Doktor Kim
Aktif Üye
- 17 Mar 2011
- 313
- 14,317
Çelik Blek Teksas Hoz Comics! Sayı 39 - 03 Savaş Okulu
Tarama benim değildir,tarayan arkadaşa çok teşekkür ederim. Ben sadece düzenledim. Boyutunu da yarı yarıya küçülttüm. İyi okumalar dilerim.
Avcıların lideri
Çelik Blek/Teksas... Ormanın efendisi... Avcıların lideri... Güçlü vücudu, kürk yeleği, kunduz postundan başlığı ile sembolleşen efsane kahraman...Çelik Blek, ülkesinin topraklarını düşman işgalinden kurtarmak için amansız bir savaşın içine dalmış ömürünü bağımsızlık mücadelesine adamıştır. Birliğinin adı ise "Vatanseverler"dir. Halk arasında "Avcı" diye bilinirler. İngiliz askerlerinden, kendi deyişiyle "Kırmızı Ceketler"den temizlenmektedir.Bu uğurda neleri göze almazlar ki... Avcıların her biri ayrı bir kahraman, usta bir savaşçı, attığını vuran keskin nişancı ve gözüpek insanlardır. Arkadaşlarının darda olduğunu hissettikleri anda her şeyleriyle yardıma koşarlar. Çelik Blek ise onların lideridir. İnsan üstü bir kuvvete ve zekâya sahiptir. Arkadaşları ve Vatanseverler ona kısaca "Blek" derler. Blek, yalnız İngilizlerin hışmına uğrayanların değil, zorda kalan herkesin yardımına koşar; onlar için hayatını hiçe sayar. Adı kısa sürede her tarafa yayılmış ve bir efsane olmuştur. Kendisi ile başa çıkamayan İngiliz askerleri onun hem dirisine, hem de ölüsüne ayrı ödül koymuşlardır.En yakın dostları Profesör Öklitus ve Rodi'dir. Profesör'ün dahice planları vardır. O bir Bilimadamıdır. Rodi ise Blek'in oğlu gibidir. Bu sempatik genç çocukla Profesör hep vatanseverler için çalışırlar. Karınlarını doyurabilecek zaman bulduklarında çok mutlu olurlar. Özellikle kızarmış but ve turtaya bayılırlar.
Fazla okumak istemeyenler için önce linkleri vereyim:
Çelik Blek Teksas Hoz Comics! Sayı 39 - 03 Savaş Okulu 42 mb CBR:
Çelik Blek Teksas Hoz Comics! Sayı 39 - 03 Savaş Okulu 42 mb CBR:
BENİM ADIM BLEK
Benim Adım Blek! Beni yıllar boyunca avcıların dürüst lideri ve özgürlük savaşçısı Çelik Blek olarak tanıdınız. Ama benim de geçmişim, bir adım, ailem, benim de bir hikayem var. Bugün benden gerçek ismim olan Yannick Leroc'un hikayesini dinleyeceksiniz... Kasım 1749'da Saint Malo isimli liman şehrinde doğdum. Babam Leroc haritacıydı ve dükkanı da Rue De Rohan'daydı. Namuslu ve saygıdeğer birisiydi. Annemi bir köşede iplik eğirirken hatırlıyorum hala. Babamsa hem haritalar çizer, hem de cesur insanların hikayelerini anlatırdı. Zavallı babacığım derslere olan ilgisizliğimden dolayı ve benim için hep kaygılanırdı. Annemse iyi bir çocuk oluşumla teselli bulur ama saatlerce denize bakıp al kurmama üzülürdü. Bense o yaşlarda denize açılan gemilere büyük hevesle bakar zamanı gelince dünyayı dolaşmak istediğimi düşünürdüm. Adalate ve özgürlüğe olan tutkum daha o yaşlarda başlamıştı. Hatırlıyorum da başımı ilk kez bu yüzden derde sokmuştum. O gün okulu asıp arkadaşım Pirouet'yi görmeye gidiyordum. Onu yolda nefes nefese ve endişeli görünce ne olduğunu sormuştum. Kralın askerleri arkadaşımın yoksul annesini vergisini ödeyemediği için tutuklayıp hapse atmaya çalışıyorlardı. Çok öfkelenmiştim, yoksul bir insana bu yapılmamalıydı. Pirouet'nin bana "Dur seni de tutuklarlar" diye bağırmasına aldırmadan ayakkabımı bir kuş sapanı gibi kullanmış ve o kalleş memurlardan birisini yere indirmiştim bile... Diğeri tabancasına davrandığında karnına yediği kafa ile çoktan iki büklüm olmuştu... Yarı boylarına gelen bir çocuğun yetişkin bir insan gücüne sahip olması karşısında afallayan askerler o an için gururu bir yana bırakıp tabanları yağlamışlardı ama tabi bunun ertesi günü de olacaktı... Doğal olarak ertesi gün kralın askerleri asiliğimden ötürü beni tutuklamak için evime gelmişti. Tutuklanmak değil ama annemin gözyaşları beni çok üzmüştü o gün... Biraz sonra Saint Malo Hapishanesinde babama cezamı bildiriyorlardı. Babam saygıdeğer bir insan olduğu için hapis yatmayacaktım ama babamın gözleri önünde 20 kırbaç ile cezalandırılacaktım... Karanlık bir hücrede cezam infaz edilirken sırtıma inen her kırbaçta sessizliğimi muhafaza etmeyi başarmış ve o gün babamın saygısını kazanmıştım... Eve döndüğümüzde zavallı babam tembelliklerime eklenen bu olaydan sonra beni cezalandırmaya karar verdi ve o günden itibaren Balıkçı Kernann'ın yanında çalışacağımı söyledi bana.
İçimden binlerce teşekkür sıralıyordum babama. Ah sevgili babacığım acaba o gün beni cezalandırmaya çalışırken ne kadar mutlu ettiğini tahmin edebilir miydin? Artık gemide çalışmaya başlamıştım ve ailem artık beni merak etmek zorunda kalmıyordu. Bense açık hava ve denizin tadını sonuna dek çıkartıyordum. Tayfalar arasında en çalışkan olanlardan birisiydim, kısa sürede kaptanın gözüne girmiştim. Hatta bir gün ağır dümenin altında boynu sıkışan Biocomo'yu atik davranarak kurtarışım gemideki tüm arkadaşlarımın güvenini ve saygısını kazanmamı sağlamıştı. Artık çevikliğim ve gücüm tüm arkadaşlarımın dilindeydi ama ben bütün bu övgüleri tevazuyla dinliyor, şımarmadan işimi olabildiğince iyi yapmaya gayret ediyordum. Okyanus hayatı bana göreydi, her şey basitti ama adalet vardı... Açık denizlerde geçen iki yılın ardından bir gün büyük bir fırtınaya yakalanmıştık. Direğin kırılmasıyla kaçınılmaz son belirlenmiş ve gemimiz batmaya başlamıştı. Kaptan Kernann suya düşerken başına çarpan kalas bayılmasına sebep olmuştu. Bana adeta bir baba gibi kucak açmış bu yiğit insanı ölmeye bırakamazdım ve suya peşi sıra atlayıp ona ulaştım. Şans eseri geminin adının yazılı olduğu devasa levha tam yanı başımıza düşmüştü ve onu bir sal gibi kullanarak saatler boyu bir taraftan baygın Kaptan Kernann'i tutmayı başarmış bir taraftan da fırtınaya direnmiştim. İki gün iki gece insanüstü bir gayretle Kemann'in başını su üstünde tuttuktan sonra bir gemiye rastladık. Bir hafta sonra Kernann hayatını kurtarışımı bana evinde verdiği 5 altınla ödüllendirdi. O zamanlarda 5 altın gerçek bir servet demekti... Bu hayatımın en büyük hayal kırıklığıydı çünkü babam bu parayı çaldığımı düşündü ve açıklamamı dinlemeksizin parayı aldığım yere iade etmemi söyledi.
Bundan sonraki günlerimin maalesef çok parlak geçtiğini söyleyemem. Babamın sebep olduğu hayal kırıklığından sonra kendimi Kernann'ın olduğu meyhaneye attım. O ise aynı esnada benim onu kurtarışımı anlatıyordu. Yaşıma bakan birkaç serserinin Kemann'ı yalancılıkla suçlaması üzerine çıkan kavgada soluğu hapishanede aldım. Hiç uğruda 6 aylık bir mahkumiyet beni bekliyordu İçeri düştüğümde ilk tanıştığım ve arkadaşım olan zavallı dostum Giuliano Di Bretgny oldu. Krala ait bir yazı yazmış olduğu için 2 yıldır çürüyordu zavallı ve sadist gardiyan da her gün ona işkence ediyordu. Bunca haksızlığı gördükçe içimde ve damarlarımdaki özgürlük ateşi gittikçe artıyordu ve en sonunda sabrım taşıp da zalim gardiyanı pataklayınca 6 aylık cezama taş ocaklarında geçecek 2 sene daha eklenmiş oldu. Zavallı Guiliano çok hastaydı ve gardiyanlar da her zaman onu dövmek için bahane arıyordu. Onu kollamak benim için çok zor oluyordu ama çoğunlukla onun işlerini de yaparak dostumu işkencelerden kurtarıyordum. Yiyecek taşıyan gemi ile bir kaçma planı yapmıştık ve her gün zincirimizi biraz örseleyerek firar gününe dek gerekli hazırlığı yaptık. Her hafta 10 mahkum gemiyi boşaltma işini yapıyordu ve şua bize gelmişti. Kaçabilmek için tek şansımız buydu ve ne pahasına olursa olsun denemeliydik. Nihayet beklenen gün gelip çatmıştı. Yükleri boşalttığımız sırada zaten incelmiş olan zincirimizi koparttık ve denize attığımız filikayla gemiden hızlıca uzaklaşmaya başladık. Askerler gecenin karanlığında bize ateş etmelerine rağmen isabet ettirememişlerdi ve menzilden çıkmak üzereydik. İşte tam bu esnada talihsiz dostum Giuliano sırtına aldığı kurşunla yaralandı. Yaralı dostum kürek çekemeyecek duruma düşmüştü ama buna rağmen özgürlükle aramızdaki tek engel de kalkıyordu. Küreklere öylesine vahşi bir güç ve öfkeyle asılmıştım ki gemi bize yetişemiyordu. . Karaya yaklaştığımızda aniden geminin bizi takip etmeye devam ettiğini fark ettim. Fakat akıllıca manevram onların sonunu hazırlarken bizi de özgürlüğe doğru götürüyordu. Ben kayaların arasından sandalımla güç bela geçmeyi başarmıştım ama onlar koca gemiyi geçirmeyi başaramamış ve kayalara bindirmişlerdi. Yaralı dostumu kucaklayıp karaya çıktığımda kurtulduğumuzu haykırıyordum ama talihsiz dostum tüm gücünü tüketmişti. Tek tesellisi özgür olarak ölmüş olmaktı...
Zavallı dostum için artık yapılabilecek hiçbirşey kalmamıştı. Onu kurtulduğumuz kumsala gömdüm ve üzüntü içinde zincirlerimden kurtulmak üzere Charente Köyü'ne doğru ilerlemeye başladım. Tek amacım iyi niyetli bir demirci bulup ondan yardım almaktı ama şansım gene yaver gitmedi. İkiyüzlü demirci zincirlerimi çözerken karısı da kralın askerlerini çağırıp ödül parasına konmak istemişti. Neyse ki askerler geldiğinde zincirlerimden kurtulmuştum. Demircinin örsünü silah olarak kullanıp askerleri yerle bir etmiştim. Daha sonra da demirciye gereken dersini verip askerlerden birinin atıyla hızla kaçtım. 2 gün sonra Saint Malo'da her duvarda benim aranıyor ilanım vardı. Zor bela evime vardığımda beni çok kötü bir sürpriz bekliyordu. Evimizin kapısında matem işareti vardı. Az ileride babam siyahlar içinde mezarlıktan dönüyordu. O an acı gerçeğin farkına varmıştım. Artık annem yoktu... Mezarın başına geleceğimi hesap eden askerler beni tutukladılar. Şafak sökerken askerler eşliğinde mezarlığı terk ediyordum. Tam bu sırada beni götüren askerlerin üzerine yukarıdan çarşaflar düşmeye başladı. Kafamı kaldırdığımda çocukluk arkadaşım Pirouet'nin kaçmama yardım ettiğini gördüm. Onun sayesinde bir kez daha askerlerde kaçmayı başarmıştım... Bir hafta sonra Brest'te bir meydanda yürürken gemisine tayfa toplamaya çalışan bir çığırtkan duydum. Duyuruya göre gemiye katılanların tüm suçlan da siliniyordu. Geminin kaptanı da çığırtkanın hemen yanı başındaydı. Onlara doğru yöneldiğimde beni fark eden askerlerin çığlıklarını duydum. Tereddüt etmeden kaptanın önündeki formu imzalayarak beni o an için askerlerin elinden kurtaran bir anlaşmaya imza atmıştım ama kime ve neye hizmet edeceğimi bilmeksizin atılmış bir imzaydı bu... Askerler yasa gereği bana dokunamamıştı ama gemisine katıldığım Deri Göz'ü görünce bana ellerine geçmediğim için acıyarak bakmışlardı... Deri Göz'ün yaveri Tavuk Bacak lakaplı bir adamdı. Pısırık, itaatkar ama gayretkeş biriydi. Ona nedense içim ısınmıştı.
Porqual gemisinde yeni bir hayata başlıyordum. 2 hafta sonra Antil'lerde Granada isimli köle gemisine rastladık. Gemiyi 1 saat içinde ele geçirdik ve mürettebatı ceza olsun diye denize döktük. Zenci köleleri kurtarmış olmak beni çok mutlu etmişti ve kaptanım Deri Göz'ü de bu hareketinden ötürü sevmeye başlamıştım. New Orieans'a vardığımızda bize sabaha dek izin vermişlerdi. Arkadaşlarla hep beraber bir meyhanede hem içiyor hem de eğleniyorduk. Daha sonra Tavuk Bacak'la birlikte gittiğimiz lüks bir lokantada bir iş görüşmesinde olan Deri Göz'le karşılaştık. Deri Göz zenci köleler için bir zenginle pazarlığa oturmuştu. Köleleri özgürlüğe kavuşturduğunu sandığım patronum iğrenç bir köle tüccarı çıkmıştı.. Deri Göz'e görünmeden lokantadan ayrıldık ama gerçek karşısında yıkılmıştım. Sonuçta pis bir köle tüccarına, bir korsana hizmet ediyordum... Gemimiz yola devam ettikten birkaç gün sonra Barbados adalarına geldik. Şeker kamışı almaya geldiğimizi zanneden Köylülere top ateşiyle yanıt verdik. Bu son katliam bardağı taşıran damla olmuştu bende. Birden Deri Göz'ün yakasına yapıştım ama tek başına fazla şansım yoktu. Zavallı köylülerin her şeyi yakılıp yıkılmış ve yağmalanmıştı... Yağma bittikten sonra deri Göz'e içimdeki bütün kini kusmaya başladım. Sonuç tahmin edeceğiniz gibi idam edilmeme karar verilmesiydi. Ellerim ve kollarım bağlı vaziyette bir rampanın ucunda köpek balıklarına itilmeyi bekliyordum. Ama Tavuk Bacak bir türlü son hareketi yapmıyordu. Ellerimin arasına bir şey sıkıştırdığını fark ettikten sonra beni itemeyeceğini söyledi. Bu hareket karşısında deliren kaptan elindeki kürekle beni aşağı iterken bir taraftan da Tavuk Bacak'ı çılgınca azarlıyordu. Suya girdiğimde Tavuk Bacak'ın ellerime sıkıştırdığı şeyin bir bıçak olduğunu fark ettim. Köpekbalıkları bana ulaşmadan hızlıca bağlarımı kestim ve karşıma ilk gelen köpek balığının karnını boydan boya yardım. Diğer balıkların ona üşüşmesini fırsat bilip kimseye görünmeden gemiye tekrar çıkmayı başardım. Ertesi sabah şafakta Tavuk Bacak kamçılanmak üzere direğe bağlanmıştı ve tüm tayfanın bunu onaylamadığı yüzlerinden okunuyordu. Bir tarafta zalim kaptanları Deri Göz'den duyulan korku, diğer taraftansa sevilen ve iyi çalışan bir yaverin uğradığı haksızlık tayfayı büyük bir ikileme düşürmüştü. Ne olursa olsun, Tavuk Bacak kendisine verilen emri yerine getirmemişti ve bunun da cezası kırbaçlanmaktı... Artık ortaya çıkmanın zamanı gelmişti. Beni kurtaran Tavuk Bacak kırbaçlanmadan ben de onu kurtarmalıydım. Gemiye gizlice tırmandıktan sonra geceyi gözetleme direğinde geçirmiştim. Tüm olan biteni bulunduğum yerden rahatça gözlüyordum. Elimdeki bıçağı güvertenin ortasına fırlattığımda kafasını kaldıran herkes dün köpek balıklarına yem olmuş birini görmenin şokunu yaşadı. Buna en çok şaşıran da doğal olarak Deri Göz'dü... Ona meydan okumam Deri Göz'ü büsbütün delirtmişti. Bir çırpıda halatları tırmanıp yanıma gelmişti ve enli kılıcını gelişigüzel savuruyordu. Son savurduğu kılıç darbesi halatları tutan palangayı serbest bırakmıştı. Adil bir dövüşle beni yenemeyeceğini anlayan Deri Göz palanganın ucunu suratıma fırlatarak dengemi yitirmemi sağladı ve zor bela tutunduğum yelken direğinden beni atmaya çalışırken kaderin bir cilvesiyle fırlatmış olduğu palanga suratına geri döndü, acı içinde köpek balıklarıyla dolu suya düştü. Bir anda sonuca sevinen tayfa etrafımızı çevrelemişti. Tavuk Bacak'ın yeni kaptan olmasını önermeme rağmen o benim başa geçmemi istedi. Böylece Porqual'ın kaptanı olmuştum. O günden sonra gemimle zavallı insanlara yardım etmek için denizleri dolaştık durduk. Zenci taşıyan korsan gemileriyle ve İngiliz gemileriyle yıllar yılı Fransa adına savaştık. Fransa adına yaptıklarımız politikacılar tarafından da görülüyor ve ilgiyle karşılanıyordu...
Çok sonraları Brest'te, Fransa'ya ganimet olarak getirdiğim "King Crovvn" gemisi donanma amiralleri ve Suffolk Dükü tarafından büyük bir heyecanla karşılanmıştı. Bu onlar için tarihe geçecek bir ganimetti ve İngilizlere indirilmiş büyük bir darbeydi. 17 İngiliz gemisini mahvetmiş, Prince Limanı;nı ele geçirmiş ve Martiniğin korumasını üstlenmiştim. O dönemin valisi beni çağırarak Kralın özel bir görüşme ve ödüllendirme yapacağını bildirdi bana. 3 gün sonra Versay Sarayı'na doğru ilerlerken hala yaşadıklarıma inanamıyordum fakat Bay Bougavilfe okyanuslardaki köpek balıklarının saraydakilerden daha insaflı ve iyi niyetli olduğunu söylediğinde nasıl bir dünyaya doğru adım attığımı anlamaya başladım. Size birşey diyeyim mi? Görkem, para ve güç tüm insanları kendisine hayran bırakır ama aslında bunlar içi boş insanların işi. Devasa avizelerin pırıltısı okyanusun yakamozlarıyla kıyaslanabilir mi? Sabah nemiyle ıslanan toprağın kokusu süslü kadınların parfüm kokusunun yanında ne kadar da saf ve güzel... İşte o gün sarayın ve şatafatlı unvanların bana göre olmadığını anladım... Kapıdaki tanıtma faslından sonra içeri doğru ilerlediğimde ne kadar da bana aykırı bir dünyaya doğru adım attığımı daha iyi anladım. Üstümdeki soytarı kıyafetlerine ve basımdaki aptal peruğa rağmen o züppelerin arasında çok sırıtmıştım ve insanlar bana adi ve kaba bir vahşi gözüyle bakıyorlardı. Düşünceleri yüzlerine yansıyordu... Tanıştırma faslı tüm hızıyla sürerken kadınların ilgisini çektiğimi de farkettim. Aslında tüm bunlar içinde bulunduğum ortamdan biraz daha fazla tiksinmeme sebep oldu. Bir kasabada genç bir kız eğer bir oğlandan hoşlanırsa bunu bakışlarına, tavırlarına yansıtır ve aşkına karşılık bulmaya çalışırdı. Ama asla kendini bir sokak kadını durumuna düşürmezdi. Oysa bu sözde asiller ihtişamlı elbiselerin içlerinde etrafa caka satarlarken bir erkeğe olan duygularını belirtmekte sergiledikleri bayağılıkla saygımı tamamen yitirmişlerdi. Bir an evvel kendimi bu saçma ortamın dışına atabilmek için beklerken düşüncelerimi perçinleyen son bir olay daha oldu. Kralın gözdesi olan Kontes Dubarry salona girmişti. Herkes saygılı ve endişeli gözlerle kontese yol açıyor, neredeyse yerleri öpecek kadar abartılı bir şekilde iki büklüm olarak selam veriyordu. Bense salonun ortasında dimdik durarak ne yapmam gerektiğine karar vermeye çalışıyordum... Ve az sonra beklenen kıyamet kopacaktı. Züppe Kontes akşama beni odasına davet ediyordu. Ona Kralın şerefiyle oynadığını hatırlatıp reddettiğimde öfkeden deliye dönmüştü ve yelpazesini yüzüme çarparak beni kendi yöntemlerince aşağılamıştı. Ben bu saçma harekete bir anlam vermeye çalışırken züppelerden birisinin kaşıntısı gelmiş olacak ki elindeki mendili yüzüme vurup beni yarın sabah şafakta çayırda düelloya davet etti. Benim yanıtım ise kısa ve öz oldu. "Neden yarın sabaha kadar bekleyeceksiniz?' dedim ve yumruğu suratına indirdim. Züppe ziyafet masasının bir ucundan diğer ucuna dek sürüklenerek masa üzerinde ne var ne yok devirmişti. Bay Bougaville bana iki korkunç düşman edindiğimi fısıldarken salona Kralın gelişiyle herkes toparlanmış ve kapıya dönmüştü. Beni kısaca krala tanıtmalarının ardından hayatımın en saçma ödülünü almıştım. Kralın ordusunda Amiral olmuştum... gemisi olmayan bir amiral... Ayrıca Jusseieh toprakları da bana verilmişti. Artık hem ünvan hem de toprak sahibiydim ama mutsuzdum çünkü sadelikten uzak şatafatlı bir hayatın içinde panayır soytarıları gibi giyinip lüks mekanlarda bohem tartışmalara giriyordum. Cemiyetle ilgili bazı önemli görevlerim olduğundan devamlı Madam Geofri'nin köşküne davet ediliyordum. Bu davetlerde konuştuğu konular hakkında hiçbir fikri olmayan asillerin ahkam keşişlerini dinledim haftalarca. Ama bir gün bardağı taşıran bir damla oldu ve sessizliğimi daha fazla muhafaza edemedim, özgürlük ve adalet hukuku üzerine konuşuluyor. Oysa özgürlükten bahseden bu züppeler hayatlarında bir kez bile hapse düşmemişler, hapishanelerde yaşanan haksızlıklardan ve sadist gardiyanlardan habersizdiler... İşte bu konuşma sonunda dayanamayıp hapishanelerde yaşanan adaletsizliklerden bahsedince karşı tezimi kişisel alan Markiz Perdelet beni şafakta düelloya davet etti. Tahrik edilen ilk ben olduğum için tetiği ilk çekme hakkı da bana verilmişti. Ama ben sadece bir düelloyu kazanmak değil aynı zamanda bu asil geçinen soytarıları gülünç duruma düşürmek istiyordum. Elimde silah 1 dakika boyunca ateş etmeden, paralize olmuş gibi öylece bekledim. Ateş hakkımı kullanmayışım üzerine hakem sırayı Markiz'e verdi. Gergin bekleyiş sonucunda sinirleri gevşemiş olan Markiz'in kurşunu anlımı sıyırıp geçmiş ana beni öldürecek yarayı açamamıştı. Bundan sonra silahımın horozunu kaldırdım ve 3 dakika boyunca nişan almış bir vaziyette öylece beklemeye başladım. Ecel korkusuyla arkasındaki ağaca yapışan Markiz az sonra kendisini öldürmemem için yalvarmaya başlamıştı, yere sıktığım kurşunun sesi ise onu korkudan bayıltmaya yetmiş de artmıştı bile. Aldığı yara basit bir sıyrıktı ve zaten de amacım öldürmek değildi. Kendine çok güvenen bu sözde asillerin korku karşısında ne hale gelebildikerini göstererek bir yerde intikamımı almıştım ve kendi öz benliğimi onlara kabul ettiremesem de kim ve ne olduğumu artık ortaya koymaya başlamıştım. Ama gerçek olan bir şey varsa o da bu insanların arasında yerim olmadığıydı. Ben saf ve temiz olanı seviyordum, onlarsa tepeden tırnağa çamura bulanmışlardı... Artık kaderim çizilmişti. İçimdeki özgürlük tutkusu beni buralardan gitmeye ve kaderimi aramaya itiyordu. Söylemlerim ve Perdelet'i gülünç duruma düşürmem nedeniyle aynı gün hakim Bastil'e hapsedilmem için gerekli emri vermişti.
Ama ben o sırada Saint Malo'da babamı kucaklıyordum. Yıllardır tasarladığı planını bana anlattı o gün babacığım. Asya'ya gitmek için Magellan'ın rotasını kullanmak lazımdı. Biz kuzeydoğuya giderek Amerika'ya ulaşacaktık. Böyle bir yolculuk için gerekli parayı bulmaya kalıyordu bütün mesele ve işte babam o sırada bana hayatımın sürprizini yaptı. Beni oğlu gibi seven Kernann ölmeden tüm servetini bana bağışlamıştı ve bir sandık dolusu paramız vardı. Gemimize annemin ve-sevgili Kernann'ın ismini verdik. Askerle beni tutuklamaya geldiklerinde gemimiz çoktan açılmıştı bile. Böylece zalim Kralın askerlerine bir çelme daha takmış olarak açık denizlere doğru yol almaya başlamıştık. Zavallı dostum Giuliano firar ettiğimiz gece son nefesini vermeden evvel bana "İstikbal Amerika'da" demişti. Yıllar yılı o son sözleri kulaklarımdan gitmemişti. İşte Amerika'ya doğru gitmek üzere denize açıldığımız o ilk gün aklıma zavallı dostum gelmişti. Toprağın bol olsun Giuliano, huzur içinde uyu, seninle bulamadığımız ama aramaktan vazgeçmediğimiz özgürlüğü aramaya gidiyorum ... Amerika'ya !... Bir ay boyunca denizde yol almıştık ve kara görünmüştü. Buz dağlarına karşı dikkatli olmak zorundaydık . Kuzeye doğru ilerledikçe artan sis yüzünde rotamızı değiştirmek zorunda kaldık. Kader bize kötü bir oyun oynadı ve haritada görünmeyen bir adaya doğru yaklaşırken karanlık yüzünden kayalara bindirdik. Batan gemimizden kaçarken babamı yakalamayı başarmış ve onu kıyıya kadar sürükleyebilmiştim ama babacığımın yaşlı kalbi bundan daha fazlasına dayanamamıştı, o kollarımda son nefesini verdi... Çıktığım adanın en yüksek yerine gömdüm onu ve hatırasının canlı kalması için o adaya Leroc ismini verdim. Gemiden arta kalanlarla yaptığım uyduruk sal rüzgarın da yardımıyla beni güneye doğru sürüklüyordu.. Kara görünmüştü ama akıntılı denizde nasıl oraya ulaşacağımı bilemiyordum. Tam bu sırada uyduruk salım ayı balıkları tarafından paramparça edildi. Son gücümle bu devasa hayvanlarla çarpışmaya başladım. Umudumu yitirmek üzereyken imdadıma eskimolar yetişti. Beni kanolarına alarak köylerine götürdüler. Böylece benim için barış dolu günler başlamıştı artık... Birgün güneye gitmeye karar verdim, bana bir kayak, yiyecek ve ikram olarak Ogalook isimli Eskimolu bir kadın verdiler.
Güneye doğru indiğimizde Hudson kıyılarında kızılderililer vardı. Gonchini ve Inaskatis'ler. Bir gece kamp yaptığımız yerde kızılderililer uyuduğum yerden beni oklayarak Ogalook'u kaçırmışlardı. Yaramı temizleyip Ogalook'u takip etmeye başladım. Ogalook'u kadınım olarak seçmemiştim fakat reddetseydim hem Eskimo'lu dostlarımı aşağılamış olacaktım hem de Ogalook'u çok üzecektim. Ama ne olursa olsun onu kızılderililerin merhametine de bırakamazdım. İzleri takip ederken ben de kızılderililerin eline düştüm ve kendimi işkence direğine bağlanmış olarak buldum. Yolun sonuna gelmiştim artık. Özgürlük bulmak için geldiğim bu kıtada son nefesimi vermek üzereydim. Yiğit bir erkek olarak ölümü karşılayabilmek için kalbime saplanacak oku geren savaşçının gözlerine korkusuzca baktım. Tam bu anda Ogalook beni bırakmaları halinde kendisini beğenen kızılderili şefiyle evleneceğini söyledi. Sevgili Ogalook beni böylece kurtarırken ben de kızılderili kardeşlerimle barış içinde yaşamaya ve avlanmaya başlamıştım... Büyük şef beni oğlu gibi sevmişti. Beni kendine varis seçmişti ve bunu halkına duyurmaya karar verdi. O gece kardeşlerimin vahşi dansı başladı. Kardeşlik töreni icabı saçlarımdan bir direğe asılmıştım ve vücudum çeşitli yerlerinden kesilerek kardeşlik töreni için gerekli kanın akması sağlanıyordu. Manevi babam kanını benimkiyle karıştırdığında ben de artık onlardan birisi olmuştum. Yıllar geçtikçe İngilizler gittikçe kampımıza yaklaşıyorlardı. Bir gün bir İngiliz kumandanı benim kabilemi basmak istedi çünkü savaşçılarımızdan birisi Churcill Kalesi'nden buğday çalmıştı. Zavallı manevi babam İngiliz kumandanına barışsever bir kabile olduğunu anlatmaya çalışırken zalim kumandan elindeki kılıcı babama saplayarak onu öldürmüştü... İngilizler bütün çadırlarımızı yakıp yıkmış, kadın, çocuk demeden gördükleri herkesi öldürmüşlerdi. Yıllar boyu adalete olan özlemim beni bu barışsever kabileye kadar getirmişti ama özgürlük için gene savaşmak zorunda kalmıştım. Kızılderili babamı yitirmenin acısını bir yana bırakıp bu kıyımı yapan kumandanı öldürmeliydim. Az sonra kabilemin yeni reisi olarak savaş boyalarımı sürmeye başlamıştım. Yeni şef bendim ve İngilizlere savaş ilan ediyordum... Buzlar henüz erimemişti, savaşçılarımı Churcill Kalesi'ne doğru yola çıkardım. Kale ileride göründüğünde yakınlarını ve sevdiklerini kaybeden savaşçılarım tüyleri diken diken edecek savaş çığlıklarını ve naralarını atmaya başlamışlardı. İngilizler yaktıkları kıyımı pahalıya ödeyeceklerdi... Kabilemden yeteri kadar insan ölmüştü ve bu kaybı daha fazla arttırmak istemediğimden kaleye direk saldırmak yerine önce alevli oklarımızla yoğun saldırı yaptık, kalelerinin yanması İngilizleri hem moral olarak çökertmişti hem de çıkan yangınlarla boğuşmaktan savaşamaz hale gelmişlerdi. Artık son darbeyi indirmenin zamanı gelmişti... Tüm gücümle kale duvarlarını tırmandım ve içerideki askerlerden yoluma çıkanları etkisiz hale getirdikten sonra kapıya yöneldim. Kapıyı tutan kütük en az 150 kiloydu ama tüm gücümle asılarak onu yerinden kaldırdım ve böylece kale kapılarını sonuna dek açtım. Artık kaleyi fetih etmemize engel olabilecek hiç bir şey kalmamıştı. Kapının açıldığını gören savaşçılarım zafer naraları atarak ilerlemeye başladılar. Artık intikam zamanıydı... Manevi babam Semohaha ve Ogalook'u öldüren subay atı üzerinde kılıcıyla bana doğru hücuma kalkmıştı. Savaş baltam son sözü söylerken içimde yanan bir kızılderili ağıtı manevi babama göklerdeki yeşil çayırlarda özgürce av kovalayabileceğini ve intikamının alındığını haykırıyordu. Kaleyi terk etmeden evvel tüm askerlerin öldüğüne emin olmak istemiştim. Avlunun ortasındaki kulübenin kapısını bir tekmede kırmıştım. Korkunç ve intikam dolu naramla içeri girdiğimde korkudan dehşete düşmüş bir kadına ve kız çocuğuna rastladım... Tam onlara doğru ilerlerken duvardaki aynada kendi aksimi gördüm ...
Yıllardır ilk defa kendimi aynada görüyordum. Ben kim olmuştum? Bir medeniyetten geliyordum, halbuki şimdi bir vahşi olmuştum... Herkesi öldürebilirdim... Durumun tehlikesini birden anladım ve daha fazla kıyıma neden olmamak için adamlarım üzerinde hemen otorite kurdum . Kaleyi almıştık ve artık köyümüze dönmeliydik. Kızılderili kardeşlerimi terk ettim. Kurtardığım kadın Connoly adında bir avukatın karısıydı. Amerikanın en vatansever kişisiydi, zaten İngilizler de bunun için karısını ve çocuğunu kaçırmışlardı. O gün o aynayı fark etmemiş olsaydım belki de gözümü kaplayan intikam hırsıyla o zavallı kadını ve çocuğu öldürecektim. Beni kendimle yüz yüze getiren o anı hatırladıkça böyle bir katliamı yapmamış olduğuma binlerce kez şükür ediyorum. İntikam ne sebeplere dayanırsa dayansın masumların şiddete uğramaması gerekir. Birkaç ay sonra bir ormana geldim. Burada vatanseverler toplanmıştı. Karısı ve kızını karşısında gören avukat Howard Connoly yaşadıklarına inanamıyordu, bana nasıl teşekkür edeceğini bilemiyordu. Birlikte geçirdiğimiz birkaç saat zarfında Connoly'ye yaşam öykümü anlattım. Beni büyük bir sabır ve ilgiyle dinledi. Adalet ve hürriyet ikimizin de ortak tutkusuydu. Connoly bana yıllardır İngilizlerin yaptığı haksızlıkları ve işkenceleri anlattı daha sonra. O da avcıları ve özgürlük tutkunlarını bir şekilde örgütleyerek bir direnişi, özgür bir Amerika'nın temellerini atmaya çalışıyordu. Onun fikirlerini anlamaya başladığımda aslında beni ikna etmesi için fazla çabalamasına gerek de kalmamıştı. O zaten yıllardır peşinde koştuğum özgür ülkeyi yaratmaya çalışıyordu. Birbirini anlayan ve destekleyen iki insan olarak Connoly bana avcıların başı olup olamayacağımı sorduğunda bu büyük sorumluluğu üstlenmekten büyük zevk alacağımı söyledim. İşte böyle dostlar ben Yannick Leroc yani Çelik Blek böyle avcıların lideri oldum. Hayatım boyunca özgürlüğe ve adalete inandım, ölene kadar da inanmaya devam edeceğim.
Yaşasın özgür ülkem! Yaşasın adalet!...
Yılların gerisinden seslenen eski dostlar...
Gördüm ki, gittigidiyor.com’da illüstratör Arslan’ın, bazı çizgi romanların Türkiye yayınları için çizdiği kapakların orijinalleri satışa çıkarılmış. İçimden yine bir “Hey gidi günler!†diyerek neleri hatırladım.
Teksas
Çelik Blek ve arkadaşları Profesör Oklitus ile Rodi, zalim kırmızı urbalılara, yani İngilizler’e karşı Amerika’nın bağımsızlığını savunuyorlardı. Karşı konulmaz gücünü haklıdan yana kullanmak ve yüksek ahlak ne demek Çelik Blek’ten öğrendik biz. Bilimin önemini Profesör Oklitus’la, gençliğin neleri başarabileceğini Rodi’yle kavradık. Evet, gözümüze kestirdiğimiz okul arkadaşlarımızı bazan İngiliz vali veya kötü Kızılderili reisi yerine koyup hırpaladığımız olmuyor değildi. Yumruğu vurduğumuzda minik İngiliz valinin niye pencereden uçmadığına akıl da erdiremiyorduk. Yoksa biz Çelik Blek kadar güçlü değil miydik?
Tom Miks
Henüz on beş yaşındaydı ve yörede ondan hızlı silah çeken yoktu. Alkol ve tütün kullanmaz, sadece süt ve limonata içerdi. Kızlar karşısında bizim gibi utangaçtı. Suzi’yi görünce yüzü kızarıverirdi. Ama kötüler karşısında bir arslan kesilir, yumruklarını konuşturur, hiçbir kavgadan mağlup çıkmazdı. Alkol ve tütün kullanmadan da kahraman olunabileceğini ondan öğrendik. Bir kahramanın kızlar karşısında heyecanlanabileceğini de... (Gülmeyin, o zamanlar heyecanlanılırdı işte!) Her ne kadar çoğu zaman ayyaş olsalar da, arkadaşları Doktor Sallaso ve Konyakçı’dan da dostluk dersleri alırdık.
Zagor
Baltalı ilah! Çevikliği, atletik yapısı, ustaca kullandığı baltası, kendine özgü giysisi ve şişko arkadaşı Çiko’yla Darkwood ormanının düzeni ondan sorulurdu. Barışı ve düzeni bozanı da acayip bozardı. “Ahhhhaaaaakkkk!†diye haykırdığında tüm orman esas duruşa geçerdi. Düzen için tanrısal bir güce ihtiyaç olduğu fikri ne derece doğruydu bilemem, ama Zagor bize bunu aşılıyordu.
Elime geçtiğinde yine okuyorum, inanır mısınız? Ve görüyorum ki okumadığım hiçbir macera kalmamış. Tom Braks, Kinowa, Kaptan Swing, Mandrake, Teks, Mister No... Hepsinden neler neler öğrendik. Abimiz, babamız, hocamız, kardeşimizdi onlar. Kişiliğimizin şekillenmesinde ciddi katkıları olmuştur mutlaka...
Onun için biz böyleyiz!
Gönderen A. Selim Tuncer
Vatansever "Sarı Kurt"
Teksas'ın öyküsü daha da ilginç...
Müptelaları onun değişmez arkadaşları Profesör Oklitus ve Rodi'yi anımsayacaklardır.
Meğer Teksas'ı doğuran Rodi imiş.
Tommiks çok başarılı olunca bizim İtalyan çizerler 1953'te "Küçük Avcı" diye yeni bir kahraman yaratmışlar.
"Küçük Avcı", Teksas'ın Rodi'si imiş.
"Black" ise maceralarında ona yardım eden
50 yaşlarında, esmer bir avcı...
Sonradan 1954'te esmer "Black"in saçlarını sarıya boyamışlar. İri yarı, güçlü kaslı, yakışıklı bir avcıya dönüştürmüşler ve başrolü ona verip Rodi'yi asistan yapmışlar.
"İl Grande Blek" (yani "Koca Blek") böyle doğmuş.
Bir yıl geçmeden Türkiye'de fark edilmiş.
İlk deneme yine Ceylan dergisinde olmuş.
Blek, orada "Sarı Kurt" adıyla yayımlanmış.
İlgi görünce, 1 Kasım 1956'da, bu kez "Teksas" adıyla piyasaya sürülmüş. Ve 60-70 binlik satış rakamlarına ulaşmış.
Sonraki Teksaslılarla, JR'larla, Bush'larla karşılaştırınca Çelik Blek de hem yiğit hem namuslu bir avcıydı.
Bizon eti ve turta sever, çıplak ten üzerine kürk giyerdi.
Hem Rodi'ye babalık hem "kurtları"na önderlik eder, bilgeliğe kıymet verir, şişman Profesör'ü hiç yanından ayırmazdı.
Ülkesini işgal eden "kırmızı urbalılar"a vurdu mu "Smack" diye kemik kırardı.
Yıllar sonra "kırmızı urbalılar"ı Londra'da tören kıtasında gördüğümde anımsamıştım "vatansever" Çelik Blek'i...
Onun "düşünce balonları", bize okuma yazma öğretirken belki işgalciye direnmeyi de aşılamıştı.
Çelik Blek yaşasa bugün kendi işgalci askerleriyle de dövüşür müydü acaba? Can Dündar'dan.
ZAMANGEZGİNİ
BAYHUN ÖNTÜRK
Tarama benim değildir,tarayan arkadaşa çok teşekkür ederim. Ben sadece düzenledim. Boyutunu da yarı yarıya küçülttüm. İyi okumalar dilerim.
Avcıların lideri
Çelik Blek/Teksas... Ormanın efendisi... Avcıların lideri... Güçlü vücudu, kürk yeleği, kunduz postundan başlığı ile sembolleşen efsane kahraman...Çelik Blek, ülkesinin topraklarını düşman işgalinden kurtarmak için amansız bir savaşın içine dalmış ömürünü bağımsızlık mücadelesine adamıştır. Birliğinin adı ise "Vatanseverler"dir. Halk arasında "Avcı" diye bilinirler. İngiliz askerlerinden, kendi deyişiyle "Kırmızı Ceketler"den temizlenmektedir.Bu uğurda neleri göze almazlar ki... Avcıların her biri ayrı bir kahraman, usta bir savaşçı, attığını vuran keskin nişancı ve gözüpek insanlardır. Arkadaşlarının darda olduğunu hissettikleri anda her şeyleriyle yardıma koşarlar. Çelik Blek ise onların lideridir. İnsan üstü bir kuvvete ve zekâya sahiptir. Arkadaşları ve Vatanseverler ona kısaca "Blek" derler. Blek, yalnız İngilizlerin hışmına uğrayanların değil, zorda kalan herkesin yardımına koşar; onlar için hayatını hiçe sayar. Adı kısa sürede her tarafa yayılmış ve bir efsane olmuştur. Kendisi ile başa çıkamayan İngiliz askerleri onun hem dirisine, hem de ölüsüne ayrı ödül koymuşlardır.En yakın dostları Profesör Öklitus ve Rodi'dir. Profesör'ün dahice planları vardır. O bir Bilimadamıdır. Rodi ise Blek'in oğlu gibidir. Bu sempatik genç çocukla Profesör hep vatanseverler için çalışırlar. Karınlarını doyurabilecek zaman bulduklarında çok mutlu olurlar. Özellikle kızarmış but ve turtaya bayılırlar.
Fazla okumak istemeyenler için önce linkleri vereyim:
Çelik Blek Teksas Hoz Comics! Sayı 39 - 03 Savaş Okulu 42 mb CBR:
Ziyaretçiler için gizlenmiş link,görmek için
Giriş yap veya üye ol.
Çelik Blek Teksas Hoz Comics! Sayı 39 - 03 Savaş Okulu 42 mb CBR:
Ziyaretçiler için gizlenmiş link,görmek için
Giriş yap veya üye ol.
BENİM ADIM BLEK
Benim Adım Blek! Beni yıllar boyunca avcıların dürüst lideri ve özgürlük savaşçısı Çelik Blek olarak tanıdınız. Ama benim de geçmişim, bir adım, ailem, benim de bir hikayem var. Bugün benden gerçek ismim olan Yannick Leroc'un hikayesini dinleyeceksiniz... Kasım 1749'da Saint Malo isimli liman şehrinde doğdum. Babam Leroc haritacıydı ve dükkanı da Rue De Rohan'daydı. Namuslu ve saygıdeğer birisiydi. Annemi bir köşede iplik eğirirken hatırlıyorum hala. Babamsa hem haritalar çizer, hem de cesur insanların hikayelerini anlatırdı. Zavallı babacığım derslere olan ilgisizliğimden dolayı ve benim için hep kaygılanırdı. Annemse iyi bir çocuk oluşumla teselli bulur ama saatlerce denize bakıp al kurmama üzülürdü. Bense o yaşlarda denize açılan gemilere büyük hevesle bakar zamanı gelince dünyayı dolaşmak istediğimi düşünürdüm. Adalate ve özgürlüğe olan tutkum daha o yaşlarda başlamıştı. Hatırlıyorum da başımı ilk kez bu yüzden derde sokmuştum. O gün okulu asıp arkadaşım Pirouet'yi görmeye gidiyordum. Onu yolda nefes nefese ve endişeli görünce ne olduğunu sormuştum. Kralın askerleri arkadaşımın yoksul annesini vergisini ödeyemediği için tutuklayıp hapse atmaya çalışıyorlardı. Çok öfkelenmiştim, yoksul bir insana bu yapılmamalıydı. Pirouet'nin bana "Dur seni de tutuklarlar" diye bağırmasına aldırmadan ayakkabımı bir kuş sapanı gibi kullanmış ve o kalleş memurlardan birisini yere indirmiştim bile... Diğeri tabancasına davrandığında karnına yediği kafa ile çoktan iki büklüm olmuştu... Yarı boylarına gelen bir çocuğun yetişkin bir insan gücüne sahip olması karşısında afallayan askerler o an için gururu bir yana bırakıp tabanları yağlamışlardı ama tabi bunun ertesi günü de olacaktı... Doğal olarak ertesi gün kralın askerleri asiliğimden ötürü beni tutuklamak için evime gelmişti. Tutuklanmak değil ama annemin gözyaşları beni çok üzmüştü o gün... Biraz sonra Saint Malo Hapishanesinde babama cezamı bildiriyorlardı. Babam saygıdeğer bir insan olduğu için hapis yatmayacaktım ama babamın gözleri önünde 20 kırbaç ile cezalandırılacaktım... Karanlık bir hücrede cezam infaz edilirken sırtıma inen her kırbaçta sessizliğimi muhafaza etmeyi başarmış ve o gün babamın saygısını kazanmıştım... Eve döndüğümüzde zavallı babam tembelliklerime eklenen bu olaydan sonra beni cezalandırmaya karar verdi ve o günden itibaren Balıkçı Kernann'ın yanında çalışacağımı söyledi bana.
İçimden binlerce teşekkür sıralıyordum babama. Ah sevgili babacığım acaba o gün beni cezalandırmaya çalışırken ne kadar mutlu ettiğini tahmin edebilir miydin? Artık gemide çalışmaya başlamıştım ve ailem artık beni merak etmek zorunda kalmıyordu. Bense açık hava ve denizin tadını sonuna dek çıkartıyordum. Tayfalar arasında en çalışkan olanlardan birisiydim, kısa sürede kaptanın gözüne girmiştim. Hatta bir gün ağır dümenin altında boynu sıkışan Biocomo'yu atik davranarak kurtarışım gemideki tüm arkadaşlarımın güvenini ve saygısını kazanmamı sağlamıştı. Artık çevikliğim ve gücüm tüm arkadaşlarımın dilindeydi ama ben bütün bu övgüleri tevazuyla dinliyor, şımarmadan işimi olabildiğince iyi yapmaya gayret ediyordum. Okyanus hayatı bana göreydi, her şey basitti ama adalet vardı... Açık denizlerde geçen iki yılın ardından bir gün büyük bir fırtınaya yakalanmıştık. Direğin kırılmasıyla kaçınılmaz son belirlenmiş ve gemimiz batmaya başlamıştı. Kaptan Kernann suya düşerken başına çarpan kalas bayılmasına sebep olmuştu. Bana adeta bir baba gibi kucak açmış bu yiğit insanı ölmeye bırakamazdım ve suya peşi sıra atlayıp ona ulaştım. Şans eseri geminin adının yazılı olduğu devasa levha tam yanı başımıza düşmüştü ve onu bir sal gibi kullanarak saatler boyu bir taraftan baygın Kaptan Kernann'i tutmayı başarmış bir taraftan da fırtınaya direnmiştim. İki gün iki gece insanüstü bir gayretle Kemann'in başını su üstünde tuttuktan sonra bir gemiye rastladık. Bir hafta sonra Kernann hayatını kurtarışımı bana evinde verdiği 5 altınla ödüllendirdi. O zamanlarda 5 altın gerçek bir servet demekti... Bu hayatımın en büyük hayal kırıklığıydı çünkü babam bu parayı çaldığımı düşündü ve açıklamamı dinlemeksizin parayı aldığım yere iade etmemi söyledi.
Bundan sonraki günlerimin maalesef çok parlak geçtiğini söyleyemem. Babamın sebep olduğu hayal kırıklığından sonra kendimi Kernann'ın olduğu meyhaneye attım. O ise aynı esnada benim onu kurtarışımı anlatıyordu. Yaşıma bakan birkaç serserinin Kemann'ı yalancılıkla suçlaması üzerine çıkan kavgada soluğu hapishanede aldım. Hiç uğruda 6 aylık bir mahkumiyet beni bekliyordu İçeri düştüğümde ilk tanıştığım ve arkadaşım olan zavallı dostum Giuliano Di Bretgny oldu. Krala ait bir yazı yazmış olduğu için 2 yıldır çürüyordu zavallı ve sadist gardiyan da her gün ona işkence ediyordu. Bunca haksızlığı gördükçe içimde ve damarlarımdaki özgürlük ateşi gittikçe artıyordu ve en sonunda sabrım taşıp da zalim gardiyanı pataklayınca 6 aylık cezama taş ocaklarında geçecek 2 sene daha eklenmiş oldu. Zavallı Guiliano çok hastaydı ve gardiyanlar da her zaman onu dövmek için bahane arıyordu. Onu kollamak benim için çok zor oluyordu ama çoğunlukla onun işlerini de yaparak dostumu işkencelerden kurtarıyordum. Yiyecek taşıyan gemi ile bir kaçma planı yapmıştık ve her gün zincirimizi biraz örseleyerek firar gününe dek gerekli hazırlığı yaptık. Her hafta 10 mahkum gemiyi boşaltma işini yapıyordu ve şua bize gelmişti. Kaçabilmek için tek şansımız buydu ve ne pahasına olursa olsun denemeliydik. Nihayet beklenen gün gelip çatmıştı. Yükleri boşalttığımız sırada zaten incelmiş olan zincirimizi koparttık ve denize attığımız filikayla gemiden hızlıca uzaklaşmaya başladık. Askerler gecenin karanlığında bize ateş etmelerine rağmen isabet ettirememişlerdi ve menzilden çıkmak üzereydik. İşte tam bu esnada talihsiz dostum Giuliano sırtına aldığı kurşunla yaralandı. Yaralı dostum kürek çekemeyecek duruma düşmüştü ama buna rağmen özgürlükle aramızdaki tek engel de kalkıyordu. Küreklere öylesine vahşi bir güç ve öfkeyle asılmıştım ki gemi bize yetişemiyordu. . Karaya yaklaştığımızda aniden geminin bizi takip etmeye devam ettiğini fark ettim. Fakat akıllıca manevram onların sonunu hazırlarken bizi de özgürlüğe doğru götürüyordu. Ben kayaların arasından sandalımla güç bela geçmeyi başarmıştım ama onlar koca gemiyi geçirmeyi başaramamış ve kayalara bindirmişlerdi. Yaralı dostumu kucaklayıp karaya çıktığımda kurtulduğumuzu haykırıyordum ama talihsiz dostum tüm gücünü tüketmişti. Tek tesellisi özgür olarak ölmüş olmaktı...
Zavallı dostum için artık yapılabilecek hiçbirşey kalmamıştı. Onu kurtulduğumuz kumsala gömdüm ve üzüntü içinde zincirlerimden kurtulmak üzere Charente Köyü'ne doğru ilerlemeye başladım. Tek amacım iyi niyetli bir demirci bulup ondan yardım almaktı ama şansım gene yaver gitmedi. İkiyüzlü demirci zincirlerimi çözerken karısı da kralın askerlerini çağırıp ödül parasına konmak istemişti. Neyse ki askerler geldiğinde zincirlerimden kurtulmuştum. Demircinin örsünü silah olarak kullanıp askerleri yerle bir etmiştim. Daha sonra da demirciye gereken dersini verip askerlerden birinin atıyla hızla kaçtım. 2 gün sonra Saint Malo'da her duvarda benim aranıyor ilanım vardı. Zor bela evime vardığımda beni çok kötü bir sürpriz bekliyordu. Evimizin kapısında matem işareti vardı. Az ileride babam siyahlar içinde mezarlıktan dönüyordu. O an acı gerçeğin farkına varmıştım. Artık annem yoktu... Mezarın başına geleceğimi hesap eden askerler beni tutukladılar. Şafak sökerken askerler eşliğinde mezarlığı terk ediyordum. Tam bu sırada beni götüren askerlerin üzerine yukarıdan çarşaflar düşmeye başladı. Kafamı kaldırdığımda çocukluk arkadaşım Pirouet'nin kaçmama yardım ettiğini gördüm. Onun sayesinde bir kez daha askerlerde kaçmayı başarmıştım... Bir hafta sonra Brest'te bir meydanda yürürken gemisine tayfa toplamaya çalışan bir çığırtkan duydum. Duyuruya göre gemiye katılanların tüm suçlan da siliniyordu. Geminin kaptanı da çığırtkanın hemen yanı başındaydı. Onlara doğru yöneldiğimde beni fark eden askerlerin çığlıklarını duydum. Tereddüt etmeden kaptanın önündeki formu imzalayarak beni o an için askerlerin elinden kurtaran bir anlaşmaya imza atmıştım ama kime ve neye hizmet edeceğimi bilmeksizin atılmış bir imzaydı bu... Askerler yasa gereği bana dokunamamıştı ama gemisine katıldığım Deri Göz'ü görünce bana ellerine geçmediğim için acıyarak bakmışlardı... Deri Göz'ün yaveri Tavuk Bacak lakaplı bir adamdı. Pısırık, itaatkar ama gayretkeş biriydi. Ona nedense içim ısınmıştı.
Porqual gemisinde yeni bir hayata başlıyordum. 2 hafta sonra Antil'lerde Granada isimli köle gemisine rastladık. Gemiyi 1 saat içinde ele geçirdik ve mürettebatı ceza olsun diye denize döktük. Zenci köleleri kurtarmış olmak beni çok mutlu etmişti ve kaptanım Deri Göz'ü de bu hareketinden ötürü sevmeye başlamıştım. New Orieans'a vardığımızda bize sabaha dek izin vermişlerdi. Arkadaşlarla hep beraber bir meyhanede hem içiyor hem de eğleniyorduk. Daha sonra Tavuk Bacak'la birlikte gittiğimiz lüks bir lokantada bir iş görüşmesinde olan Deri Göz'le karşılaştık. Deri Göz zenci köleler için bir zenginle pazarlığa oturmuştu. Köleleri özgürlüğe kavuşturduğunu sandığım patronum iğrenç bir köle tüccarı çıkmıştı.. Deri Göz'e görünmeden lokantadan ayrıldık ama gerçek karşısında yıkılmıştım. Sonuçta pis bir köle tüccarına, bir korsana hizmet ediyordum... Gemimiz yola devam ettikten birkaç gün sonra Barbados adalarına geldik. Şeker kamışı almaya geldiğimizi zanneden Köylülere top ateşiyle yanıt verdik. Bu son katliam bardağı taşıran damla olmuştu bende. Birden Deri Göz'ün yakasına yapıştım ama tek başına fazla şansım yoktu. Zavallı köylülerin her şeyi yakılıp yıkılmış ve yağmalanmıştı... Yağma bittikten sonra deri Göz'e içimdeki bütün kini kusmaya başladım. Sonuç tahmin edeceğiniz gibi idam edilmeme karar verilmesiydi. Ellerim ve kollarım bağlı vaziyette bir rampanın ucunda köpek balıklarına itilmeyi bekliyordum. Ama Tavuk Bacak bir türlü son hareketi yapmıyordu. Ellerimin arasına bir şey sıkıştırdığını fark ettikten sonra beni itemeyeceğini söyledi. Bu hareket karşısında deliren kaptan elindeki kürekle beni aşağı iterken bir taraftan da Tavuk Bacak'ı çılgınca azarlıyordu. Suya girdiğimde Tavuk Bacak'ın ellerime sıkıştırdığı şeyin bir bıçak olduğunu fark ettim. Köpekbalıkları bana ulaşmadan hızlıca bağlarımı kestim ve karşıma ilk gelen köpek balığının karnını boydan boya yardım. Diğer balıkların ona üşüşmesini fırsat bilip kimseye görünmeden gemiye tekrar çıkmayı başardım. Ertesi sabah şafakta Tavuk Bacak kamçılanmak üzere direğe bağlanmıştı ve tüm tayfanın bunu onaylamadığı yüzlerinden okunuyordu. Bir tarafta zalim kaptanları Deri Göz'den duyulan korku, diğer taraftansa sevilen ve iyi çalışan bir yaverin uğradığı haksızlık tayfayı büyük bir ikileme düşürmüştü. Ne olursa olsun, Tavuk Bacak kendisine verilen emri yerine getirmemişti ve bunun da cezası kırbaçlanmaktı... Artık ortaya çıkmanın zamanı gelmişti. Beni kurtaran Tavuk Bacak kırbaçlanmadan ben de onu kurtarmalıydım. Gemiye gizlice tırmandıktan sonra geceyi gözetleme direğinde geçirmiştim. Tüm olan biteni bulunduğum yerden rahatça gözlüyordum. Elimdeki bıçağı güvertenin ortasına fırlattığımda kafasını kaldıran herkes dün köpek balıklarına yem olmuş birini görmenin şokunu yaşadı. Buna en çok şaşıran da doğal olarak Deri Göz'dü... Ona meydan okumam Deri Göz'ü büsbütün delirtmişti. Bir çırpıda halatları tırmanıp yanıma gelmişti ve enli kılıcını gelişigüzel savuruyordu. Son savurduğu kılıç darbesi halatları tutan palangayı serbest bırakmıştı. Adil bir dövüşle beni yenemeyeceğini anlayan Deri Göz palanganın ucunu suratıma fırlatarak dengemi yitirmemi sağladı ve zor bela tutunduğum yelken direğinden beni atmaya çalışırken kaderin bir cilvesiyle fırlatmış olduğu palanga suratına geri döndü, acı içinde köpek balıklarıyla dolu suya düştü. Bir anda sonuca sevinen tayfa etrafımızı çevrelemişti. Tavuk Bacak'ın yeni kaptan olmasını önermeme rağmen o benim başa geçmemi istedi. Böylece Porqual'ın kaptanı olmuştum. O günden sonra gemimle zavallı insanlara yardım etmek için denizleri dolaştık durduk. Zenci taşıyan korsan gemileriyle ve İngiliz gemileriyle yıllar yılı Fransa adına savaştık. Fransa adına yaptıklarımız politikacılar tarafından da görülüyor ve ilgiyle karşılanıyordu...
Çok sonraları Brest'te, Fransa'ya ganimet olarak getirdiğim "King Crovvn" gemisi donanma amiralleri ve Suffolk Dükü tarafından büyük bir heyecanla karşılanmıştı. Bu onlar için tarihe geçecek bir ganimetti ve İngilizlere indirilmiş büyük bir darbeydi. 17 İngiliz gemisini mahvetmiş, Prince Limanı;nı ele geçirmiş ve Martiniğin korumasını üstlenmiştim. O dönemin valisi beni çağırarak Kralın özel bir görüşme ve ödüllendirme yapacağını bildirdi bana. 3 gün sonra Versay Sarayı'na doğru ilerlerken hala yaşadıklarıma inanamıyordum fakat Bay Bougavilfe okyanuslardaki köpek balıklarının saraydakilerden daha insaflı ve iyi niyetli olduğunu söylediğinde nasıl bir dünyaya doğru adım attığımı anlamaya başladım. Size birşey diyeyim mi? Görkem, para ve güç tüm insanları kendisine hayran bırakır ama aslında bunlar içi boş insanların işi. Devasa avizelerin pırıltısı okyanusun yakamozlarıyla kıyaslanabilir mi? Sabah nemiyle ıslanan toprağın kokusu süslü kadınların parfüm kokusunun yanında ne kadar da saf ve güzel... İşte o gün sarayın ve şatafatlı unvanların bana göre olmadığını anladım... Kapıdaki tanıtma faslından sonra içeri doğru ilerlediğimde ne kadar da bana aykırı bir dünyaya doğru adım attığımı daha iyi anladım. Üstümdeki soytarı kıyafetlerine ve basımdaki aptal peruğa rağmen o züppelerin arasında çok sırıtmıştım ve insanlar bana adi ve kaba bir vahşi gözüyle bakıyorlardı. Düşünceleri yüzlerine yansıyordu... Tanıştırma faslı tüm hızıyla sürerken kadınların ilgisini çektiğimi de farkettim. Aslında tüm bunlar içinde bulunduğum ortamdan biraz daha fazla tiksinmeme sebep oldu. Bir kasabada genç bir kız eğer bir oğlandan hoşlanırsa bunu bakışlarına, tavırlarına yansıtır ve aşkına karşılık bulmaya çalışırdı. Ama asla kendini bir sokak kadını durumuna düşürmezdi. Oysa bu sözde asiller ihtişamlı elbiselerin içlerinde etrafa caka satarlarken bir erkeğe olan duygularını belirtmekte sergiledikleri bayağılıkla saygımı tamamen yitirmişlerdi. Bir an evvel kendimi bu saçma ortamın dışına atabilmek için beklerken düşüncelerimi perçinleyen son bir olay daha oldu. Kralın gözdesi olan Kontes Dubarry salona girmişti. Herkes saygılı ve endişeli gözlerle kontese yol açıyor, neredeyse yerleri öpecek kadar abartılı bir şekilde iki büklüm olarak selam veriyordu. Bense salonun ortasında dimdik durarak ne yapmam gerektiğine karar vermeye çalışıyordum... Ve az sonra beklenen kıyamet kopacaktı. Züppe Kontes akşama beni odasına davet ediyordu. Ona Kralın şerefiyle oynadığını hatırlatıp reddettiğimde öfkeden deliye dönmüştü ve yelpazesini yüzüme çarparak beni kendi yöntemlerince aşağılamıştı. Ben bu saçma harekete bir anlam vermeye çalışırken züppelerden birisinin kaşıntısı gelmiş olacak ki elindeki mendili yüzüme vurup beni yarın sabah şafakta çayırda düelloya davet etti. Benim yanıtım ise kısa ve öz oldu. "Neden yarın sabaha kadar bekleyeceksiniz?' dedim ve yumruğu suratına indirdim. Züppe ziyafet masasının bir ucundan diğer ucuna dek sürüklenerek masa üzerinde ne var ne yok devirmişti. Bay Bougaville bana iki korkunç düşman edindiğimi fısıldarken salona Kralın gelişiyle herkes toparlanmış ve kapıya dönmüştü. Beni kısaca krala tanıtmalarının ardından hayatımın en saçma ödülünü almıştım. Kralın ordusunda Amiral olmuştum... gemisi olmayan bir amiral... Ayrıca Jusseieh toprakları da bana verilmişti. Artık hem ünvan hem de toprak sahibiydim ama mutsuzdum çünkü sadelikten uzak şatafatlı bir hayatın içinde panayır soytarıları gibi giyinip lüks mekanlarda bohem tartışmalara giriyordum. Cemiyetle ilgili bazı önemli görevlerim olduğundan devamlı Madam Geofri'nin köşküne davet ediliyordum. Bu davetlerde konuştuğu konular hakkında hiçbir fikri olmayan asillerin ahkam keşişlerini dinledim haftalarca. Ama bir gün bardağı taşıran bir damla oldu ve sessizliğimi daha fazla muhafaza edemedim, özgürlük ve adalet hukuku üzerine konuşuluyor. Oysa özgürlükten bahseden bu züppeler hayatlarında bir kez bile hapse düşmemişler, hapishanelerde yaşanan haksızlıklardan ve sadist gardiyanlardan habersizdiler... İşte bu konuşma sonunda dayanamayıp hapishanelerde yaşanan adaletsizliklerden bahsedince karşı tezimi kişisel alan Markiz Perdelet beni şafakta düelloya davet etti. Tahrik edilen ilk ben olduğum için tetiği ilk çekme hakkı da bana verilmişti. Ama ben sadece bir düelloyu kazanmak değil aynı zamanda bu asil geçinen soytarıları gülünç duruma düşürmek istiyordum. Elimde silah 1 dakika boyunca ateş etmeden, paralize olmuş gibi öylece bekledim. Ateş hakkımı kullanmayışım üzerine hakem sırayı Markiz'e verdi. Gergin bekleyiş sonucunda sinirleri gevşemiş olan Markiz'in kurşunu anlımı sıyırıp geçmiş ana beni öldürecek yarayı açamamıştı. Bundan sonra silahımın horozunu kaldırdım ve 3 dakika boyunca nişan almış bir vaziyette öylece beklemeye başladım. Ecel korkusuyla arkasındaki ağaca yapışan Markiz az sonra kendisini öldürmemem için yalvarmaya başlamıştı, yere sıktığım kurşunun sesi ise onu korkudan bayıltmaya yetmiş de artmıştı bile. Aldığı yara basit bir sıyrıktı ve zaten de amacım öldürmek değildi. Kendine çok güvenen bu sözde asillerin korku karşısında ne hale gelebildikerini göstererek bir yerde intikamımı almıştım ve kendi öz benliğimi onlara kabul ettiremesem de kim ve ne olduğumu artık ortaya koymaya başlamıştım. Ama gerçek olan bir şey varsa o da bu insanların arasında yerim olmadığıydı. Ben saf ve temiz olanı seviyordum, onlarsa tepeden tırnağa çamura bulanmışlardı... Artık kaderim çizilmişti. İçimdeki özgürlük tutkusu beni buralardan gitmeye ve kaderimi aramaya itiyordu. Söylemlerim ve Perdelet'i gülünç duruma düşürmem nedeniyle aynı gün hakim Bastil'e hapsedilmem için gerekli emri vermişti.
Ama ben o sırada Saint Malo'da babamı kucaklıyordum. Yıllardır tasarladığı planını bana anlattı o gün babacığım. Asya'ya gitmek için Magellan'ın rotasını kullanmak lazımdı. Biz kuzeydoğuya giderek Amerika'ya ulaşacaktık. Böyle bir yolculuk için gerekli parayı bulmaya kalıyordu bütün mesele ve işte babam o sırada bana hayatımın sürprizini yaptı. Beni oğlu gibi seven Kernann ölmeden tüm servetini bana bağışlamıştı ve bir sandık dolusu paramız vardı. Gemimize annemin ve-sevgili Kernann'ın ismini verdik. Askerle beni tutuklamaya geldiklerinde gemimiz çoktan açılmıştı bile. Böylece zalim Kralın askerlerine bir çelme daha takmış olarak açık denizlere doğru yol almaya başlamıştık. Zavallı dostum Giuliano firar ettiğimiz gece son nefesini vermeden evvel bana "İstikbal Amerika'da" demişti. Yıllar yılı o son sözleri kulaklarımdan gitmemişti. İşte Amerika'ya doğru gitmek üzere denize açıldığımız o ilk gün aklıma zavallı dostum gelmişti. Toprağın bol olsun Giuliano, huzur içinde uyu, seninle bulamadığımız ama aramaktan vazgeçmediğimiz özgürlüğü aramaya gidiyorum ... Amerika'ya !... Bir ay boyunca denizde yol almıştık ve kara görünmüştü. Buz dağlarına karşı dikkatli olmak zorundaydık . Kuzeye doğru ilerledikçe artan sis yüzünde rotamızı değiştirmek zorunda kaldık. Kader bize kötü bir oyun oynadı ve haritada görünmeyen bir adaya doğru yaklaşırken karanlık yüzünden kayalara bindirdik. Batan gemimizden kaçarken babamı yakalamayı başarmış ve onu kıyıya kadar sürükleyebilmiştim ama babacığımın yaşlı kalbi bundan daha fazlasına dayanamamıştı, o kollarımda son nefesini verdi... Çıktığım adanın en yüksek yerine gömdüm onu ve hatırasının canlı kalması için o adaya Leroc ismini verdim. Gemiden arta kalanlarla yaptığım uyduruk sal rüzgarın da yardımıyla beni güneye doğru sürüklüyordu.. Kara görünmüştü ama akıntılı denizde nasıl oraya ulaşacağımı bilemiyordum. Tam bu sırada uyduruk salım ayı balıkları tarafından paramparça edildi. Son gücümle bu devasa hayvanlarla çarpışmaya başladım. Umudumu yitirmek üzereyken imdadıma eskimolar yetişti. Beni kanolarına alarak köylerine götürdüler. Böylece benim için barış dolu günler başlamıştı artık... Birgün güneye gitmeye karar verdim, bana bir kayak, yiyecek ve ikram olarak Ogalook isimli Eskimolu bir kadın verdiler.
Güneye doğru indiğimizde Hudson kıyılarında kızılderililer vardı. Gonchini ve Inaskatis'ler. Bir gece kamp yaptığımız yerde kızılderililer uyuduğum yerden beni oklayarak Ogalook'u kaçırmışlardı. Yaramı temizleyip Ogalook'u takip etmeye başladım. Ogalook'u kadınım olarak seçmemiştim fakat reddetseydim hem Eskimo'lu dostlarımı aşağılamış olacaktım hem de Ogalook'u çok üzecektim. Ama ne olursa olsun onu kızılderililerin merhametine de bırakamazdım. İzleri takip ederken ben de kızılderililerin eline düştüm ve kendimi işkence direğine bağlanmış olarak buldum. Yolun sonuna gelmiştim artık. Özgürlük bulmak için geldiğim bu kıtada son nefesimi vermek üzereydim. Yiğit bir erkek olarak ölümü karşılayabilmek için kalbime saplanacak oku geren savaşçının gözlerine korkusuzca baktım. Tam bu anda Ogalook beni bırakmaları halinde kendisini beğenen kızılderili şefiyle evleneceğini söyledi. Sevgili Ogalook beni böylece kurtarırken ben de kızılderili kardeşlerimle barış içinde yaşamaya ve avlanmaya başlamıştım... Büyük şef beni oğlu gibi sevmişti. Beni kendine varis seçmişti ve bunu halkına duyurmaya karar verdi. O gece kardeşlerimin vahşi dansı başladı. Kardeşlik töreni icabı saçlarımdan bir direğe asılmıştım ve vücudum çeşitli yerlerinden kesilerek kardeşlik töreni için gerekli kanın akması sağlanıyordu. Manevi babam kanını benimkiyle karıştırdığında ben de artık onlardan birisi olmuştum. Yıllar geçtikçe İngilizler gittikçe kampımıza yaklaşıyorlardı. Bir gün bir İngiliz kumandanı benim kabilemi basmak istedi çünkü savaşçılarımızdan birisi Churcill Kalesi'nden buğday çalmıştı. Zavallı manevi babam İngiliz kumandanına barışsever bir kabile olduğunu anlatmaya çalışırken zalim kumandan elindeki kılıcı babama saplayarak onu öldürmüştü... İngilizler bütün çadırlarımızı yakıp yıkmış, kadın, çocuk demeden gördükleri herkesi öldürmüşlerdi. Yıllar boyu adalete olan özlemim beni bu barışsever kabileye kadar getirmişti ama özgürlük için gene savaşmak zorunda kalmıştım. Kızılderili babamı yitirmenin acısını bir yana bırakıp bu kıyımı yapan kumandanı öldürmeliydim. Az sonra kabilemin yeni reisi olarak savaş boyalarımı sürmeye başlamıştım. Yeni şef bendim ve İngilizlere savaş ilan ediyordum... Buzlar henüz erimemişti, savaşçılarımı Churcill Kalesi'ne doğru yola çıkardım. Kale ileride göründüğünde yakınlarını ve sevdiklerini kaybeden savaşçılarım tüyleri diken diken edecek savaş çığlıklarını ve naralarını atmaya başlamışlardı. İngilizler yaktıkları kıyımı pahalıya ödeyeceklerdi... Kabilemden yeteri kadar insan ölmüştü ve bu kaybı daha fazla arttırmak istemediğimden kaleye direk saldırmak yerine önce alevli oklarımızla yoğun saldırı yaptık, kalelerinin yanması İngilizleri hem moral olarak çökertmişti hem de çıkan yangınlarla boğuşmaktan savaşamaz hale gelmişlerdi. Artık son darbeyi indirmenin zamanı gelmişti... Tüm gücümle kale duvarlarını tırmandım ve içerideki askerlerden yoluma çıkanları etkisiz hale getirdikten sonra kapıya yöneldim. Kapıyı tutan kütük en az 150 kiloydu ama tüm gücümle asılarak onu yerinden kaldırdım ve böylece kale kapılarını sonuna dek açtım. Artık kaleyi fetih etmemize engel olabilecek hiç bir şey kalmamıştı. Kapının açıldığını gören savaşçılarım zafer naraları atarak ilerlemeye başladılar. Artık intikam zamanıydı... Manevi babam Semohaha ve Ogalook'u öldüren subay atı üzerinde kılıcıyla bana doğru hücuma kalkmıştı. Savaş baltam son sözü söylerken içimde yanan bir kızılderili ağıtı manevi babama göklerdeki yeşil çayırlarda özgürce av kovalayabileceğini ve intikamının alındığını haykırıyordu. Kaleyi terk etmeden evvel tüm askerlerin öldüğüne emin olmak istemiştim. Avlunun ortasındaki kulübenin kapısını bir tekmede kırmıştım. Korkunç ve intikam dolu naramla içeri girdiğimde korkudan dehşete düşmüş bir kadına ve kız çocuğuna rastladım... Tam onlara doğru ilerlerken duvardaki aynada kendi aksimi gördüm ...
Yıllardır ilk defa kendimi aynada görüyordum. Ben kim olmuştum? Bir medeniyetten geliyordum, halbuki şimdi bir vahşi olmuştum... Herkesi öldürebilirdim... Durumun tehlikesini birden anladım ve daha fazla kıyıma neden olmamak için adamlarım üzerinde hemen otorite kurdum . Kaleyi almıştık ve artık köyümüze dönmeliydik. Kızılderili kardeşlerimi terk ettim. Kurtardığım kadın Connoly adında bir avukatın karısıydı. Amerikanın en vatansever kişisiydi, zaten İngilizler de bunun için karısını ve çocuğunu kaçırmışlardı. O gün o aynayı fark etmemiş olsaydım belki de gözümü kaplayan intikam hırsıyla o zavallı kadını ve çocuğu öldürecektim. Beni kendimle yüz yüze getiren o anı hatırladıkça böyle bir katliamı yapmamış olduğuma binlerce kez şükür ediyorum. İntikam ne sebeplere dayanırsa dayansın masumların şiddete uğramaması gerekir. Birkaç ay sonra bir ormana geldim. Burada vatanseverler toplanmıştı. Karısı ve kızını karşısında gören avukat Howard Connoly yaşadıklarına inanamıyordu, bana nasıl teşekkür edeceğini bilemiyordu. Birlikte geçirdiğimiz birkaç saat zarfında Connoly'ye yaşam öykümü anlattım. Beni büyük bir sabır ve ilgiyle dinledi. Adalet ve hürriyet ikimizin de ortak tutkusuydu. Connoly bana yıllardır İngilizlerin yaptığı haksızlıkları ve işkenceleri anlattı daha sonra. O da avcıları ve özgürlük tutkunlarını bir şekilde örgütleyerek bir direnişi, özgür bir Amerika'nın temellerini atmaya çalışıyordu. Onun fikirlerini anlamaya başladığımda aslında beni ikna etmesi için fazla çabalamasına gerek de kalmamıştı. O zaten yıllardır peşinde koştuğum özgür ülkeyi yaratmaya çalışıyordu. Birbirini anlayan ve destekleyen iki insan olarak Connoly bana avcıların başı olup olamayacağımı sorduğunda bu büyük sorumluluğu üstlenmekten büyük zevk alacağımı söyledim. İşte böyle dostlar ben Yannick Leroc yani Çelik Blek böyle avcıların lideri oldum. Hayatım boyunca özgürlüğe ve adalete inandım, ölene kadar da inanmaya devam edeceğim.
Yaşasın özgür ülkem! Yaşasın adalet!...
Yılların gerisinden seslenen eski dostlar...
Gördüm ki, gittigidiyor.com’da illüstratör Arslan’ın, bazı çizgi romanların Türkiye yayınları için çizdiği kapakların orijinalleri satışa çıkarılmış. İçimden yine bir “Hey gidi günler!†diyerek neleri hatırladım.
Teksas
Çelik Blek ve arkadaşları Profesör Oklitus ile Rodi, zalim kırmızı urbalılara, yani İngilizler’e karşı Amerika’nın bağımsızlığını savunuyorlardı. Karşı konulmaz gücünü haklıdan yana kullanmak ve yüksek ahlak ne demek Çelik Blek’ten öğrendik biz. Bilimin önemini Profesör Oklitus’la, gençliğin neleri başarabileceğini Rodi’yle kavradık. Evet, gözümüze kestirdiğimiz okul arkadaşlarımızı bazan İngiliz vali veya kötü Kızılderili reisi yerine koyup hırpaladığımız olmuyor değildi. Yumruğu vurduğumuzda minik İngiliz valinin niye pencereden uçmadığına akıl da erdiremiyorduk. Yoksa biz Çelik Blek kadar güçlü değil miydik?
Tom Miks
Henüz on beş yaşındaydı ve yörede ondan hızlı silah çeken yoktu. Alkol ve tütün kullanmaz, sadece süt ve limonata içerdi. Kızlar karşısında bizim gibi utangaçtı. Suzi’yi görünce yüzü kızarıverirdi. Ama kötüler karşısında bir arslan kesilir, yumruklarını konuşturur, hiçbir kavgadan mağlup çıkmazdı. Alkol ve tütün kullanmadan da kahraman olunabileceğini ondan öğrendik. Bir kahramanın kızlar karşısında heyecanlanabileceğini de... (Gülmeyin, o zamanlar heyecanlanılırdı işte!) Her ne kadar çoğu zaman ayyaş olsalar da, arkadaşları Doktor Sallaso ve Konyakçı’dan da dostluk dersleri alırdık.
Zagor
Baltalı ilah! Çevikliği, atletik yapısı, ustaca kullandığı baltası, kendine özgü giysisi ve şişko arkadaşı Çiko’yla Darkwood ormanının düzeni ondan sorulurdu. Barışı ve düzeni bozanı da acayip bozardı. “Ahhhhaaaaakkkk!†diye haykırdığında tüm orman esas duruşa geçerdi. Düzen için tanrısal bir güce ihtiyaç olduğu fikri ne derece doğruydu bilemem, ama Zagor bize bunu aşılıyordu.
Elime geçtiğinde yine okuyorum, inanır mısınız? Ve görüyorum ki okumadığım hiçbir macera kalmamış. Tom Braks, Kinowa, Kaptan Swing, Mandrake, Teks, Mister No... Hepsinden neler neler öğrendik. Abimiz, babamız, hocamız, kardeşimizdi onlar. Kişiliğimizin şekillenmesinde ciddi katkıları olmuştur mutlaka...
Onun için biz böyleyiz!
Gönderen A. Selim Tuncer
Vatansever "Sarı Kurt"
Teksas'ın öyküsü daha da ilginç...
Müptelaları onun değişmez arkadaşları Profesör Oklitus ve Rodi'yi anımsayacaklardır.
Meğer Teksas'ı doğuran Rodi imiş.
Tommiks çok başarılı olunca bizim İtalyan çizerler 1953'te "Küçük Avcı" diye yeni bir kahraman yaratmışlar.
"Küçük Avcı", Teksas'ın Rodi'si imiş.
"Black" ise maceralarında ona yardım eden
50 yaşlarında, esmer bir avcı...
Sonradan 1954'te esmer "Black"in saçlarını sarıya boyamışlar. İri yarı, güçlü kaslı, yakışıklı bir avcıya dönüştürmüşler ve başrolü ona verip Rodi'yi asistan yapmışlar.
"İl Grande Blek" (yani "Koca Blek") böyle doğmuş.
Bir yıl geçmeden Türkiye'de fark edilmiş.
İlk deneme yine Ceylan dergisinde olmuş.
Blek, orada "Sarı Kurt" adıyla yayımlanmış.
İlgi görünce, 1 Kasım 1956'da, bu kez "Teksas" adıyla piyasaya sürülmüş. Ve 60-70 binlik satış rakamlarına ulaşmış.
Sonraki Teksaslılarla, JR'larla, Bush'larla karşılaştırınca Çelik Blek de hem yiğit hem namuslu bir avcıydı.
Bizon eti ve turta sever, çıplak ten üzerine kürk giyerdi.
Hem Rodi'ye babalık hem "kurtları"na önderlik eder, bilgeliğe kıymet verir, şişman Profesör'ü hiç yanından ayırmazdı.
Ülkesini işgal eden "kırmızı urbalılar"a vurdu mu "Smack" diye kemik kırardı.
Yıllar sonra "kırmızı urbalılar"ı Londra'da tören kıtasında gördüğümde anımsamıştım "vatansever" Çelik Blek'i...
Onun "düşünce balonları", bize okuma yazma öğretirken belki işgalciye direnmeyi de aşılamıştı.
Çelik Blek yaşasa bugün kendi işgalci askerleriyle de dövüşür müydü acaba? Can Dündar'dan.
ZAMANGEZGİNİ
BAYHUN ÖNTÜRK
Moderatör tarafında düzenlendi: