bakunin

Admin
12 Mar 2009
6,315
50,221
NeverLand
"What if", Amerikan çizgi romanında zaman zaman başvurulan bir kalıp. 'What if Daredevil killed the Kingpin?" (Ya Daredevil Kingpin'i öldürseydi?") gibi. Ben bu kalıbı, Amerikan çizgi romanının kendisi için kullanmak istiyorum: "What if comics was not diverted from its path in the early '50s?" Türkçe söylersek, "Ya çizgi romanın ellilerdeki yatağı değiştirilmemiş olsaydı?"

Elliler, çizgi roman üretiminin anormal boyutlara ulaştığı, çizgi romanın yatağına sığmayan nehre dönüştüğü bir dönem. 1952'de Amerika'da 500 çizgi roman dergisi/yayını var. Bunların 150'si korku çizgi romanları. 1954'te bu ülkede ayda 20 milyon adet korku çizgi romanı satılıyor! Ya sonra?

Sonrası, korku ve suç türlerinin neredeyse birkaç gün içinde piyasadan çekilmesi, süper kahramanların elliler öncesinde olduğu gibi bir kez daha piyasayı istila etmesi. Sonrasını, sahaflardan topladığımız altmışlar ve yetmişler çizgi romanları ve "birinci el" aldığımız seksenler ve doksanlar ürünleriyle bizzat yaşadık zaten.

Bu "bir gün içinde piyasadan çekilme", korku ve suç başta olmak üzere o dönemde en parlak günlerini yaşayan bir dizi türden süper kahraman türüne doğru çark ediş fenomeninin, basit bir ayrıntı değil de üstünde durulması gereken çok temel bir gelişme olduğunu, doksanlarda reprint (yeniden basım) olarak çıkan EC (Entertaining Comics) ürünleriyle tanıştıktan sonra, yavaş yavaş farketmeye başladım. Sanki geçmişteki çok önemli bir dönemle aramıza kocaman, kalın bir duvar örülmüştü ve o reprintler bu duvardaki küçücük delikler, çatlaklardı. Duvarın arkasında kalan ihtişamlı dönemin ışığı deliklerden sızdıkça aklımız başımıza geliyor, gözümüzü o küçücük deliklere daha bir bastırıyor, her şeyi görmeye çabalıyor, gördüklerimize doyamıyorduk. Ama görülecek şey, 1950'yle 1954 arasında ne üretilebilmişse onunla sınırlıydı. Sonrası yoktu.
Ellilerden söz etmeye başlamadan bir şey daha eklemek istiyorum: Bu dönem, bilimkurgu açısından da bir altın çag. O dönemin çizgi romanında gördüğüm psikolojik derinlik ve yaratıcılığı, yetmişlerin, seksenlerin bilimkurgusun da görmedim. O ekol de çöken, dinamitle çökertilen binanın altında kalmış.

Elliler

1950: ikinci Dünya Savaşı kabusunun bitiminin üzerinden sadece beş yıl geçmiş. Amerika'da hayatın hâlâ normallikle, bir "barış zamanı hayatıyla ilgisi yok. Üstelik bu arada Avrupa ikiye bölünmüş. 1917'nin ortaya çıkardığı bir yeni sosyo-ekonomik-politik düzen, sınırlarını Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinin topraklarıyla genişletmiş. Üstüne üstlük, Sovyetler Birliği bu yıl ilk atom bombasını patlatarak Amerika'ya nükleer güçte yalnız olmadığını göstermiş. Amerika'da insanlar evlerinin bodrumlarında, bahçelerinde sığınaklar hazırlamaya başlamışlar. Politik manipülasyonlarla giderek daha çok yoğrulan enformasyon (daha doğrusu "misenformasyon"), "dünyanın sonunun yaklaştığı" kanısını her geçen gün biraz daha yoğun biçimde beyinlere şırınga ediyor.

1950'den itibaren artık Amerika'da her yıl en az 600 UFO görme vakası rapor edilmeye başlamış. Bir yandan hükümetin organize suçla ilgili bitip tükenmek bilmeyen soruşturmalarına hergün yeni bir dosya ekleniyor, diğer yandan Senatör Joseph McCarthy'nin başlattığı "komünist avı" bütün hızıyla sürüyor Amerikalılar içlerindeki haini ararken bununla da yetinmeyip gözlerini yıldızlara çeviriyor, oradan gelecek belalar üstüne hayaller kuruyor, sonra hayal kurduklarını unutup bunu bir tür paranoid gerçeklik duygusuna dönüştürmeyi başarıyorlar. Tutucu aileler, günden güne yayılan ve doğal bir isyan biçimine, adeta bir yaşam tarzına dönüşen "rock and roll" müziğin çocuklarını nereye götüreceği üzerine kabuslara kapılıyorlar.

1950: Amerika'da herkesi korkutacak bir şeyler var. Ve zaten, Amerika'da hep korkulacak bir şey vardı.

Çizgi roman hayatın ifadesine, hiçbir ülkede Amerika'da olduğu kadar evsahipliği yapmamıştır. 1950'de de bu özelliğini olanca çarpıcılığıyla gösteriyor. Ama şimdi bir parça gerilere gidelim. Çizgi romanı bir sanat formu haline getiren sürecin otuzlardaki durumuna kısaca göz atalım. Sonra gene ellilere döneceğiz.

The Dreamer

Çizgi romanın büyük ustalarından Will Eisner, 1986'da yazıp çizdiği The Dreamer'la 1930'lara geri dönmüştür. O "duvar"ın önü kadar arkasını da bilen, otuzlarda çizgi romanın gazete bantlarından kendi bağımsız mecrasına taşınıcırsına öncülük edenler arasında yer alan büyük usta, The Dreamer'da çizgi roman yayıncılığındaki öncülerin hikâyesini anlatıyor. Büyük Kriz'in hemen sonrasında artık gazeteler çizgi roman bantlarıyla dolup taşmaktadır. Ülkede, çoğu işsiz binlerce çizer vardır. Bu dönemde, cebindeki son 50 doları (o zamanın 50 doları iyi para) yatırım sermayesi olarak kullanmaya çekinmeyen gözükara "yayıncı adayları", derme çatma han odalarında yayınevlerini kurup işsiz çizerleri balık istifi yan yana oturtur, bagımsız dergiler çıkarmaya soyunurlar.

Çizgi romanın arkasında, çoğu kısa sürede iflas bayrağını çeken hayalperest yayıncı adaylarıyla hayalperest sanatçıların bulunduğunu bize yıllar sonra hatırlatan, hayır, aslında bilmediğimiz bu olguyu gözlerimizin önüne seren The Dreamer gibi ikinci bir yapıt var mı, bilmiyorum.

"What if" sorusunu sorduğum bu yazıda Eisner'dan söz etmemek olmaz. Hayallerinin peşinden giden bu 1917 Brooklyn doğumlu yaratıcının otobiyografik grafik romanı To the Heart of the Storm, ellilerde kırılan bir çizginin, yatağı değiştirilen bir nehrin daha iyi anlaşılması için ellilerin EC hikâyeleri kadar yardımcı olacaktır okura. Büyük ustanın 1991'e gelindiğinde tüm duyarlılığıyla dönüp arkaya bakma ihtiyacını hissetmiş olması boşuna değil.

Sanatçının yaşadığı dünyayı içinden geldiği gibi ifade etmesi sanat eserlerini ortaya çıkarır diyoruz, öyle mi? Peki ama, Eisner gibi oldukça "decent" (edepli), şimdi geleceğim elliler çizgi romanlarında ise "indecent" (edepsiz) bir şekilde ifade edilen dünya, ya birilerinin uykusunu kaçırıyorsa? Belki o dünya "safça" ifade edilemeyecek, yüzleşilemeyecek kadar korkunçtu. Olamaz mı? Ya sanat dediğimiz şeyle ifade arasında pek de basit olmayan bir ilişki, bazı dönemlerde ideolojinin işin içine fazlaca girdiği bir ilişki varsa? Ya sanat açısından yaşadığımız çağın en belirgin özelliklerinden biri buysa? Ya bu süreç ellilerde bir tür saflığa karşı hem kendiliğinden hem de örgütlenmiş tepkilerle başladıysa? Amerikan Anayasası'nın teminatı altındaki ifade özgürlüğü bu dönemde baskı altına alınmış olabilir mi? En azından çizgi roman açısından? Öyle olduğunu düşünecek olursak, ya ellilerde ifade baskı altına alınmamış olsaydı?

"Bunlar da nereden çıktı?" mı diyorsunuz?

EC'nin Doğuşu

1947'de, resmen "korku dergisi" olarak nitelendirilen ilk çizgi roman, Eerie, Avon tarafından yayımlandı. 1948de ise American Comics Group (ACG), çizgi roman tarihinde bilinen ilk sürekli korku dizisi olan Adventures Into The Unknown'u yayımladı. Tarihî açıdan önemli yerleri olan bu dergiler kayda değer bir ticarî başarı sağlayamadı.

Amerikan çizgi roman yayıncılarının western, aşk, uzay maceraları ve tabii korku gibi pulp temalarını çizgi romanlara giderek daha yoğun bir biçimde uyarlamaya başladıkları 1947 yılı, gene de çizgi roman satışlarında önemli bir hareketlenmenin görüldüğü yıl oldu. "Horror Stories", "Weird Tales", "Horror Tales" gibi çizgi roman adları giderek klişeleşmeye başlamıştı.

Ellilere, hattâ bütün çizgi roman tarihine damgasını vuracak bir yayıncılık ve editörlük başarısının mimarı ise, ilhamını pulp yayınlardan değil ama, Suspense! ve Inner Sanctum adlı radyo programları ve bu programların sunucusu Raymond'dan alacaktı. 1947'de, William Gaines, babası Max'in can çekişen çizgi roman yayınevini devraldı. 1950 başlarında Entertaining Comics (EC), "the New Trend" adı altında Crypt oj Terror, Vault of Horror ve Haunt of Fear serilerin; yayımlamaya başladı. Her dergide dört hikâye yer alıyordu ve gene her derginin "Crypt-Keeper", "Vault Keeper" ve "the Old Witch" adlarında evsahipleri vardı. Hikâyeleri evsahipleri takdim ediyor, hikâyenin sonunda kapanışı da onlar yapıyorlardı.

Gaines, EC'yle büyük bir başarı yakaladı. Başarılı modelin izinden giden yayınevleri tarafından ışık hızıyla çıkarılan Tomb oj Terror, Chamber of Chills, Horror from the Tomb, Journey into Fear gibi seriler onu izledi ve raflar bir anda 100'ün üzerinde korku dergisiyle doldu.

Yıllar sonra çoğu "non-EC trash" olarak adlandırılacak bu korku romanlarından EC serilerini ayıran birkaç çok önemli özellik vardı. Birincisi, EC'nin korkuda mizahı ya da kara mizahı yakalamadaki olağanüstü başarısıydı. İkincisi, öyküler EC serilerinde tek kelimeyle muhteşemdi. Yalnızca 6-7 sayfaya sığdırılan hikâyelerde dil müthiş ekonomik ve bir o kadar etkileyici kullanılıyordu. Tabii çizgiler açısından da o taklitlerde asla ulaşılamayan bir kalite tutturulmuştu. Dördüncüsü de, vahşet, karelerde olabildiğince az görülüyor, bazen hiç görülmüyordu. Korku, bir insanın başına o olayın gelebilmesindeydi. Parçalamalar, kesmeler, deşmelerle dolu kareler o kadar da gerekli değildi. Bu anlamda, EC'nin korku anlatımı olabildiğince "decent"tı.

"Bağışlanamayacak Hata"

Ama EC'nin bir başka türde hiç "decent" olmayan serileri de yayımlandı.

Bu noktada, ellilerdeki üretkenlik ve çağlayan nehirden söz edip EC'yi bunun ana kaynağı olarak gösterirken, söz konusu üretkenliğin yalnızca korku türünde olmadığını vurgulamak gerek. Gaines ve efsanevi EC ekibi, suç, savaş ve bilimkurgu türlerinde de seriler ürettiler. Hattâ bunların içinde korku, "üzerinde en çok konuşulan" olsa da, belki çizgi roman sanatı adına "en değerli" olmayabilir. Benim kanım, olmadığı ve özellikle suç türündeki yapıtların çok daha önemli bir yeri olduğu.

Crime Suspenstories ve Shock Suspenstories serilerinde EC'nin "bagışlanamayacak bir hatası" oldu. Suç işleyenler "psikopat kadrosu"ndan değildi. Yani, gerek sinema, gerek çizgi roman, gerekse edebiyatta, birkaç örnek dışında "normal insanlar"ın bu kadar suçlu olduğuna hiçbir dönemde tanık olunmamıştır. Ellilerin ilk birkaç yılı ve EC serileri hariç!

Bu hikâyelerde insanların birini öldürmek için bazen para gibi "önemli" bir nedenleri vardı. Ama bazen de bu bile yoktu. Yalnızca sevgisizlikti cinayet nedeni. Hem de ne cinayet! Bir Ray Bradbury uyarlamasında, bir baba, çocukluğundan beri hep üzgün olduğunu anladığımız bir adam (Evet, üzgün, ne komik değil mi? "Mutsuz" bile değil, yalnızca "üzgün"), karısına karşı yıllar içinde oluşan nefretinin ifadesi olarak kendi kızını parçalara ayırabiliyordu. Ama bir "cadılar bayramı" gecesinde evin bodrumunda yapılan küçük bir sahne gösterisi sırasında karanlıkla; gösterinin bir parçası olarak. Dolayısıyla bu vahşi katliamdan tek bir kare bile görmeden hikâyeyi bitiriyordu okur. Hattâ olayın böyle olup olmadığına dair bile kuşkular kalıyordu beyinlerde. Yok, aslında böyle olduğunu biliyorduk. Ama son kareye geldiğimizde, hayatımızın sonuna kadar tekrarlanacak birkaç soruyla baş başa kalmak hoş değildi.

Çizgi romanda ya da sinema veya edebiyatta, çocuğunu öldüren bir babanın hikâyesinin neden yazılmadığını, film yapılmadığını, EC'yle tanıştıktan sonra merak etmeye, sorgulamaya başladım. Ama sonra anladım ki, o dönem geçmiş. Artık seksenlere, doksanlara gelmişiz. Şeytanla, gölden çıkan baltalı manyaklarla, Bach dinlerken kurbanını ızgara yapan kompleks seri katillerle o kadar meşgulmuşuz ki artık, dönüp kendimize ya da işyerindeki arkadaşımıza bakmamız ve hayal kurmamız kesmiyormuş.

Fenomenle Yüzleşebilmek

Aslında EC yaklaşımıyla günümüzdeki yaklaşım arasındaki ayrım, tabii çizgi roman yapıtları göz önüne alındığında, sıradan olana öncelik vermeyle sıradışı görünene öncelik verme arasındaki ayrım da değil. Yaşadığımız dünyayı ifade edemeyişimizde; etmemeyi tercih edişimizde... Dahası, karşımıza çıkan olguları, ister sıradan olsun ister sıradışı, görmemiş gibi davranmayı çoğu kez tercih edişimizde...

Bir örnek:

2001 Ağustosu'nun ilk haftasında Türk Hava Kuvvetleri'nden bir üsteğmen ile öğrencisi olan deniz teğmen, Çandarlı körfezinin üzerinde bir UFO'yla karşılaştılar ve üsteğmenin "huni ile disk arası, aşırı parlak, ayaklı ve yüksek süratte uçan bir cisim" diye tasvir ettiği bu cisimle yarım saat sürecek bir "it dalaşına" girdiler. Bunları, üsteğmenin yerle yaptığı telsiz konuşmalarından öğreniyoruz. Yeterince sıradışı. Ama gazetelerde bu olay birkaç gün içinde kaybolup gitti. Yapılan resmî açıklamalarda ise pilot ve öğrencisinin aslında bir meteoroloji balonu görmüş olabileceği üstünde duruluyordu. Artık okur için, 30 dakikayı aşkın bir süre, gayet net olarak tasvir ettiği bir cisimle it dalaşı halinde uçan subayın bir tür histeriye kapılmış olabileceklerini düşünmekten başka bir şey kalmıyor.

EC, ellilerden itibaren yaşanan UFO görme "histeri"sini sadece bir histeri olarak algılamadı. Tanıklar ve delillerin yeterince ikna edici olduğu vakalardan yol çıkarak, UFO'ları bir olgu olarak çizgi romana taşıdı. Basit bir "hayal ürünü" olarak değil. Weird Science-Fantasy'nin 1954'de yayımlanan 26. sayısı, bir "Flying Saucer Report" özel sayısıydı ve ikinci sayfasında yer alan bir metinle başlıyordu "This is a challenge to the United States Air Force!" başlıklı metinin giriş cümlesi şöyleydi: "EC şimdiye kadar 'uçan cisimler'le bir kurgucu tavrıyla ilgilendi. Rapor edilen UFO görme olaylarının etrafında öyküler kurdu. Bu kez, 'kurguyu bir kenara bıraktık. Bu kez, sadece 'gerçekler'i kullandık."

İki iletişim formu, haber ve çizgi roman öyküsü, tarihte belki ilk kez bu denli iç içe geçmiştir. "Resmî'"lerin daha o zamanlardan başlayan ve günümüzde hiç farkında olmasak da fena halde kanıksayıp ka-bullendiğimiz, hattâ gönüllü ortak olduğumuz "bazı fenomenler görülmemek içindir" yaklaşımına son bir kez, öykücülüğün sınırlarını da aşarak, böyle isyan etmişti EC ekibi.

Özel sayıda, 24 Temmuz 1948'de yaşanan "Eastern Air Lines Case", 27 Nisan 1949'da yaşanan "Mantel-Godman Case", 8 Temmuz 1947'de yaşanan "Muroc Air Force Base Case", 5 Mayıs 1952'de yaşanan "The Secretary Kimball Case", 15 Temmuz 1952'de yaşanan "Nash-Fortenberry Case", 4 Ağustos 1952'de yaşanan "Hamilton A.F.B. Case" gibi vakalara yer veriliyordu. Son sayfanın son panelinde ise gökyüzüne, evlerin üstündeki UFO'ya bakan bir çocuk ve paneldeki dikdörtgenin içinde şu sözcükler vardı:

"Başını yukarı çeviriyorsun... Tasarlanmış açıklamalar ve yarım gerçeklerin sisinin üzerine. Göklere bak, Amerika! Belki bir gece. Hava Kuvvetleri tarafından "yanlış değerlendirenler", "histerikler" ve "şöhret düşkünleri" terimleriyle damgalanan yüzlerce ve yüzlerce uzman sivil ve askerî pilota, havacılık uzmanına sen de katılacaksın. Belki sen de bir uçan cisim göreceksin..."

Korku ve suç öykülerinde otosansürsüz öyküleri inatla basan EC UFO'larla ilgili yaklaşımında da otosansürsüzdü; dolayısıyla bunda da "decent" değildi. Ya biz? Ya günümüz? Bizim üsteğmenin UFO gördüğünü yere bildirmesi ve bunun basında çıkmasının üzerinden yalnızca birkaç gün sonra, çok başka şeylerden konuşuyorduk artık. Deli miydik ki o olayı düşünmeye devam edelim?

Çağımızın çizgi romanında UFO'lar ideolojiktir. Yani onlardan, ya "her şeyin elbette mümkün olduğu" gibi aşırı derecede geniş bir açıdan bakılarak, hayalgücü rekoru denemeleri yaparcasına söz edilir, ya da "UFO söyleminin kafayı kırmışların ürünü olduğu"nun "bilinci" ve "hassasiyeti"yle! Sonuçta geriye kalan fenomensiz bir kurgudan ibarettir. UFO'ların geceleri göklerimizde dolaşıyor olabileceği, birilerinin bize sandığımızdan yakın olabileceği ihtimali, bu ürpertici duygu, fragmanlar arasında toz olup gitmiştir.

Comics Code Authority

Amerika'da ifade özgürlüğü anayasa teminatı altındadır. Avrupa ülkelerinde de. Ama Amerika'da, 1954 yılında, UFO'ları abuk sabuk hikâyelerde değil de resmen bir olgu olarak çizgi roman sayfalarına taşıyanlar, hasta babaların çocuklarının katili olabildiği hikâyeler yazıp çizenler, bu teminatın dışında görüldüler. 1954'de çizgi roman sektörünü oluşturan yayıncılar ve dağıtıcılar, "Comics Code Authority"yi yaratarak "yanlış gidiş"e son verdiler.

1947'den itibaren basında çizgi romanlar aleyhinde giderek yaygınlaşan bir kampanya vardı. İlk kez Saturday Review of Literature'ın 29 Mayıs 1947 tarihli sayısında çizgi romanın okur üzerindeki etkileri hakkında bir tartışma başlatılmış ve Dr. Frederic Wertham, çizgi romanın çocuklar üzerindeki zararlı etkileri üzerine bir makale yazmıştı.

20 Kasım 1954'de Picture Post'ta yayımlanan "The Case That Shook America" başlıklı bir haberle basındaki çizgi roman aleyhtarlığı doruğa ulaştı. Haberde, 12 yaşındaki Howard Lang'in yedi yaşındaki bir çocuğu öldürüşü konu edilmişti Çocuğun boğazını çakısıyla kesen Lang, "korku ve suç türündeki çizgi romanların bağımlısı" olduğunu "itiraf etmiş", gözaltına alındığında evinde bunlardan tam 26 adet bulunmuştu!

1953'de EC ve çizgi roman aleyhtarı kampanyanın bayrağı, çocuk psikoloğu Fredric Wertham'ın elindeydi artık. Wertham'in o yıl yayımlanan Seduction of the Innocent adlı kitabı, "Amerikan gençliğindeki sapkın davranışlar'ı çizgi romanın etkilerine bağlıyordu.

Önce EC'nin sahibi William Gaines, ulusal televizyondan da yayımlanan bir oturumda Kefauver Senato Alt Komisyonu'nun önüne çıkıp ifade verdi. 1954'de ise korku, suç, savaş ve bilimkurgu türlerini kapsayan EC çizgi romanlarının yayını durduruldu. EC, son bir çabayla, gene yetişkin okuru hedefleyen bir "New Trend" (Psychoanalysis, M.D. ve Piracy) serisinin yayınına başlayacak, ama asıl Mad'le başka sulara yelken açacaktı. Çizgi romanla aşina olanların yakından tanıdığı Mad'le, önce Harvey Kurtzman'ın yönetiminde, ardından yıllar boyunca Al Feldstein'la, popüler kültürün önde gelen tüm unsurları mizahın tezgahına yatırılacak, politika, ideoloji ve onunla etkileşim halindeki eğlence üretimi didik didik edilecekti. Ama bu artık "fenomenlere tam karşıdan bakma"dan ve otosansürsüz öykücülükten çok farklı bir şeydi.

1954 yılında sektörün ana unsurları (yayıncılar ve dağıtımcılar) tarafından kabul edilip yürürlüğe koyulan ve "Comics Code Authority standartları" olarak bilinen kurallar, "Genel Standartlardan ve "Diyalog", "Din", "Kostüm", Aile ve Seks", "Reklam malzemesi" başlıkları altında yer alan standartlardan oluşuyordu. Bir çizgi roman öyküsü için bunların bir tekini bile ihlâl etmek basılmamak için, bir yayıncı açısından ise dağıtım ağına sokulmamak için yeterliydi. Bu standartlar arasında neler vardı neler. İşte birkaç örnek:
• "Polisler, hakimler, devlet memurları ve saygın kurumlar, idareye saygısızlık yaratacak biçimde sunulamaz."
• "Yürüyen ölüler, vampirler ve vampirizm, insan eti yiyenler, kanibalizm (yamyamlık) ve kurtadamlarla ilgili sahnelerin kullanımı yasaktır."
• "Argo kullanımı kabul edilebilir olsa da, bunun aşırı kullanımı engellenmeli ve mümkün olduğunca iyi gramer kullanılmalıdır."
• "Kadınlar, herhangi bir fiziksel özellikleri abartılmadan, gerçekçi bir biçimde çizilmelidir."
• "Boşanma, mizahî bir anlatımla ve özendirici bir biçimde sunulamaz."
• "Tutku ve romantik yakınlaşma, ilkel duyguları uyandıracak biçimde işlenemez."

İfade özgürlüğünün anayasa teminatında olduğu ABD'de, sadece 45 yıl önce çizgi roman sanatçılarına ve yayıncılarına getirilen "standartlardan bazıları böyleydi işte. Ama tabii "Comics Code" bir yasa değildi. Sektörün kendi işleyişiyle ilgili bir "düzenleme"ydi. Comics Code Authority'den "seal of approval" ("onay mühürü") almayan çizgi romanlar yasal olarak basılabiliyor, ama dağıtım ağlarına giremiyordu. Böyle bir gözü karalığa soyunup hem "kamuoyu" tepkisini göğüslemeyi hem de satamamayı göze alabilecek yayınevi ise henüz anasından doğmamıştı.

1960'larda, bizde Korku adıyla basılan Eerie ve Creepy, mühürsüz çıkmayı ve mainstream dağıtıma girmemeyi göze alan ilk büyük seriydi. Ama mesele, vampirler, insan eti yiyenler, kurtadamlar değildi ki. Onlar geri dönmüştü dönmesine, ama EC'nin anlatımı ve en önemlisi "gerçekle yüzleşebilme" tavrından eser yoktu artık.

1980'lerde yayıncı Russ Cochran, EC çizgi romanlarını yeniden basmaya başladı. 1990'larda neredeyse tekrar basılmayan tek bir EC öyküsü bile kalmadı. Böylece yalnızca EC değil, tarihe gömülmüş bir dönem hakkında ipuçları elde etmeye de başlamış olduk.

Yalnızca Çizgi Roman mı?

EC'nin serüveni, günümüzde üstüne hemen hemen hiç düşünülmeyen underground-mainstream ikilemi üstüne düşünmeye itiyor insanı. "Yaygın kabul gören", yalnızca insanların tercihi, beğendiği olan mıdır? Yoksa mainstream'i belirleyen, bizim gözümüzden çoktan kaçmış bambaşka faktörler de var mı?

Öykünün öne çıktığı bir iletişim dünyasında bu öyküler gerçek karakterlerle ne kadar ilintili? Dolayısıyla öyküler gerçeklerle ne kadar ilintili? Farkında olmadan, hattâ böyle bir ikilem olacağını hiç hissetmeden, bunun artık önemli olmadığını mı düşünüyoruz artık? Ne zamandır böyle düşünüyoruz? Önemli olan sadece "öykünün ilginçliği" mi? O zaman sanatın herhangi bir formu neyin ifadesi oluyor? "Çağımızda bu böyle artık; o kadar çok olgu, o kadar çok haber bombardımanı, o kadar çok parçalanmışlık var ki; sanatçının duyarlılığı bunun acısının hissedilmesindedir" deyip geçebilecek miyiz?

Son olarak, "what if'in cevabıyla toplumsal dönüşümler arasında güçlü bir bağ var. Ama bundan kapitalizmin evrimini ve kapitalist dünyanın merkezi ABD'deki ideolojik evrimi soyutlayıp bir cevap verecek olsaydık şu söylenebilirdi: O zaman, süper kahramanlara bu kadar ihtiyaç olmayacaktı. Ne de, Yunan mitolojisinden unsurlarla bezeli ultra sofistike Neil Gaiman öykülerine. Hattâ ne de Alan Moore gibi bir dahinin başyapıtları, gözlem yerine sadece makro analizlerden yükselen Watchmen ve V for Vendetta olacaktı. Çizgi roman doğduğu yerde, sokakta kalacak ve sadece "ilginç öyküler" değil, gerçek insanlardan, onların öykülerinden bahsedecekti. 45 yıl bu yatakta akmaya devam etmiş olsa kimbilir nerelere varmış olurdu? Eisner ustadan esinlenenler, onunla yarışa girenler, ne insan öyküleri, mahalle öyküleri, şehir öyküleri yazmış, çizmiş olurdu kimbilir?

İnsana, olgulara odaklanmayan, "iç dünya"dan kaynaklanan, öykü ve kurgunun karakterizasyonun önüne geçtiği yapıtların yarım asırdır sinema ve edebiyatta da hakimiyeti ele geçirdiğini mi söyledi biri? Biri bunu söylediyse bilsin ki asıl derdim bu. Çizgi roman, içinde olduğum bir nehir olduğu için, onu bildiğim için, bu sürecin çizgi roman sayfalarındaki gelişimi üstüne küçük bir inceleme yaptım. Yoksa elbetteki içimde şu his çok güçlü: Yatağı değiştirilen nehir yalnızca çizgi roman değil; iletişimin tamamı.

ŞAHİN ARTAN
 
Üst