V
Görgü kurallarını, yaldızı, yalanı dolanı ne bileyim ben?
Çıplak bir diyarda doğan, gök kubbe altında büyüyenim ben.
Kibar dil, bilgiç hile suya düşer enli kılıçlar şarkı söyleyince
Saldırın ve ölün köpekler—bir erkeğim ben, bir kraldan önce.
Kralların Yolu
Çıplak bir diyarda doğan, gök kubbe altında büyüyenim ben.
Kibar dil, bilgiç hile suya düşer enli kılıçlar şarkı söyleyince
Saldırın ve ölün köpekler—bir erkeğim ben, bir kraldan önce.
Kralların Yolu
Kraliyet sarayının koridorlarını kefenleyen sessizlikte, yirmi sinsi adam sessizce ilerliyordu. Çıplak veya güderi kaplı sessiz ayaklar kalın halıda da ses çıkarmıyordu çıplak mermer döşemede de. Koridorlardaki nişlere yerleştirilen meşaleler, hançer, kılıç ve keskin ağızlı balta üstünde kıpkırmızı ışıldıyordu.
“Sakin olun!” diye tısladı Ascalante, “Şu kahrolası yüksek sesle solumayı da kesin her kimse! Gece nöbetindeki subay nöbetçilerin çoğunu bu koridorlardan yolladı, kalanları da sarhoş etti ama aynı şekilde dikkatli olmalıyız. Geriye! Nöbetçiler buraya geliyor!”
Süslü sütunlardan bir kümenin arkasına doluştular, neredeyse o anda da kara zırhlar içinde on dev uygun adım çark etti. Onları görev yerlerinden uzaklaştıran subaya bakarken yüzlerinden şüphe okunuyordu. Hayli solgundu bu subay; nöbetçiler komplocuların gizlendiği yerden geçerken titrek bir elle kaşındaki teri sildiği görüldü. Gençti; bir krala ihanet kolay gelmiyordu ona. İçinden onu tefecilere borçlandıran anlamsız şan şöhret aşırılıkları ve onu bir piyon yerine koyan entrikacı politikacılara sövüyordu.
Nöbetçiler çınlayarak geçti ve koridorda kayboldu.
“Alâ!” diye sırıttı Ascalante. “Conan savunmasız uyuyor. Çabuk! Eğer bizi onu öldürürken yakalarlarsa işimiz biter—ama ölü bir kralın davasını çok az kişi güdecektir.”
“Evet, çabuk!” diye bağırdı Rinaldo, mavi gözleri başı üstünde salladığı kılıcın ışıltısıyla yarışarak. “Kılıcım susadı! Akbabaların toplandığını işitiyorum! Devam!”
Pervasız bir hızla koridoru geçtiler, Aquilonia’nın şanlı ejder sembolünü taşıyan yaldızlı bir kapının önünde durdular.
“Gromel!” dedi Ascalante “Şu kapıyı kırıp aç bana!”
Dev derin bir nefes aldı ve güçlü bedenini kapıya savurdu; kapı darbe altında eğilerek inledi. Tekrar çömeldi ve atıldı. Kapı bir sürgü kopuşu ve kulak tırmalayan bir ahşap çatırtısıyla parçalanarak iç tarafa devrildi.
“İçeri!” diye kükredi eylem şevkiyle tutuşan Ascalante.
“İçeri!” diye bağırdı Rinaldo. “Tirana ölüm!”
Birden durdular. Derin uykusundan, koyun gibi boğazlanacak şaşkın, silahsız halde kalkan çıplak bir adam olarak değil, adamakıllı uyanık, köşesinde, kısmen zırhlı ve uzun kılıcı elinde bir barbar olarak karşılıyordu Conan onları.
Bir an için tablo öylece kaldı—kırık kapıda dört asi soylu ve arkalarında toplaşan vahşi, sakallı yüzler sürüsü—kandil ışığında odanın ortasında yalın kılıç duran alev gözlü devin görüntüsüyle bir an dondu her şey. O anda Ascalante kraliyet divanının yanında, ufak bir masadaki gümüş asayla Aquilonia tacı olan ince, altın halkayı gördü ve arzudan kudurttu bu onu.
“Girin alçaklar!” diye bağırdı haydut. “Yirmiye biriz ve tolgası falan yok!”
