; film noir türünün en klasikleşmiş ve
çoğu kişi tarafından türün en iyi örneği olarak kabul edilen filmidir. Sadece türün devamlılığını değil sinema tarihini de derinden etkileyen film;
kocasını öldürüp sigorta parasını elde etmeye çalışan hırslı bir kadının (Barbara Stanwyck) ve bu kadına aşık olduğu için onun oyununa dahil olan
sigorta çalışanı Neff’in (Fred MacMurray) hikayesini anlatır.
Postacı Kapıyı İki Kere Çalar isimli romanından tanıyabileceğimiz James Cain’in aynı isimli romanından uyarlanan Double Indemnity’nin
yönetmen koltuğunda ise Billy Wilder oturmaktadır.
Brian De Palma’nın, Femme Fatale isimli filmine Double Indemnity’den görüntüler koyarak femme fatale kavramına göndermeler yapması;
Billy Wilder’ın bu klasikleşmiş başyapıtının neden bu kadar değerli olduğunu bir kere daha ortaya koyar.
Şurada sayın ebuselam sunmuş: http://www.cizgidiyari.com/forum/ya...demnity-cifte-tazminat-1944-1080p-tr-eng.html
The Big Sleep (1946)
Raymond Chandler’ın romanından uyarlanan ve yönetmen koltuğunda Howard Hawks’ın oturduğu The Big Sleep – Derin Uyku;
sinema tarihini derinden etkileyen bir başka film noir filmidir. The Big Sleep’in senaryosunun, ‘Ses ve Öfke’ gibi edebiyat tarihinin
en iyi romanlarından birine imza atmış olan William Faulkner tarafından yazılmış olması ise filmin önemini ikiye katlar.
Fakat bir dipçe düşmek gerekirse; bazı yerlerde Howard Hawks’ın bu senaryoya pek sadık kalmadığı,
bu yüzden filmin Chandler’ın romanının hakkını tam anlamıyla teslim edemediği de belirtilmiştir.
General Sternwood kızı üzerinden kendisine şantaj yapan Arthur Geiger’ı ailesinden uzak tutmak için ünlü dedektif Philip Marlowe’u (Humphrey Bogart) tutar.
Marlowe, araştırmaları sırasında aileyi tehdit eden yeraltı çetesi ve General’in kızları arasında bir ilişki olduğunu fark eder ve
General’in küçük kızı Carmen’i cinayet suçlamasından kurtarır.
Bu sırada, General’in büyük kızı Vivien (Lauren Bacall) ile arasındaki nefret ilişkisi aşka dönüşmeye başlayacaktır.
Gilda (1946)
Rita Hayworth’un kaderini değiştiren film olma özelliğini de taşıyan Gilda; yine sinema tarihinde büyük bir etki bırakmış film noir filmlerinden biridir.
Özellikle film noir türünün en tipik özelliklerinden biri olarak dikkat çeken femme fatale karakterini başrole taşıyan Gilda’nın yönetmen koltuğunda ise
Charles Vidor oturmaktadır.
Rita Hayworth’un Put The Blame On Mame şarkısı eşliğinde ünlü eldiven çıkarma sahnesiyle de efsaneleşmiş olan film;
bir kumarhane sahibi olan Ballin Mudson ile onun en çok güvendiği adamlarından biri olan Johnny Farell’ın arasının,
Mudson’ın çıktığı bir yolculuk sonrası evlendiği Gilda isimli kadın yüzünden, geri dönüşü olmayacak biçimde açılmasını konu alıyor.
Bu filmde, kadın erkek demeden hemen herkesi kendine aşık edebilen Gilda karakterini canlandıran Rita Hayworth,
yıllar sonra kendisiyle evlenen erkekler için söylediği şu sözlerle, Gilda karakterinin üzerine nasıl yapışmış olduğunu da ortaya koymuştur:
“Evlendiğim tüm erkekler, akşam Gilda’yla yatıp sabah Rita ile kalktılar bu onlarda büyük bir hayal kırıklığı uyandırdı.”
Şurada sayın ebuselam sunmuş: http://www.cizgidiyari.com/forum/ya...da-seytanin-kizi-gilda-1946-1080p-tr-eng.html
The Lady From Shanghai (1947)
Başrollerinde Rita Hayworth ve Orson Welles’in oynadığı The Lady From Shanghai – Şangaylı Kadın;
sadece film noir türü bir film olduğu için sinema tarihini değil; alt metnindeki arzu nesnesini femme fatale kavramı üzerinden irdelediği ve
deşifre ettiği için sosyoloji ve psikoloji gibi disiplinleri de derinden etkilemiştir.
Sherwood King’in aynı adlı romanından uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda ise Rita Hayworth ile birlikte başrolü de paylaşan Orson Welles oturmaktadır.
Üç erkek ve bir kadın arasındaki güç savaşı ve ihanet silsilesini anlatan filmin hayranı olduğunu dile getiren ünlü film kuramcısı Andre Bazin,
The Lady From Shanghai ve Orson Welles için şöyle demiştir:
“Orson Welles, Hollywood’a sıradan bir film çekmeyi de becerebileceğini göstermek için Şangaylı Kadın’ı çekmiş ama tersini kanıtlamıştı,
her şeyden önce de kendine!”
Out of The Past (1947)
Yönetmenliğini Jacques Tourneur’un yaptığı ve başrollerinde Robert Mitchum, Jane Greer, Kirk Douglas gibi isimlerin yer aldığı
Out of The Past – Darağacımı Yükseğe Kur / Geçmişten Kaçış; özellikle anlatım biçimiyle öne çıkan bir fim noir klasiğidir.
Gerçek zamandaki olay örgüsü ile iç içe geçen geriye dönüşler, geçmiş ve şimdiyi birbirine bağladığı için;
Out of The Past, film noir seven herkese özel bir deneyim vaat ediyor.
Jane Greer’in sinema tarihinin en iyi femme fatale karakterlerinden birini canlandırdığı film;
sevgilisinin kırk bin dolarını alıp kaçan bir kadının, yine sevgilisi tarafından peşine takılan bir adamı kendine aşık ederek iki erkeği
birbirine düşürmesini konu alıyor.
Sunset Boulevard (1950)
Yönetmen koltuğunda Billy Wilder’ın oturduğu Sunset Boulevard – Sunset Bulvarı;
tabiri caizse klasik tabirinin bile yetersiz kaldığı bir sinema mucizesi olarak sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış bir film-noir filmidir.
Hollywood Stüdyo Sisteminin arka planında dönen oyunları ve trajedileri de gün yüzüne çıkaran film,
bu sebeple Hollywood’a yöneltilen sert bir eleştiriyi de gözler önüne serer.
Sunset Boulevard filmi; artık yaşlanmış ve eskisi kadar yıldızı parlamayan eski sessiz filmlerin oyuncusu Norma Desmond’un (Gloria Swanson)
sinema kariyerine geri dönebilmek için verdiği trajik savaşı ve bu uğurda her şeyi yapabilecek duruma gelişini anlatır.
Ünlü yönetmen Erich von Stroheim’ın da Desmond’un sadık uşağı rolünde oynadığı film;
Hollywood’un en güçlü film yapımcılarından biri olan Samuel Goldwyn’in Billy Wilder’a
‘Seni besleyen sektöre ihanet ettin!’ türünde bir söz etmesiyle de hafızalara kazınmıştır.
In a Lonely Place (1950)
Klasik bir film noir filmi olan In a Lonely Place – Issız Bir Yerde; yönetmen koltuğunda oturan Nicholas Ray’in büyük başarısı ile
dikkatleri üzerine çekmiş ve birçok film eleştirmenin ‘en iyi film-noir klasikleri’ listesine ilk sıralardan girmeyi başarmıştır.
Birçok film-noir klasiğinin tersine, suçtan ziyade olay örgüsündeki romantik yöne ağırlık veren In a Lonely Place;
sırf bu yüzden bile türün farklı örneklerinden biri olma özelliğini taşır.
Başrollerini Humphrey Bogart ve Gloria Grahame’in paylaştığı filmin konusu ise şöyledir:
Ünlü senarist Dixon Steele bir akşam menajeri ile bir barda buluşur ve menajeri ondan yeni çıkmış bir romanı senaryolaştırmasını ister.
Fakat Dixon, o gece için, kitabı okuyamayacak kadar yorgun olduğunu dile getirir.
Barın çalışanlarından biri ve kitabın sahibi olan Mildred Atkinson’dan kitabıyla ilgili yorumları alan Dixon bardan ayrılarak evine gider.
Ertesi sabah kitabın yazarı Mildred evinde ölü olarak bulununca tüm şüpheler Dixon’ın üzerine çekilecektir.
Şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/142645-lonely-place-1950-film-noir.html
The Big Heat (1953)
Film noir dendiğinde ilk akla gelebilecek filmlerden biri olan The Big Heat – Ölüm Korkusu / Büyük Öfke;
"M (1931)" ve "Metropolis (1927)" şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/140750-metropolis-1927-a.html gibi sinema tarihine geçmiş filmlerin yönetmeni Fritz Lang’in imzasını taşıyor.
Alman Dışavurumculuğu akımının öncü isimlerinden olan Fritz Lang, Nazi rejiminden kaçarak ABD’ye yerleşmiş ve daha sonra da Amerikan vatandaşı olmuştur.
Amerika’ya yerleştikten sonra, film noir türünün öncüleri içerisinde yer almaya başlayan Lang’in The Big Heat filmi ise film-noir tarihinin
en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilmektedir.
Glenn Ford ve Gloria Grahame’in başrolleri paylaştığı The Big Heat filminde; önce kendisi gibi polis olan bir arkadaşı intihar eden, daha sonra karısı acımasızca
öldürülen Los Angeles’lı bir dedektifin, tüm şehri avucunun içerisine almış bir gangster şebekesine karşı tek başına yürüttüğü mücadele anlatılmaktadır.
The Big Heat, klasik film noir filmlerindeki femme fatale karakter rolünü bu kez bir erkeğe yüklediği için de özel bir ilgiyi hak etmektedir.
Touch of Evil (1958)
Klasik film noir döneminin son örneği olarak kabul edilen Touch of Evil – Bitmeyen Balayı;
film noir türünde kültleşmiş bir yapım olmakla beraber kullanılan teknikler açısından da sinema tarihinde önemli bir yere sahiptir.
Özellikle filmin açılış sahnesinin plan sekans şeklinde çekilmiş olması,
dönemin teknik olanaklarıyla birlikte düşünecek olursak, sinema tarihinde büyük bir yankı uyandırmıştır.
Alfred Hitchcock’un Psycho filmine de ilham veren Touch of Evil’in yönetmen koltuğunda ise Orson Welles oturmaktadır.
Charlton Heston, Janet Leigh ve Orson Welles’in başrolleri paylaştığı film konusu ise şöyledir:
Amerika – Meksika sınırında bir arabanın içerisine saatli bomba yerleştirilir. Arabanın sahibi olan kişi Amerikan sınırına doğru ilerlemektedir.
Araba Amerikan sınırını geçtiğinde bomba patlar ve içerisindekiler ölür.
O esnada balayında olan müfettiş Mike Vargas (Charlton Heston) ve eşi Susan (Janet Leigh) ise olaya tanık olmuşlardır.
Bombanın içerisinde Amerikan yapımı bir yağ olduğunu öğrenen Mike davayı üstlenmeye karar verir.
şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/141101-touch-evil-1958-film-noir.html
Aradan geçen zamanda Amerikan toplumunda yine sarsıcı olayların yaşandığı bir dönem oldu.
Kennedy ve Luther King suikastleri, solun canlanışı, öğrenci hareketleri, anti militarizm, cinsel devrim gibi toplumsal olaylar
kara filmin canlanması için gerekli ortamı hazırlamıştı.
John Boorman'ın "Point Blank (1967)" filmi, zamanımızdaki Neo-Noir film türünün ilk örneği kabul edilir.
Böylece, 1971'de Don Siegel’in "Dirty Harry" filmi ile başlayan [şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/144288-dirty-harry-1971-a.html]
Robert Altman'ın "The Long Goodbye (1973)" filmleri ile devam eden dönemde, tür yeniden canlandı.
Scorsese'nin Taxi Driver'dan önceki filmi "Mean Streets (1973)"
Francis Ford Coppola'nın "The Conversation (1974)"
Roman Polanski'nin "Chinatown (1974)"
Arthur Penn'in "Night Moves (1975)",
Wim Wenders'ın "Der Amerikanische Freund (1975)"
Martin Scorsese'nin "Taxi Driver (1976)"
Liberalizmin doğurduğu güvensizlik ve topluma yerleşen genel paranoya duygusundan, tüm alanlar gibi sinema da nasibini almıştı.
Yaşanan çalkantılar nedeniyle filmler de değişime uğradı ve film-noir'in bir alt ayrımı ya da bir diğer aşaması diyebileceğimiz "neo-noir" ortaya çıktı.
Neo-Noir'in ortaya çıktığı 80'ler; Amerikan halkının devletine güveninin sarsıldığı, tüketim çılgınlığı denilen şeyin en had safhaya geldiği ve
konformizmin tepkisizliği doğurduğu bir dönemdir.
Artık yeni bir söyleme sahip olan kara filmler daha önce el atılmamış konulara bambaşka bir yaklaşım getirirler.
Amerikan toplumunun hızla değişen yapısıyla beraber karakterler ve öyküler de değişmeye başlar.
Artık hikaye, büyük ölçüde kapitalizmin doğurduğu yabancılaşma ve derin yalnızlık duygusudur.
Neo-noir günümüz insanının sorunlarıyla ilgilenir ve film-noir’e göre daha radikal bir tavır takınır.
Artık sokaklardaki şiddet hayatın ta kendisine dönüşmüştür.
Dedektiflik hikayelerinden esinlense de kimi zaman konu dışında bırakır ya da alaşağı eden portreler çizer.
Selda Tan Özdemir (6,45 yayınlarından çıkan, "Kara Filmler" adlı inceleme kitabının yazarı.) neo-noir için şöyle der:
"Artık klasik film-noir dönemine göre ahlaki değerler hayli değişmiş, kara filmin altın dönemindeki yasaklı cinsellik çağrışımsal bir gizem olmaktan
çıkmış ve gösterilebilir hale gelmiştir. Noir sinemasının altın çağında kahramanlar daha çok toplum hayatının adaletsizlikleri nedeniyle
suça teşvik edilmiş iken, daha sonra suçluların daha psikopat olduğu, daha çok kana ve şiddete susadığı, daha çok entrikaya,
illa ki erotizme bulandığı bir dönem yaşanmaya başladı.
Yakın dönem kara filmleri ise; insanoğlunun en çok yalnızlığına vurgu yaptı.
En dibimizde bulunan karanlık yan kendi kendinin celladını yarattı.
Artık daha çok paranoya, daha çok belirsizlik, daha çok köklerinden yoksunluk zamanı idi ve
yeni çağın kara filmi kaotik dünyanın gölgelerinin sahnelendiği yer oldu".
80'li yılların filmlerinden öne çıkan
Lawrence Kasdan'ın "Body Heat (1981)",
Ridley Scott'ın "Blade Runner (1982)" ile birlikte
David Lynch'in "Blue Velvet (1986)" yapıtları Neo-Noir'e örnek olarak verilir.
80'ler ile beraber yenilenen kara-film 90'larda değişimini hızlandırmıştır:
Eğri büğrü açılar, rastgele gölgeler, jaluziler, ıslak sokaklarla dolu gece görüntülerini geride bırakmıştır.
Artık silahları, gangsterleri ve azılı haydutların dışında bizi tehdit eden ve sistemin yarattığı başka bir ben ya da paranoyalarımız vardır.
Düzen, bireyi daha da yalnızlaştırmış, suça itmiştir.
Yeni film-noir’in kahramanları daha acımasız ve daha eli kanlı görünür.
Klasik dönemin en önemli öğesi femme fatale'lerin kimi zaman ortada olmadığı da olur.
Kara filmde birincil unsur olan konunun yerini karakterlerin alması femme fatale'lerin artık daha dolaysız,
açık sözlü ve cinselliği her açıdan metalaştıran hali, vamp kadınlardan çok cool erkeklerin öne fırlaması türün 90'lardaki portresini çizer.
Huzursuz, mutsuz sonlar; düşük bütçeler ve alabildiğine nihilizm film-noir'in hala değişmeyen yazgısıdır.
David Lynch'in "Wild at Heart (1990)",
Coen kardeşlerin "Barton Fink (1991)",
Quentin Tarantino'nun "Reservoir Dogs (1992)",
Oliver Stone'un "Natural Born Killers (1994)" ve
Luc Besson'un "Léon (1994)" gibi filmlerle devam eder.
Ancak 90'larda film-noir için dönüm noktası Quentin Tarantino'nun "Pulp Fiction (1994)" filmi olmuştur.
1995 yılı içinde direkt olarak kara-film türü içine girebilecek on altı film vizyona girmiştir.
bununla birlikte türe hem yönetmenlerin hem seyircinin ilgisi artmıştır. Pulp Fiction ile patlama yapan kara film;
David Fincher, "Se7en (1995)",
Bryan Singer, "The Usual Suspects (1995)",
Mike Figgis, "Leaving Las Vegas (1995)",
Coen kardeşler, "Fargo (1996)" şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/153973-fargo-1996-*oscar*.html
David Lynch, "Lost Highway (1997)",
Oliver Stone, "U Turn (1997)", [sayın siyahtürk sunmuş: http://www.cizgidiyari.com/forum/ya...-donusu-u-turn-1997-brrip-turkce-dublaj.html]
Curtis Hanson, "L.A. Confidential (1997)",
Coen kardeşler, "The Big Lebowski (1998)",
David Fincher, "Fight Club (1999),
Christopher Nolan, "Memento (2000),
David Lynch, "Mulholland Drive (2001)",
Park Chan-Wook, "Oldeuboi (2003)",
Paul Haggis, "Crash (2004)",
Christopher Nolan, "The Dark Knight (2008)"
gibi birbirinden her anlamda çok farklı filmler ile günümüze dek ulaşır.
Avrupa sinemasından büyük oranda etkilenen Amerikan kara filmi; gece kulüpleri, barlar, otel odaları, pansiyonlar, dans salonları,
otobüs ve tren istasyonları gibi gelip geçici, anonim ve bireyselliğini kaybetmiş çeşitli mekanlar etrafında gelenekselliğine kavuşur.
Yani kara film için şehir çürümüş olmalıdır.
Bu yüzdendir ki türü tanımlarken her daim Amerikan nitelikleri akıllara gelir; yerel geleneklere aşina ve işin uzmanı sert bir dedektif,
ateşli bir femme fatale ve şiddet şuçlarının veya psikolojik çöküntünün mekanı olan çürüyen bir şehir.
IMDb, "film-noir" türünün 1927 ile 1958 yılları arasında çekilen siyah-beyaz filmlerden oluşması gerektiğini belirtiyor.
İlk film olarak "Underworld (1927)" [şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yabanci-filmler/142495-underworld-1927-film-noir.html] ve son film olarak da "Touch of Evil (1958)" filmini kabul ediyor.
Tabii ki bu tarihlerden önce ve sonra çekilen film-noir var fakat klasik zaman aralığı böyle.
Hatta en klasik dönem, 1940-1958 arası "Classic American Noir" dönemi.
Amerikan olmayan filmlere verilen isimler ise genelde "French Noir, British Noir" veyahut "International Noir" gibi isimler.
Bir de, 1940 öncesi filmlere, "Precursors/Early Noir-Like Films" diyorlar. (öncü/erken)
Touch of Evil'dan sonraki filmlerde genel anlamda "neo-noir" kalıbı kullanılmaya ve "film-noir" kalıbı kullanılmamaya başlandı.
Neo-Noir bir sinema terimi olduğu için -sinema türü olmadığı için- biz 1958'den sonra çekilen bu türdeki filmlere de film-noir diyebiliriz ama
klasik film-noir diyemeyiz.
Peki... Şimdi soru şu:
"Turkish Noir" var mıydı? Varsa ne durumdaydı?
Bir dönem Amerikan sinemasında oldukça etkili olan Film Noir (Kara Film) ekolü, bizim sinemamızı da etkilemişti.
Ayhan Işık...
1960'lı yıllarda kısa bir dönem Türk sinemasında da etkisi görülen kara film tarzında çekilmiş filmlerde başrol oynayan yakışıklı aktör.
60'ların o siyah-beyaz sinemasında çoğunlukla HW'dan kopya/taklit de olsa film-noir eserler görmek çok keyifli aslında.
Çünkü daha sonra Türk Sinemasını esir alacak melodram ve komedi türlerine göre,
taklit bile olsa film noir örnekleri hem sinematografik açıdan çokça emek verilmiş olması sebebiyle görsel olarak etkileyici,
hem de konularının daha suça dönük/karanlık tonlarda olması dolayısıyla izlemesi keyiflidir.
Eski Amerikan arabalarının havası, eski İstanbul'un taş sokakları, Arnavut kaldırımları...
Boğazın henüz bozulmamış güzelliği, köprüleri olmayan bir boğaz manzarası ve tenha bir İstanbul panoraması ile görsel olarak çok etkiler izleyeni.
Müziklerde Amerikan Jazz baskındır.
İşte o kısacık Türk Film-Noir döneminde Ayhan Işık, kara filmlerin muhteşem estetiğinde ışıl ışıl ışıldar.
İşte Ayhan Işık'ın başrolde olduğu o güzelim kara-film örnekleri:
Ölüm Saati (1967)
Yönetmen: Ertem Göreç
Senaryo: Safa Önal
Ülke: Türkiye
Tür: Macera, Suç
Dil: Türkçe
IMDb Rating: 6.7
Ayhan Işık ve Sevda Ferdağ'ın başrollerde oynadığı bir film noir örneği.
Çoğu sahnesi klasik film-noir filmleri aratmayacak kadar başarılıdır.
Şoförlük yaparak hasta annesine bakan Ahmet, bir gün arabasına binen bir kadını otele götürür.
Kadın aslında büyük bir servetin sırrını taşımaktadır. Peşindeki kişiler tarafından öldürülür ve bu cinayet şoför Ahmet'in üstüne kalır.
Aklanmak için gerçek suçluları aramaya başlayan, bir taraftan da polisten kaçan Ahmet, çok büyük bir şebekenin tuzağına düşecektir.
Kesinlikle izlenmesi gereken bir Türk film-noir örneğidir.
Ancak -kötü haber- bu film YouTube'da da, DailyMotion'da da yok.
Siyah Otomobil (1966)
Yönetmen: Aram Gülyüz
Senaryo: Vecdi Uygun
Ülke: Türkiye
Tür: Suç, Dram
Dil: Türkçe
Müzik: Turgut Dalar
Nam-ı Diğer: The Black Car
IMDb Rating: 6.9
Ayhan Işık ve Ajda Pekkan'ın başrollerinde olduğu başarılı bir Türk film-noir örneği.
Görsel estetiği ve müthiş müzikleriyle ön plana çıkan bu film çoğu film-noir örneğindeki gibi karamsar ve acımasız bir senaryoya sahiptir.
Ajda Pekkan ve orkestra sayesinde filmin müzikal yönü de harikadır.
Çoğu sahnesi wallpaper yapılacak kadar iyi görselliktedir.
Polis Kenan, oğluyla beraber yaşayan ve geri hizmete çekilen dürüst bir memurdur.
Bir gece kulübünde çalışan kadının arabayla ezilerek öldürülmesi vakasını araştırmak için görevlendirilir.
Peş peşe siyah bir otomobille ezilerek öldürülen kadınların artması üzerine bir gece kulübünün sahibi en büyük şüpheli haline gelir.
Uluslararası kadın kaçakçılığı çetesinin merkezi konumundaki kulübün sahibi hiçbir şeyden habersiz kadınları kontrat bahanesiyle
yurt dışında çalıştırmaya ikna ederek fuhuşa zorlamakta, karşı çıkanları ise öldürmektedir.
Kenan'ın araştırması derinleştikçe bu çetenin hedefi haline gelip büyük acılar yaşayacaktır.
Bu süreçte kendisine gece kulübünde şarkıcılık yapan bir kadın yardım edecektir.
(YouTube ve diğer yerlerden kaldırılmış, nedendir bilmem. Ama zaman zaman tekrar ekleniyormuş.)
Maceralar Kralı (1963)
Yönetmen: Hulki Saner
Senaryo: James Edward Grant, Hulki Saner
Ülke: Türkiye
Tür: Suç, Dram
Dil: Türkçe
IMDb Rating: 6.4
Ayhan Işık, Sadri Alışık ve güzeller güzeli Semra Sar'ın başrollerde oynadığı bir başka başarılı film-noir örneği.
Ayhan Işık'la Sadri Alışık'ı başrollerde görünce sanki komik eğlenceli bir film izleyeceğini sananlar yanılıyor.
Film fazlasıyla karanlık ve karamsar bir yapıda. Hatta Ayhan Işık kötü ve kalpsiz bir adam rolünde oynuyor.
Bir suç şebekesinin eski lideri olan Erol (Ayhan Işık) şartlı tahliyeyle salıverilip yeni bir hayata başlamış ve taksicilik yapmaktadır.
Daha doğrusu, yüzeyde öyle gözükmekteyken aslında arka planda büyük bir suç örgütünü yönetmektedir.
Kumardan eroine, kaçakçılıktan şantaja her işi yöneten Erol kendisini hapse tıktıran savcı İhsan beyin kızı Nevin'le tanışır.
Nevin kendisinin cazibesine kapılıp aşık olur. Erol ise bu durumu İhsan beyin nüfuzunu kullanarak kendi işlerini büyütmek için kullanacaktır.
Nevin'i sahte bir cinayete karıştırıp, bu durumu şantaj için kullanmaktan çekinmez.
Bütün bu kötülüğüne en yakın arkadaşı Ayyaş İsmet (Sadri Alışık) karşı çıkar.
Görsel olarak da, hikaye açısından da fazlasıyla karanlık tonları olan başarılı bir filmdir.
www.youtube.com/watch?v=9yqYtR9H3b4
Krallar Ölmez (1967)
Yönetmen: Ertem Göreç
Senaryo: Safa Önal
Ülke: Türkiye
Tür: Macera, Suç
Dil: Türkçe
IMDb Rating: 6.2
Şurada: http://www.cizgidiyari.com/forum/yerli-filmler/159116-krallar-olmez-1967-a.html
Rıfat Diye Biri (1962)
Yönetmen: Ertem Göreç
Senaryo: Attila İlhan
Ülke: Türkiye
Tür: Gerilim, Suç
Dil: Türkçe
Nam-ı Diğer: A Person Named Rifat
IMDb Rating: 6.4
Başrollerinde Ayhan Işık ve muhteşem güzelliğiyle Semra Sar'ın oynadığı keyifli bir film-noir örneği.
İşlemediği cinayetlerin üzerine yıkılmasıyla hapse atılan Rıfat intikam almak için hapisten kaçar.
Rıfat'ı kendisine aşık ederek kullanan Bilezikli Zişan (femme fatale) bu haber üzerine yeni bir komplo kurarak
işlenen yeni cinayetleri de Rıfat'ın üstüne yıkmaya çalışacaktır.
Bu süreçte Rıfat'ın kaçarken sığındığı evin kızı Lale kendisinin en büyük yardımcısı olacaktır.
Oldukça keyifli akan bir senaryosu vardır, sadece Galata Köprüsünde sabah salep içme sahnesi için bile izlenebilir.
youtube.com/watch?v=1CmPc9Zaw-w
Saygılarımla.
*
Son düzenleme: