Hikaye 18 : Evliya Çelebi’nin İzinde

Mehmet Serdar Ateş

Onursal Üye
4 Ara 2009
988
3,409
Kütahya
Evliya Çelebi’nin İzinde


Kübra'nın Günlüğüden
Mehmet Serdar ATEŞ


hikayeevliyacelebi.jpg


Okullar tatil olur olmaz annem, babam ve ben Türkiye’yi kısmen batıdan doğuya doğru gezmeye çıktık. Kütahya’dan hareket ettikten sonra Afyon’a geldik. Babamın söylediğine göre Afyon, daha çok kaplıcaları, termal tesisleri, kaymak ve şekerlemeleri ile meşhur bir şehirmiş. Cevizli lokumları ve cezeryeleri bol olan bir dükkâna girdik. Biraz alışveriş yaptık. Yine Afyon’da et ürünleri ve sucuk da çok üretilirmiş.

Babam bizi gezdirirken bir yandan da sürekli rehberlik yapıyordu:
“Afyon ülkemizin en önemli mermer üretim merkezidir. Özellikle İşçehisar Bölgesi blok ve levha, yani işlenmiş mermer üretiminde dünya ölçeğinde bir üretim merkezimizdir. Ayrıca Afyon denince akla haşhaş üretimi de gelir.”

Soru dolu gözlerle babama bakınca bizi Afyon’da bir mermer satış mağazasına götürdü. Mağazaya girince çok şaşırdım. O zaman anladım durumu. Taşa şekil vermek için çok uğraşmışlar gerçekten. Ne kadar güzel eserler ortaya koyduklarını görünce hayran kaldım.

Afyon’dan sonra Çay isimli bir yere uğradık. Afyon’un ilçesiymiş. Annem Çay’ın çıkışında köprünün hemen sol tarafındaki sanayiyi göstererek 2002 yılında Afyon’da yaşanan depremde bu dükkânların tamamının yıkıldığını söyledi. Ama sonradan yeniden yapılmış. Babam da bunun üzerine 1999 yılındaki Gölcük depremi sonrası kanun ve yönetmeliklerin değiştiğini ve depreme daha dayanıklı binalar yapılmasını şart koşan maddeler çıktığını söyledi. Bir daha bu binalar eskisi gibi hemen yıkılmayacakmış ve insanlar daha güvende olacakmış.

Tekrar yola koyulduk. Sonraki durağımız Konya’nın Akşehir ilçesiymiş. Yol kenarında bahçeden yeni toplandığı belli olan kiraz, kayısı, erik gibi meyveler satıyorlardı. Ben ısrar edince durduk ve bir kilo kadar kiraz aldık. Yıkadık ve yolda yemeye başladık. Babam araçtan dışarı çöp atılmasına müsaade etmediği için çekirdekleri bir poşette topladık ve daha sonra bir çöp kutusuna attık.

Sonra babam Ladik diye bir kasabaya geldiğimizi söyledi.
“Burada Konya halkı tarafından kırklardan olduğu bilinen Ladikli Ahmet Efendi yatıyor. Kendisine bir Fatiha, üç İhlas-ı Şerif okuyup hediye edelim.”

“Kırklar kim?” diye sorunca babam, “Belirli görevleri olan büyük Allah dostu insanlar” diye açıkladı. Belki eve dönünce bu konuda bir araştırma yapsam iyi olacak.

Konya’nın girişine geldik. Babamın Selçuk Üniversitesi diye gösterdiği büyük binaları geçtikten sonra yolun orta yerinde çeşit çeşit renklerde gül dikilmiş olduğunu gördüm. Yollar o kadar güzel ve modern bir şekilde yapılmıştı ki, araba sanki yolda kendiliğinden gidiyor gibiydi.

Selçuk Üniversitesini geçtikten sonra yolun orta refüjünde çeşit çeşit renklerde gül dikilmişti. Sağ tarafta toplu taşımacılığa hizmet eden tramvay hattı vardı. Büyük ve modern binaları seyretmekten zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyordu. Yolda yeşil dalga adı verilen bir ışıklandırma sistemi varmış. Babam bu sistemi bildiği için arabayı belli bir hızla kullanıyordu. Bu sebeple hiç kırmızı ışığa yakalanmadık. Alt geçide geldiğimizde, babam, “Kızım Konya’da alt geçidin adı yöresel olarak ‘battı çıktı’ dır.” dedi.

Bana çok ilginç geldi. Türkçe öğretmenimiz “Dil yaşayan bir canlı gibidir. Halkımız yeni ihtiyaçlara göre kendince en mantıklı bulduğu isimlendirmeyi yapar.” derken haklıymış. Konyalılar anlaşılan alt-geçit yerine battı-çıktıyı daha uygun bulmuş olmalıydı.

Konya deyince aklıma hep Mevlana gelirdi. Hep öyle anlattılar çünkü. Çünkü Hz. Mevlana bu şehirde yaşamış. Hz. Mevlana’nın ünü, ülke sınırlarını aşmış, dünyanın birçok ülkesi ve insanı tarafından bilinir, kabul görürmüş. Büyük bir âlimmiş. Hz. Mevlana zikir merasimlerindeki figürde sağ eli ile Hak’tan alıp halka dağıtmayı simgelendirmiş. Babam hem araba sürüyor, hem de bunları yolda anlayabileceğimiz şekilde anlatıyordu.

Yolun her iki tarafı da alabildiğince düzlüktü. İnsan bu kadar düz ve etrafı boş bir yolda seyahat ederken sıkılıyor ve uykusu geliyor. Ben de bu durumdan istifade bir miktar uyudum. Annem, “Uygun bir yer bulup duralım da, öğle yemeğimizi yiyelim.”

dedi ama yemek yiyebileceğimiz bir ağaç gölgesi veya bir çeşme ya da akarsu kenarı bulamadık. Biz yer bakarken babam Konya’nın Karapınar İlçesine geldiğimizi söyledi.

Babam, “Kızım Karapınar, ülkemizin erezyon ve çölleşme ile mücadele konusunda örnek bir yöresidir. Eskiler anlatırdı, “Burada rüzgar estiği zaman insanların kapılarının önü 20-25 cm kum dolarmış. Şimdi gördüğün gibi bölgeyi ağaçlandırmışlar ve çok güzel olmuş.”

Karapınar’ı geçtikten bir süre sonra babam arabayı Meke Tuzlası dediği bir göle doğru sürdü. Büyük bir tepe ve tepenin etrafında yuvarlak bir göl vardı, etrafta hiç ağaç yoktu.

Otların bulunduğu bir yer bulup öğle yemeğimizi yedik. Bulutlar bize yardım etti. Gölge yaptılar.

Gölün sağ tarafında iki adet yaban ördeği gördüm. Önce ıslak zeminde bir miktar yürüdüler, sonra gölde yüzdüler ve beraberce havalanıp gittiler. Çok güzel bir manzaraydı. Ailece “Bu hayvanların korunması gerekli” diye biraz sohbet ettik.

Meke Tuzlası denilen bu tuhaf yerden sonra hemen yolun solunda Acı Göl varmış. Bir çok araştırmaya konu olmuş bir krater gölüymüş.
Tekrar yola koyulup bir süre sonra Konya’nın en büyük ilçesi olan Ereğli’ye ulaştık. Ereğli’de Konya’nın meşhur etli ekmeğinden yedik. Bizim Kütahya’da kıymalı pide diye bildiğimiz bu pide türü, burada daha ince açılıyormuş ve gerçekten çok lezzetliydi.

Ereğli’deki misafirliğimiz son bulduktan sonra Kayseri’ye doğru yola çıktık. Yollar yer yer çift yol, bazen ise tek yoldu. Niğde üzerinden Kayseri’ye vardık.

Babam, “Kayseri çok güzel bir şehir, şehirleşmede üst yapı güzel planlanırken en önemlisi alt yapı bizim ülkemizde hep ihmal ediliyor.” dedi.

“Alt yapı da ne ola ki?” diye düşünürken meraklı bakışlarımı gören babam,

“Kızım, alt yapı dediğimiz şey, kanalizasyon, temiz su hatları (şebeke suyu hatları), yağmur suyu hatları, elektrik ve telefon hatlarını içine alan şehrin altından geçen yollar. Eğer bunlar düzgün yapılandırılmazsa, en ufak bir yağmurda binaları su basar, kanalizasyon yağmur suyunu taşımaz ve su arıtma sistemleri devre dışı kalır. Buna teknik anlamda ayrık düzen deniyor. Bir şehrin kanalizasyon hattının hemen yanında bir de yağmur sularını alıp taşıyacak sisteminin olması gerekir. Günümüzde her yer beton, asfalt ve çatı halini aldığından yağmur suları emiciliği yüksek olan toprak ile buluşamıyor. Bunun yerine suyu emmeyen ve hemen akıtan beton, asfalt ve çatı kaplaması ile buluşuyor. Sonuç her yağışta evleri su basıyor.”

Babam anlaşılan bu konuda epey dertliydi. Ben çok anlamasam da anlattıklarını dinledim ve bazı notlar aldım yine.

Kayseri’den sonra Yozgat’ın Boğazlıyan denilen ilçesine gittik ve burada bir tanıdığımızın düğününe katıldık. Düğün devam ederken bir ara babamla ilçe merkezini gezmeye çıktık. Merkez Camii adında muhteşem bir cami vardı. Babam burada namazını kıldı.

“Ne kadar büyük ve muhteşem bir camii, çok güzel bir cami yapmışlar.” dedim. Babam “Sen asıl caminin içerisindeki muhteşem camileri görmeliydin.” dediğinde şaşırmıştım.

Babam şaşkınlığıma bakıp gülümsedi. “Kızım içeride 8-9 yaşında bir çocuk namaz kılmış ve tesbih çekiyordu, sol tarafta yaşlı bir insan, sağ tarafta ise genç bir delikanlı namaz kılıyordu. Gerçek muhteşem cami işte bu insanlar. Namaz kılan insanlar olmasa bu büyük camiler ne işe yarar?”

Düşündüm, gerçekten öyleydi. İçi boşsa bu güzel camilerin bir anlamı olmazdı.

Düğün bitince Kayseri’ye geri döndük.

Birkaç gün de babamın Kayseri’deki arkadaşlarında misafir olduktan sonra tekrar yola çıktık. Nevşehir’in Kapodokya bölgesinde Ürgüp, Göreme ve Avanos’u gezdik. Kütahya’ya döndüğümüzde babamın söylediğine göre yaklaşık 2000 kilometre seyahat yapmıştık.

Kendimi Evliya Çelebi gibi hissettim. Ama Evliya Çelebi bütün dünyayı gezmiş nerdeyse ve hepsini yazmış. Ben de bu seyahat sonunda faydalı bilgilere sahip oldum ve hatırladığım kadarıyla bunları yazmaya çalıştım. Belki bir gün bana da Kübra Çelebi diyebilirler.



logov3.png
logo.png

Kaynak :
 
Üst