Doğru; ağır, tüylü başlığını giymeye de göğüs zırhının yan levhalarını bağlamaya da vakit olmamıştı. Ne de duvardan koca kalkanı kapmaya vakti vardı artık. Yine de Conan, tepeden tırnağa zırhlı Volmana ve Gromel hariç, hasımlarının hepsinden iyi korunuyordu.
Kral baktı, adamların kimliği muammaydı. Ascalante’yi tanımıyordu; zırhlı komplocuların kapalı vizörlerinin arkasını göremiyordu, Rinaldo da sarkık başlığını gözlerinin üstüne dek çekmişti. Fakat tahmine vakit yoktu. Tavanda çınlayan bir narayla, odaya aktı katiller. En önde Gromel vardı. Karındeşen darbe için kılıcı alçakta, saldırgan bir boğa gibi başını eğmiş geliyordu. Conan onu karşılamak için sıçradı ve tüm kaplansı gücünü kılıcı savuran koluna verdi. Koca kılıç, havada ıslık çalan bir yay halinde parladı ve Bossonialının tolgasına indi. Kılıçla başlık tuzla buz oldu ve Gromel cansız halde yere yuvarlandı. Conan hala kırık kabzayı tutarak geri sıçradı.
“Gromel!” Parçalanan tolga, altındaki parçalanmış kafayı ortaya çıkarırken gözleri hayretle parlayarak tükürdü; sonra sürünün kalanı üstündeydi. Bir hançer ucu, göğüs ve sırt levhaları arasından kaburgalarını çizdi, bir kılıç ağzı gözü önünde ışıldadı. Hançer kullananı sol koluyla yana savurdu ve kırık kabzası bir topuz gibi kılıççının alnını ezdi. Adamın beyni yüzüne saçıldı.
“Beşiniz kapıyı gözleyin!” diye haykırdı Ascalante, şarkı söyleyen çelik girdabının kıyısında dans ederek. Conan’ın ortalarına dalıp kaçabileceğinden korkuyordu çünkü. Liderleri birkaçını yakalayıp kapıya itelerken hainler bir an geriledi; bu kısa sürede de Conan duvara atıldı ve yarım asırdır orada asılı duran, o güne dek kimsenin dokunmadığı antika savaş baltasını kaptı.
Sırtı duvarda, şimşek gibi çembere döndü, sonra da tam ortalarına daldı. Savunma savaşçısı değildi o; ezici bir sayı üstünlüğünün dişlerindeyken bile düşmanını daima savaşa zorlardı. Başka kim olsa şimdiden ölmüş olurdu, Conan da sağ kalmayı ummuyordu ama düşmeden önce elden geldiğince hasar vermek istiyordu. Barbar ruhu tutuşmuş, kulaklarındaysa eski kahramanlık şarkıları çalıyordu
Duvardan atılırken baltası bir haydudu yarık bir omuzla düşürdü ve müthiş bir ters vuruş bir diğerinin kafatasını ezdi. Kılıçlar etrafında kinle inledi ama ölüm kıl payıyla ıskaladı onu. Cimmerialı göz kamaştıran bir hız bulanıklığı halinde hareket ediyordu. Baltası etrafında ışıl ışıl bir ölüm çarkı örüp hep hareket eden bir hedef sunarak sıçrayıp yana çekilirken, babunlar arasında bir kaplan gibiydi.
Katiller bir an için yağmur gibi darbe yağdırarak hırsla etrafına doluştu ve sayıları yüzünden engellendiler; sonra aniden gerilediler—Conan’ın kendisi de kolu, boynu ve bacaklarındaki yaralardan kanasa da, yerdeki iki ceset kralın öfkesinin sessiz kanıtını sunuyordu.
“Serseriler!” diye bağırdı Rinaldo, gözleri parlayıp tüylü şapkasını yere çalarak. “Kavgadan çekiniyor musunuz? Despot yaşayacak mı? Bitirin işi!”
Delice biçerek saldırdı ama onu tanıyan Conan çabuk, müthiş bir darbeyle kılıcını parçaladı ve avcunun güçlü bir itişiyle sendeleterek yere yolladı. Kral, Ascalante’nin kılıcının ucunu kolunda algıladı, haydut ise savrulan baltadan geri sıçrayıp eğilmesi sayesinde güç bela kurtardı canını. Kurtlar döne döne yaklaşıyordu yeniden; Conan’ın baltası şarkı söyleyip parçalıyordu. Kıllı bir serseri darbenin altına eğilip kralın bacaklarına daldı, ancak kısa süre adeta masif demirden bir kuleyle güreştikten sonra, baltanın inişini görmek için tam vaktinde gözlerini kaldırdı ama kaçmaya vakit bulamadı. Arada dostlarından biri enli bir kılıcı iki eliyle kaldırdı ve altındaki omzu da yaralayarak kralın sol omuz levhasına indirdi. Conan’ın zırhı bir anda kan doldu.
Vahşi sabırsızlığından saldırganları sağa sola savuran Volmana yararak geldi ve Conan’ın korumasız başına caniyane bir darbe indirdi. Kral iyice eğildi ve kılıç üstünde ıslık çalarken kara saçından bir bukleyi traş etti. Conan topuğu üstünde döndü ve yandan vurdu. Balta çelik zırhta çatırdadı, Volmana sol böğrünün tamamının çöküşüyle yere yıkıldı.
“Volmana!” dedi Conan nefes nefese. “Biliyorum ki o cüce cehennem—”
Sadece bir hançerle silahlanan, rastgele ve açıkça saldıran Rinaldo’nun çılgın saldırısını karşılamak için kalktı. Baltasını kaldırıp geri sıçradı.
“Rinaldo!” Sesi umutsuz bir ısrarla tizleştmişti. “Geri! Seni öldürmem—”
“Geber tiran!” diye bağırdı deli ozan kendisini tepeüstü kralın üstüne atarak. Conan gönülsüz darbesini çok geç olana dek geciktirdi. Korunmasız böğründe çelik ısırışını hissedince kör bir umutsuzluk çılgınlığıyla vurdu ancak.
Rinaldo parçalanmış kafatasıyla düştü, Conan da sendeleyerek duvara geriledi. Yarasını kavrayan parmakları arasından kan fışkırıyordu.
“Artık saldırın ve öldürün onu!” diye bağırdı Ascalante.
Conan sırtını duvara dayadı ve baltasını kaldırdı. Yenilmez bir ilkellik heykeli gibi duruyordu—bacaklar iki yana açık, kafa öne uzanmış, bir el destek için duvarı kavrıyor, diğeri demir sırtlar gibi dışarı uğrayan, iri kirişli adalelerle baltayı yüksekte tutuyordu; çehresinde de caniyane bir öfke hırıltısı donmuştu—Adamlar sarsıldı—vahşi, cani ve ahlaksızdılar gerçi; yine de uygar bir geçmişle, uygar denilen bir insan soyundan geliyorlardı; buradakiyse barbardı—doğuştan katil. Gerilediler—ölmek üzere olan kaplan ölüm saçabilirdi hala.
Conan kararsızlıklarını algıladı ve neşesizce, merhametsizce sırıttı.
“Önce kim ölecek?” diye mırıldandı ezik, kanlı dudaklar arasından.
Ascalante bir kurt gibi atıldı, ona doğru tıslayarak gelen ölümden kurtulmak için inanılmaz bir çeviklikle neredeyse havanın ortasında durdu ve yüzükoyun düştü. Conan ıskalayan darbesini toparlayıp yeniden vururken, çılgın gibi ayaklarını yoldan çevirerek açığa yuvarlandı. Bu sefer balta, Ascalante’nin fırıl fırıl dönen ayaklarının tam yanında cilalı zemine birkaç santim gömüldü.
Başka bir fedai saldırı için bu anı seçti, arkadaşları tarafından yarım yürekle takip ediliyordu. Niyeti baltasını yerden kurtaramadan Conan’ı öldürmekti ama hesabı yanlıştı. Kızıl balta silkinerek kalktı, çatırtıyla indi ve kızıl bir insan müsveddesi saldırganların bacaklarına fırlatıldı.
Tam o anda, siyah, biçimsiz bir gölge duvara düşünce, korkunç bir çığlık koptu kapıdaki şakilerden. Ascalante hariç hepsi çığlığa döndü, sonra da köpekler gibi uluyarak kudurmuş, küfürbaz bir güruh halinde kapıdan rastgele atıldılar ve feryadü figan ederek koridorlara dağıldılar.
Ascalante kapıya bakmadı, yaralı kraldan başka şey görmüyordu gözleri. Kavganın gürültüsünün nihayet sarayı uyandırdığını ve kraliyet muhafızlarına basıldıklarını farz ediyordu. Gerçi öyle olsa bile kaşarlanmış haydutların böyle korkunç feryatlar ederek kaçışı tuhaf görünüyordu. Conan kapıya bakmadı zira can çekişen bir kurdun parlayan gözleriyle haydudu izliyordu. Böylesi bir anda bile Ascalante’nin alaycı felsefesi onu terk etmemişti:
“Her şey kaybedilmiş görünüyor, bilhassa onur,” diye mırıldandı. “Her halükarda Kral ayakları üstünde ölüyor—ve—” Aklından geçmiş olabilecek diğer düşünceler bilinmiyor; zira tam Cimmerialı balta kullanan elini mecburen körleşen gözlerindeki kanı silmekte kullanıyordu ki, cümleyi tamamlamadan bırakıp usulca Conan’a doğru koştu.
Fakat tam saldırısına başlarken, havada garip bir esinti oldu ve ağır bir kütle korkunç şekilde çarptı omuz çatına. Boylu boyunca yere kapaklandı, koca pençeler ıztırap verici şekilde tenine gömüldü. Saldırganın altında umutsuzca debelenip çırpınarak başını çevirdi ve Kâbus ile cinnet çehresine baktı. Ne makul, ne de insani bir dünyada doğmadığını bildiği, siyah bir yaratık çömeliyordu üstünde. Salyalı, siyah dişleri neredeyse gırtlağındaydı ve sarı gözlerin parıltısı, tıpkı katil bir rüzgârın körpe mısırları buruşturduğu gibi elini ayağını kurutuyordu.
Suratın çirkinliği salt hayvanlığı aşıyordu. Olsa olsa, iblisce bir hayatla canlanan yaşlı, habis bir mumyanın yüzü olabilirdi bu. Onu saran çılgınlık içinde, haydudun fal taşı gibi açılan gözleri, köle Thoth–amon’a hafif, korkunç bir benzerlik görür gibi oldu o korkunç yüz çizgilerinde. Sonra Ascalante’nin, her şeye kifayet eden alaycı felsefesi onu terk etti ve o salyalı dişler ona dokunmadan feci bir çığlıkla ruhunu teslim etti.
Gözlerinden kanı silkeleyen Conan bakakaldı. Önce Ascalante’nin çarpık bedeni üstünde duranın kocaman, kara bir tazı olduğunu sandı; sonra görüşü netleşirken gördü ki, bir av köpeği, ne de bir babundu bu.
Ascalante’nin ölüm çığlığının bir yankısına benzer bir çığlıkla duvardan sendeleyerek uzaklaştı ve arkasında gergin sinirlerinin tüm umutsuz gücü bulunan bir balta atışıyla karşıladı saldırgan dehşeti. Uçan silah, kırılması gereken basık kafatasından çınlayarak sekti ve kral, dev bedenin darbesiyle odanın ortasına fırlatıldı.
Salyalı çeneler Conan’ın gırtlağını korumak için kaldırdığı koluna kapandı ama canavar bir ölüm kavrayışı falan elde etmeye çalışmıyordu. Ezilen kolu üstünden iblisçe baktı kralın gözlerine. Ascalante’nin ölü gözlerinden bakan dehşetin benzerini yansıtmaya başlıyordu bu gözler. Conan ruhunun buruştuğunu, etrafında büyüyüp tüm yaşam ve mantığı yutan biçimsiz kaos içinde hayal gibi parlayan sarı kozmik dehşet kuyularında boğmak için bedeninden çekilmeye başladığını algıladı. O gözler büyüdü, devleşti ve onların içinde biçimsiz boşluk ve gece çukurlarının dış karanlığında gizlenen tüm derin, kâfir dehşetlerin gerçekliğini algıladı Cimmerialı. Kanlı dudaklarını nefret ve tiksintisini haykırmak için açtı ama boğazından tek çıkan kuru bir takırtı oldu.
Ancak Ascalante’yi felç ederek öldüren dehşet, delilikle akraba, çılgın bir öfke uyandırıyordu Cimmerialının içinde. Tüm bedeninin volkanik bir kasılışıyla, yırtık kolunun acısını kaale almadan, kendisine yapışık canavarı da çekerek geriye doğru atıldı. Dışa savrulan eli, şaşkın savaşçı beyninin kırık kılıcının kabzası olduğunu fark ettiği bir nesneye çarptı o an. Gayrı ihtiyari onu kaptı, sinir ve kaslarının tüm gücüyle, bir hançer saplıyormuş gibi vurdu. Kırık kılıç derinlere saplandı ve iğrenç ağız acıyla açılırken Conan’ın kolu serbest kaldı. Kral şiddetle yana savruldu, bir eli üstünde doğrulunca kırık kılıcının açtığı koca yaradan koyu kanı boşanan canavarın korkunç kasılmalarını gördü şaşkın şaşkın. Tam bakarken çırpınışlar kesildi ve korkunç, ölü gözlerle yukarı bakıp, kasılmalarla seğirerek uzandı. Conan gözünü yumdu, üstündeki kanı silkeledi; yaratık eriyor, sümüksü, kararsız bir kütle halinde dağılıyormuş gibi geldi ona.
Sonra bir curcuna geldi kulaklarına. Oda nihayet uyanan saray halkıyla—şövalyeler, lordlar, leydiler, askerler, danışmanlar—doluyordu; hepsi abuk subuk konuşuyor, bağırıyor, bir diğerinin yoluna çıkıyordu. Elleri kabzada, dişlerinde yabancı küfürlerle Kara Ejderler, öfkeden kudurmuş halde emre amadeydi. Kapı muhafızlarının genç subayına gelince, imi timi görülmedi, titizlikle aransa da ne o zaman bulundu, ne de daha sonra.
“Gromel! Volmana! Rinaldo!” diye bağırdı başdanışman Publius cesetler arasında tombul ellerini burarak. “Kara ihanet! Birileri bunun hesabını verecek! Muhafızları çağırın.”
“Muhafızlar burada, seni yaşlı aptal!” Kara Ejderler’in komutanı Pallantides, o anın stresi içinde Publius’un mevkisini unutarak laubali bir tavırla çıkıştı. “En iyisi mart kedisi gibi miyavlamayı kes de, kralın yaralarını sarmamıza yardım et. Çok kan kaybetmişe benziyor.”
“Tamam, tamam!” diye bağırdı eylemden ziyade plan adamı olan Publius. “Kralın yaralarını sarmalıyız. Saraydaki tüm hekimleri gönderin! Ey lordum, şehir için ne yüz karası! Hepsini öldürdünüz mü?”
“Şarap!” diye soludu Kral yatırıldığı divandan. Kanlı dudaklarına bir kupa dayadılar, o da şarabı susuzluktan yarı ölü gibi içti.
“İyi!” diye homurdandı yaslanarak. “Öldürmek feci susatıyor.”
Kanın akışı kesilmiş, barbarın doğal zindeliği kendini gösteriyordu.
“Önce böğrümdeki hançer yarasına bakın,” Saray hekimlerine emretti. “Rinaldo ölümcül bir şarkı yazdı oraya, taş kalemi de keskindi.”
“Onu uzun zaman önce asmamız gerekirdi,” diye geveledi Publius. “Ozanlardan hayır gelmez—peki ya bu kim?”
Sandaletinin ucuyla Ascalante’nin bedenine dokundu gergin gergin.
“Mitra adına!” diye bağırdı komutan. “Eski Thune Kontu Ascalante bu! Onu çöldeki meskeninden ne halt getirdi ki?”
“Ama niye böyle bakıyor?” diye fısıldadı Publius geri çekilerek. Gözleri fal taşı gibi açılmıştı ve şişman ensesindeki kısa tüyler arasında acayip bir karıncalanma algılıyordu. Ötekiler ölü hayduda bakarken sessizliğe gömüldü.
“Onunla benim gördüğümü görmüş olsaydın,” diye gürledi Kral, şifacıların itirazlarına rağmen oturmak için doğrularak. “Şaşırmazdın. Görür görmez gözlerin kavrulurdu—” Ağzı açık, parmağı boş yere göstererek bir anda durdu. Canavarın öldüğü yerde sadece boş zeminle karşılaştı gözleri.
“Crom!” küfrü bastı. “O şey eriyip türediği pisliğe dönmüş!”
“Kral sayıklıyor,” diye fısıldadı bir soylu. Conan işitti ve barbar küfürler savurdu.
“Badb, Morrigan, Macha ve Nemain adına!” diye bitirdi öfkeyle. “Aklım başında. Bir Stygia mumyasıyla bir babun melezini andırıyordu. Kapıdan geldi ve Ascalante’nin hırsızları önünden kaçtı. Beni şişlemek üzereyken Ascalante’yi öldürdü. Sonra bana saldırdı, ben de onu öldürdüm—ama nasıl bilmiyorum, çünkü baltam kayadan seker gibi sekti ondan. Fakat bunda Bilge Epemitreus’un eli var bence—”
“Dinleyin, on beş asırdır ölü Epemitreus’u nasıl anıyor!” diye fısıldadılar birbirlerine.
“Ymir adına!” diye gürledi kral. “Bu gece Epemitreus’la konuştum! Düşlümde bana seslendi, eski tanrılar yontulmuş kara taştan bir koridordan geçip, basamaklarına Set’in resmi çizilmiş taştan bir merdivenden, üstünde Anka kuşu oyulmuş bir lahit bulunan bir mahzene indim—”
“Mitra adına, Lord Kral, susun!” Bağıran Mitra başrahibiydi ve benzi solmuştu.
Conan başını yelesini sallayan bir arslan gibi geri attı; sesi kızgın bir aslanın homurtusuyla kalınlaştı.
“Emrinle ağzını kapatan bir köle mi sandın beni?”
“Yo, yo lordum!” Başrahip titriyordu, ancak haşmetmeabın gazabından değildi bu. “Haddimi aşmak istemedim.” Başını kralın yakınına eğdi ve sadece Conan’ın kulaklarına gelen bir fısıltıyla konuştu.
“Lordum, bu insan havsalasını aşan bir meseledir. Golamira dağının kara kalbine meçhul eller tarafından oyulmuş kara taş koridor ya da Epemitreus’un on beş yüzyıl önce yatırıldığı, Anka kuşunun koruduğu kabirden en içteki rahiplik çemberindekiler haberdardır sadece. O zamandan sonra oraya fani girmedi, çünkü seçtiği papazlar, Bilge’yi kabrine yerleştirdikten sonra, koridorun dış girişini tıkadılar ki kimse onu bulamasın; bugün, başrahipler bile nerede olduğunu bilmez. Bu sır seçilmiş birkaç başrahip tarafından ağızdan ağıza aktarıldı ve kıskançlıkla korundu. Epemitreus’un ebedi istirahatgahının Golamira’nın kara kalbinde olduğunu bilenler, Mitra çömezlerinin iç çemberini oluşturur. Mitra kültünün dayandığı sırlardan biridir bu.”
“Epemitreus’u hangi büyünün bana getirdiğini bilemem,” diye cevapladı Conan. “Ama onunla konuştum ve kılıcıma bir işaret koydu. O işaret onu iblisler için neden ölümcül kıldı veya işaretin arkasında ne gibi bir büyü var bilmiyorum; ama ağzı Gromel’in tolgasında kırılsa da parçası, o dehşeti öldürmeye kafi geldi.”
“İzninizle kılıcınıza bakayım,” diye fısıldadı başrahip aniden kuruyan gırtlağından.
Conan kırık silahı uzattı, başrahip bağırdı ve dizleri üstüne düştü.
“Karanlık güçlerine karşı Mitra himaye ediyor bizi!” diye yutkundu. “Kral bu gece Epemitreus ile konuşmuş sahiden! Kılıcın üstünde—onun dışında kimsenin yapamayacağı gizli işarettir bu—kabri üstünde ebediyen düşünen ölümsüz Anka amblemi! Bir kandil, çabuk! Kralın goblinin öldüğünü söylediği yere yeniden bakın!”
Kırık bir panelin gölgesinde duruyordu. Paneli yana ittiler ve bir kandil ışığı seliyle zemini yıkadılar. Bakarlarken de ürpertici bir sessizlik çöktü herkesin üstüne. O anda kimi dua ederek diz çöktü, kimi de çığlık çığlığa kaçtı.
Canavarın öldüğü yerde yıkamakla çıkmayacak, geniş, somut bir gölgeyi andıran kara bir leke uzanıyordu; yaratık, net olarak hakkedilen dış hatlarını bırakmıştı kanının içine; bu hatlar hiçbir makul veya normal bir dünya varlığına ait değildi. Kara Stygia diyarındaki solgun mabedlerin loş mihraplarında çömelen maymun tanrılardan birince bırakılmış zalim, dehşetli bir gölge gibi duruyordu orada.
SON
Son düzenleme: