KULL-ATLANTİS SÜRGÜNÜ'NÜN ÖNSÖZÜ
Mertlik değil mi bir kral olmak,
Ve Persepolis’te zaferle at sürmek?
—Christopher Marlowe,
Tamburlaine,
Bölüm Bir
Steve Tompkins
2006
2006
Yüce Atlantis’ten Kull. Kull, Görkem Diyarı’na hükmettiği sürece Valusialı olmayışını hiç sorun etmeyecektir. Kull, soğuk bakışlı ama asabiydi. En akla hayale gelmez kadim züccaciye dükkânındaki bir boğaydı. Kull, düşünen adamın barbar gördüğü ve düşünen adam olarak barbardı. Onun için yasak göllerin yüzeyi ve büyülü aynalar engel değil davetiyeydi. Pandora’nın kutularını doğum günü armağanları gibi açandı Kull. Derin Zaman’ın bakışlarına karşılık veren ve yüce, soğuk ve kozmik perpektiflere çıkan merdivenlere meydan okuyandı. Enli bir kılıçla felsefe yapan, bir savaş baltasıyla kanun koyan kraldı o; yakamızı bırakmayan kraldı zira o da bizzat aynı şekilde kovalanıyordu. Sadece Conan’a giden bir ara istasyon değil, kendi gerçeği içinde unutulmaz bir istikamet.
Kim onun kahramanları gibi uğursuz eğlence ifadesini aktarabilir —hançerleriyle yaklaşan Kedi ve Kurukafa’nın göl sakinleri kadar: “Bu bildiğim bir oyun, hayaletler” —veya Büyücü Tuzun Thune’ye melankolik bir iç tepki: “Yine de, insanların güzellik ve görkeminin yaz denizi üstündeki duman gibi solacak olması yazık değil mi?” —Kull öyküleri kendi kendileri için konuşabilir. Oysa bazı okurlar, onun Robert E. Howard’ın yazılı tarihi ve yazı öncesi tarihi yeniden yazmak yeteneğinden kaynaklanan muazzam bütünlüğü ve Texas kurgucusunun kısacık ama tamamen şaşırtıcı kariyeri içindeki yerini belirlemeye birkaç sayfa ayırırsak Atlantisli gaspçıdan daha da fazla hoşlanabilir.
Weird Tales okurlarına Ağustos 1929 sayısının içinde Kral Kull olarak giriş yapan Gölge Krallık’ı kılıç ve büyü öykülerinin kökeni olarak tasnif etmek pek doğru değil. (Çoğumuzun ilk kez “Atlantis Sürgünü” olarak karşılaştığımız Kral olacak Kull’un görünüp kaybolduğu başlıksız skeç 1967’ye kadar yayınlanmamıştı.) Bunu yapmak, bir erken dönem başyapıtını, bir silahşörün, bir kara büyücünün cehennemi, ejderlerce korunan istihkâmını işgal edişini anlatan Lord Dunsany’nin 1910 tarihli The Fortress Unvanquishable, Save for Sacnoth’u görmezden gelmek olur. Oysa Howard öyküsü sadece ilk Amerikan Kılıç ve Büyü öyküsü olarak değil, sadece tek bir maceracı için gerekenden daha büyük bir arena, bir mekan, istenen sonların tüm derinlik ve ayrıntılarını da barındıran bir arkaplan sunmasıyla oluşturulan bir dizinin habercisi olarak karşımıza çıkar. Kull’un Tufan Öncesi Çağıyla, ukala Orta batının Oz propagandacılığı veya egosu büyük kahramanının yönetmek için doğduğundan fazlasıyla bahsedilen John Carter of Mars’ın (Edgar Rice Burroughs- Çn.) Barsoomian kent devleti Helium’unun kendi kendine hayran tarzından ziyade; tehlike ve şüpheyle tanımlanan bir Amerikan fantezi diyarına ulaşılır
Geç dönem Tufan Öncesi Çağ’ın barbarları, Atlantis, Lemuria ve Pict Adaları’ndan Thurian kıtasına batırılamaz korsan gemileriyle akınlar yapan açık deniz adalılarıydı. Zaman kan ve demiri çağıydı ama Thurialı kanı seyrelmiş, demirleri aşınmıştı; Tufan Öncesi Yedi İmparatorluk yaşlılıktan titreyip yalpalarken, Hyboria Çağı’nın hakim uygarlıkları “Gerçekten de dokundukları tüm vahşileri vahşette debelenmekten kurtaracak kadar dinç” olacaktır. Bu Conan’ınkinden daha az haritalandırılmış bir dünyadır ve sınırları gizem ve gizemcilik tarafından daha fazla kucaklanır; Uzak kuzeyde buz mağaraları, uzak güneyde sürüngen kokulu cangıllar, batıda günbatımının ardındaki adalar, doğuda Stagus nehri ve Dünyanın Sonu. Verulia hilekârlığının bir özdeyiş olduğunu öğreniyoruz, Thurania’nın da Farsun’un düşmanı olduğunu. Oysa Howard Kull öyküleri içinde aslında Zaman’ın ne olduğunu anlatmaktadır. Meçhul yüzyıllar, binyıllar ve maddelerin çağları anlatılır, Söylenti halinde, tarihöncesinin içinde gölgelenen tarihi, kralların şeflerin içinde solduğunu, sarayların mağaralara, ulusların kabilelere, kanunların tabulara dönüştüğünü sezeriz. Thuria uygarlığının tüm ana fikri, bunaltıcı süreklilik ve uzun ömürlülüğüdür; Pict veya Atlantis farkındalığının tam şafağında, alacakaranlık daha şimdiden Yedi İmparatorluk’u örtmüştür. Onların göreli katılık veya koyulukları, Conan serilerinde Stygia’nın Mısır, Zingara’nın İspanya ve Turan’ın Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine geçişi gibi kolay tanımlanamayan, düş ülkesinin daha derinlerine çeken bir olgudur bizi.
Kull’un Valusia’nın gençleştirilmesi projesinin, Howard’ın 1932’ye değin yazmadığı bir çalışması olan Hyboria Çağı’da hükmedildiği gibi, başarısız olacağı belli değildir. Bu da aklında Tufan Öncesi Çağ’ın olmanın farkında olmayan Tufan Öncesi Çağ’ı korumak için önemlidir. Tufan’ın farkında olmamak, serilerde baştan sona su, rüzgâr, lav ve ürpertiden dövülmüş bir Demokles’in Kılıcı gibi başların üstünde asılı duran Tufan’ın farkında olmamaktır. Ya da öyle midir? Atlantisli karakterler tarafından hatırlanan Kaplan Vadisi’nin ‘haydut kabilesi’nin boğulmak suretiyle ölümü ya da Erguvan Krallık’ın Kılıçları’nda tesadüfi ‘Sel’ göndermesi gibi emare ve kanıtlar vardır. Göl Kralı, Kull’da ‘dünyayı ezip geçecek vahşetin yükselen med cezirinin ilk dalgasını’ gördüğü zaman ve bizzat Kull, Sürgün kadar eski zamanlarda, Tuzun Thune’nin aynası “çalkantılı yeşil dalgaların Atlantis’in ebedi tepelerinin kulaçlarca üstünde gürlediği” ve “kadim topraklarda tuhaf vahşilerin dolaştığı” bir geleceği yansıtmadan epey önce, “Bir gün denizin şu tepelerin üstünden akacağını” öne sürdüğünde enikonu haklıdır. Howard, Atlantis isminin kendi sonunu ele vermeye yaradığının, bir yazar olarak pekala farkındadır. Bu, geçmiş çağlara, imparatorlukların kuruluş sembolüne ve Platon’dan bu yana ilahiyatın insan sürtüşmelerine, çakmaktaşı uçlu bir darbe ve mağaraları mesken tutan bir başlangıca dek giden çağlara yolculuk etmesinin nedenidir aynı zamanda. Ve evet. Kull serilerinin Atlantis’ini, Howard’ın Kurukafa Yüz ve Kafatası Ayı öykülerindekiyle bağdaştırmak fena halde güçtür. Öyle ki, muhtemelen kıt akıllıların hobgoblini hakkında bir şeyler mırıldanıp denemeyi bırakırdık.
Conan yıllarının başlarında Howard Kull yıllarına yanlış bir başlangıç olarak değil, bir kaynak olarak bakıyordu; Kılıçtaki Anka’yı, Ben Bu Baltayla Hükmederim! ( Satılmadığı ve anlatılmayan pratik nedenler yüzünden) üstüne inşa etmiş, Tufan Öncesi Çağ’ı da, Fil Kulesi’nin uzun ömürlü, uzağı gören varlığı Yag Kosha’nın tanıklığıyla Hyboria çağının evveliyatı olarak inşa etmiştir. Howard, 1932’de Thurialıları “Pictler, Atlantisliler ve Lemurialılar generalleri, devlet adamları, sık sık da kralları olurdu” diye yazdığında, uzun zaman önce Kelkor’da tıpkı böyle bir generali, Ka-nu’da böyle bir devlet adamını, Kull’da da böyle bir kralı yaratmıştı. Hyboria Çağı’nın aynı açılışında “Valusia ve Commoria (Kull öykülerinde hiçbiryerde bahsedilmeyen bir krallık) arasındaki savaşlar” alıntısı ve “Atlantisliler fetih yoluyla anakarada bir krallık kurdu” imasıyla bilgimize eklemede bulunur. Yag Kosha da bunu anlatırken, daha erken dönemin “Vahşi savaşlar ve dünyanın kadim kan davaları”nı yoğunlaştırmak suretiyle Tufan Sonrası Çağ’a dikkat çekmiştir. Pict ve Atlantislilerin kalıntılarının “kanlı savaşlarda birbirine girerek harap olduğunu, Pictlerin derin vahşetin içine, Atlantislilerin yeniden maymunluğa gömüldüğünü gördük. (Conan’ın) Halkının, yeni bir isimle eskiden Atlantis olan maymun ormanlarından yükseldiğini gördük.” Çocukluğunu “Ormanlarda dolanıp duran tüysüz bir maymun” olarak, “İnsanların dilini konuşamadığını” kabul etmeye meyilli olan Kull, Tufan’dan sonra Atlantisliler için yaklaşan kesintinin bir tür önizlemesi haline gelir.
Kull öyküleri vakti geldiğinde uzak alanlara uzanır ama mekânsal olarak nadiren Valusia’dan sapar —ki Howard’ın, serilerde başka türlü keşfedilmeyen bütün krallıkları geçen sıcak takibiyle o boş umutlar veren River Stagus/Gündoğusunun Ötesi fragmanının böyle hoş karşılanmasının nedenidir bu. Kull’u Conan’dan ayıran koşulların sürekliliği, Sadece Pict ülkesinden değil, aynı zamanda Kull’un kendisinde katlanamayacağı olgunluk ve yumuşaklıktaki pederşahi büyükelçisi Ka-nu’yu da içeren Howard repertuar toplululuğunun devridaimini mümkün kılar. Kedi ve Kurukafa’daki Ka-nu’nun kinayesi —“Doğal olarak Tu’nun nezaretinde olduğundan önce işkence odasına gittim”— bize, alt tabakada doğmuş biri olduğu için teklifsizlik ve geleneği alt üst ettiğinden, körü körüne ve bürokratik şekilde tanıdık ikinci tekil şahıs zamirine pek az hoşgörü gösteren Tu hakkında bilmemiz gerekenin çoğunu söylüyor. Devlet Kanunu’na herhangi bir meydan okumaya katlanamayan Başdanışman, Atlantis Sürgünü’nde kabilesinin irfanına meydan okunmasına katlanamayan Gor-na tarafından öncellenmiştir. Gor-na kuşkuculuğu için Kull’u haşlarken, seriler boyunca mücadele edeceği toplumdışı olana dair görüşünü seslendirir: “Hep ne olduysa, hep o olmalıdır.”
Howard’ın Pictlerine Hyboria Çağı sonunda bir uygarlığın yok edicileri ve Caesar Çağında bir uygarlığa meydan okuyanlar olarak alışkınız, oysa Kull öykülerinde müttefik oldukları zayıf düşmüş bir uygarlığın savunucuları olarak görürüz onları. Bu savunucular Mızraklı Katil Brule tarafından yönetilir; Conan yıllarından bir çalışma olan Kara Nehrin Ardında’daki “Bir kurt, şans eseri veya kendi seçimiyle bekçi köpekleriyle koştu diye daha az kurt değildir” vecizesindeki gibi. Güç, Kull’un tahtının arkasında değil, yanındadır, sık sık serilerde tamamlayıcı unsur olarak hizmet eder: “Pict’in sert fısıltısı, içinde hareket ettiği gerçekdışılık krallığından (Kull’u) geri getirdi.” 1987’lerde Howard’ın çalışmalarını gözden geçiren Marc A. Cerasini ve Charles Hoffman, Kull öykülerini William Blake’den mükemmel bir dizeyle aydınlatır: “Gazabın kaplanları eğitimin atlarından daha bilgedir.” Kazandığı tüm bilgeliğe rağmen Gazabın Kaplanı Kull, tekrar tekrar Eğitimin süvarisi olan Brule tarafından kurtarılmış olsa gerek: Kull’un kurtuluşu için veya Kull’un intikam görevinde kıtanın sonuna at sürmek gerekli olduğunda Pictler eyerlere atlar ve Howard’ın henüz kahramanlık fantezisine Texas’ı ilave ettiği büyük günler henüz gelmemiş olsa da, “Atlarında Kentorlar gibi oturan Brule’nin kabilesinden ince yapılı kudretli vahşiler” Comanche’leri getirirler akla.
Brule’nin aklına “Kalemin kılıçtan güçlü olduğu”nun asla gelmemesi, tahrikçi şair Ridondo’nun “Akbabalar için uyak düzmesi” için ayarlama yapması için Kull’u sıkıştırmasının da nedenidir. Ben Bu Baltayla Hükmederim, şiirleri daha sonra Erguvan Krallığın Kılıçları’nda yaşamayı sürdürse de, Ridondo’nun göründüğü tek öyküdür. O Howard’a sadece küçük bedellerle, mavi gözlü nazım yazarı dostla eğlenmek için birçok sayfayı şiirle doldurma olanağı sağlar. Ridondo ile karşılaştığımız zaman bir soytarının rengârenk giysileri içindedir ama bir hançeri sallayarak gerçekleştirmeye yemin ettiği suiikastle övünür. Bu esnada emsalsiz savaşçı Kull, küçük bir yazı masasının arkasında ilk kez görülmektedir ve de kral, şairi bağışlamaya, şair kralı öldürmeye çabalarken görünüşe göre rollerin tersine dönüşü devam eder. Kull, bir Kelt karakteri değildir, geriye dönüp bakıldığında, Howard’ın Atlantislilerin Keltlerin büyükbabası olan Cimmerialıların ceddi olduğuna karar vermesi, daha sonraki yıllardadır. Oysa barbarın ozana hürmeti, Ridondo gibi kaçık ve kentli biri bile olsa, ona onursal bir Kelt statüsü kazandırır —ve de şair korunmasız böğrüne “ölümcül bir şarkı” yazdığı zaman onu az kalsın öldürecek bir yara. Neticede Kull’un zırhında bir başka yarık bulunuyordu, bunun da 1928 tarihli bir mektubunda yaratıcı tarafından gözlenmiş olması ilginçtir: “Bir erkek kalbini her açışında zırhını kırıp savaş gücünü zayıflatır.”
Kull yılları esnasında, yazar Amatör Howard’dan, Çırak Howard’a evrilmeye başlar. Olması gerekenden daha az ticari düşüncelidir, seriler de daha sonraki profesyonelin verimliliğini yöneten kesinlik yokluğu sergilemektedir ama mor ve altın sarısı romantiklik, ancak yirmilerindeki bir yazar için sıra dışı değildir. Daha az sıradan olan, karakteristik Howardçı siyah sınırlar ile tüm o mor ve altının gri arkaplanıdır. Düşsel ama uyuşuk olmayan, melankolik ama somurtkan olmayan bu öyküler netice itibarıyla asla çok yaşlanmayacak genç bir adamın çalışmalarıdır. Kull gibi, o genç adam da; bir taraftan “onu asla anlayamayacak bir halkın kaprisleri” ile sık sık kışkırtılırken, çağın aşırılıkları ve anıların düşleri tarafından hem büyülenmiş, hem de dehşete düşürülmüştür.
Bizzat Howard, dostu Harold Preece’ye Ekim 1928’de yazdığı mektupta, bize Kull’u onun tavırları açısından tıpkısının aynısı olarak algılamamıza sözsüz bir müsaade verebilir: “Kendimi tanıdığım kadarıyla, bildiğim herkesten daha derin bir okültist, sahiden de benim tam olarak yeniden doğmuş bir Atlantislinin ihtiyar ruhuna sahip olduğumu söylerdi!” Kull’la birlikte, insanoğlunun bir atası olan vahşetin çocuğu da “Ailesinin kim olduğunu” bilmez. Küçük bir kasabadaki küçük bir ailenin içindeki hayatın hırgürü ve feryat figanıyla başa çıkarken belki de zaman zaman Howard’a körlük gibi görünen bir bilgisizliktir bu. Kull’un göstermelik mutlak gücü, sık sık zafer alayı tarafından süslenmiş bir zayıflıktır sadece. Isaac ve Hester Howard’ın tek oğlunun ona sürtündüğünü hissettiği, Gölge Krallık’ta bozulan “Dostluk, Kabile ve Gelenek Zincirleri” yüzünden kazıkta yakılmayı bekleyen Sürgün Ala öyküsündeki “Özellikle üretimi Atlantis işi olan acayıp bir şey olan ağır, ahşap zincirler” şeklinde hayat bulan zincirler tüm serilerde çınlayıp durur. Eallal halisünasyonu “o kararsız ayaklar üstündeki tüm çağların zincirleriymiş gibi ağır, sessiz adımlarla” ilerler, Kull, yılan adamların üstünde, içindeki çılgının zincirlerini çözerken, Howard bize “Sadece şimdi ruhunda bir tür zincir kırılmıştı” der. Fragmanlardan birinde “Doğum ve koşulların zincirlerinin ötesinde” dikkate değer bir eşitliği benimser ve Kull ikinci Ala’ya “kral da senin gibi, daha ağır zincirlerle bağlanmış bir köle sadece” diye bildirir.
Zincirli bir kaplan bir yüz karası, yalnızca gerileyen Valusialıların (veya Gecenin Kralları’ndaki Romalıların) kapılabileceği doğal düzene karşı gelme olurdu. Aslan hayvanların kralı, aynı zamanda da kralların hayvanı olarak tercih edilir; oysa Kaplan atmosferi daha doğulu ve egzotiktir—Howard’ın yerleşik adetlerinden biri— öyle ki, Atlantis’in sahillerinde “Yıldızlara karşı” kükreyen kaplanların yerini büyük oranda anlayabiliyoruz. Kaplan muhteşem bir tecrit halinde avlanır; gönül kibir taşımayan bir yırtıcı, Kull için (belki de yaratıcısı için) uygun bir totemdir o. Ala, Ben Bu Baltayla Hükmederim’de; Kull en kaplansı özelliklerinin çoğunu kanıtlamaya zorlanmadan önce “Ben—sizi bir kaplan adam sandıydım,” diye itiraf eder. Oysa bağlantı, daha Atlantis’den önce, avcıların, bir kral kaplanın bir zamanlar avcılardan kaçmak için bir sarmaşığa tırmanıp, orada “yıllar boyu” yaşayıp yaşamadığı tartışmasıyla başlar.
Howard’ın başka bir dostu olan Tevis Clyde Smith’e 1928 tarihli başka bir mektup, yaradılışın başlangıcındaki “akla hayale gelmeyen kahramanların işleri”, “kaba, üstünkörü el işçiliği” ve “uzun merdivenden düşe kalka çıkan” yazarlar ifadeleriyle, zirvelere erişen yarı tanrılara göndermeler yapar. Son iki imge, Gölge Krallık’ta sarsıcı görüntülerden birini getiriyor akla; İnsan, “tanrıların bir şakasıdır; kaderinin kanlı yolunu izleyerek büyük, suçlu bir çocuk gibi hayvani gaflarının nedenini bilmeyen, yine de biryerlerde ilahi ateşin bir kıvılcımını sezen kör, bilgisiz bir kavgacı.” Howard aynı mektupta pek başarılı olmasa da, “Başarı Yokluğu”yla tanışık olduğunu açıklamaya devam eder: “Zira ben yürürken ve kıpkızıl kan terlerken, her zaman kalabalığın tezahüratları arasında kalabalığın alaylarının anısı da kıvrılan bir yılan gibi gelecektir.” Bu, Gölge Krallık’ın ilk sahnelerinin kaba bir taslağı gibi okunuyor; sadece Howard’ın dişler, kangallar ve pullara, negatif her şeye eğilimi yüzünden değil; tezahürat ve alay karışımı da takdire şayan olduğundan. İtaat telkin eden, ancak asla meşruiyet telkin etmeyen Atlantisli gaspçının arkasında sık sık geri çevrilen ve çabucak karamsarlığa kapılan yazarın da farkına varabiliriz. Oysa ilahi ateşin kıvılcımı, Howard’ı kıpkızıl kan terlemeye motive etmeyi sürdürecektir; 1928 Kasımındaki mektubunda Tevis Clyde Smith’e içini dökerken, “İçimde büyük bir yazarın malzemeleri var ama asla bunu başaramayacağım. Çünkü gerçekten denemek ve denemeye devam etmek için öyle kararsız ve tembelim ki” diyerek ele verir kendini.
O büyük yazarın yapıtları burada sunuluyor, oysa Kull öyküleri Howard’ın otuzlarında yazdıklarından, “belli bir arkaik tat” yüzünden farklıdır —aye (yes-evet), nay, (no-hayır), ye (you-siz), mayhap (perhaps-belki) —kendisi de bunu “fazla ortaçağ okumaya” bağlar. Seri sınırlarının Perisel saçakları, çaresizce yüksek fantezinin sınırlarını çizmeye devam eder; daha sonra James Branch Cabell veya Clark Asthon Smith’ten bekleyebileceğimiz dokunaklı titreşimi de görmezden gelemeyiz: Brule’nin ataları “kişisel gücünün veya büyük çapta adam öldürme başarılarıyla yarı tanrı haline getirilen bir iki efsanevi kahraman,” içerir. Ascalante de, “şairlerin her zaman iktidardakilerden nefret ettiği ve düşlerine inanmak için ölü çağlara döndüğüne” dikkat çeker. Howard’ın terminolojisi; “İllusion-yanılsama” ve “Allusion-ima”nın “Valusia” ya dönüştüğüne dair izlere rağmen, henüz dönüştüğü güzelliği ödünç alan keyfi bir şey değildir. Bu terminoloji Thuria kıtasının büyülü Eski olan’ın merkezi olan bir krallık için mükemmeldir. Goron bora Ballin ve Ronaro Atl Volante de ikna edici aristokrat isimleridir.
Eğer geç Tufan Öncesi Çağ’ın belli başlı meselesi gibi görülebilirse, bu durum, karışık evliliklerin ya önüne geçmekte, ya da ortadan kaldırmaktadır. Böyle hayal etse de, Howard, kesinlikle Kull’unun tüm parçalarının yayınlanacağını aklına getirmedi; bunlara konsantre de olmadı. Evlilik gündemleriyle Kull’un başına bela olan küçük inatçı ama hile tutkunu kadınlar daha ziyade küçük kızkardeşler gibidir, kitap kurdu genç bir adamın yapıtları da kızlardan ziyade varoluşun bilmeceleriyle uğraşarak tatmin olur. Kızıl Kardeşlik’ten Valeria ve Agnes de la Fere’nin vakti henüz gelmemiştir; gerçi ikinci Ala bunu vaat ettiğini gösterir. Erguvan Krallık’ın Kılıçları’nın Delcartes’i de Kedi ve Kurukafa’nın Delcardes’inden tek bir sessiz harften fazlasıyla ayrılır. Bir kriz anında Howard, Delcartes’e “Bir dişi kaplan kadar çevik ve sessizce” sıçraması için izin bile verir.
Delcardes ve Delcartes, etraflarında kanat çırpan birşeylere sahiptir, bu da uygundur. Zira Kull serileri sadece Howard’ın yirmilerinin ürünü değildir. “Yirmiler” aynı zamanda Atlantis’in tüm kaplanlarından daha yüksek sesle kükreyen bir onyıldır. Bu öykülerin yazılması, tamı tamına Amerikan edebiyatının içine girdiği ve kendi kendisinin, daha şimdiden yazılmış olanın ve daha sonra ne vaat ettiğinin farkına vardığı kolonyal sonrası, ama imparatorluk öncesi ana denk gelir. Sarayındaki Atlantisli gaspçının, konağındaki Jay Gatsby’nin olduğu gibi, kültürel açıdan hayli hareketli ve kibar görünmesi, hayalperest bir mukayese tehdidini içerir. Dahası, Gölge Krallık’ın ilk Amerikan Kılıç ve Büyü öyküsü olduğunu söylemek, basitçe böyle bir öykünün bir Amerikalı tarafından ilk kez yazıldığından çok daha fazlasını ifade eder. Amerikalı, hem yerleşim bölgesi hem de serilerin çoğunun zindeliğine ilişkindir.
Conan Kuzeyden gelmiştir, oysa Kull Batıdan, denizin ötesinde dağları birdenbire “Kull’dan bile genç olan, acımasızca, korkunç bir şekilde” yükselen daha yeni bir dünyadan gelir. Bir sürgün, bir yabancıdır Atlantisli; sıklıkla ihtiyarların ortasındaki bir yeniyetmeye—ya da Avrupalılar arasındaki bir Amerikalıya benzer. Howard “Deniz ve dağların hilesiz adamını”, “Eskiliğin gizemciliğiyle tuhaf ve müthiş bilge bir kavmin” karşısına koyar. Görkem Kenti’nin “Saraylar, mabetler ve sunakları,” yeni kralla, Partenon, Latin Avlusu ve Westminster Manastırı’nın karşı konulmaz eskiliğiyle, çoğu duyarlı Amerikalıyı rahatsız edecek şekilde konuşur. Kull’un bir korsan, bir haydut, bir gladyatör ve bir paralı asker olarak sınırlarını içeren curriculum vitae’si gerçekte saf bir kız, gurbetteki bir masumunki gibi veya Kral Borna’nın Sarayında bir Atlantisli Yankininki gibi değildir. Bu “kül rengi eskiliğin hayal, gölge, toz ve çamuru arasında debelenen” Hank Morgan’la ilk kez karşılaştığında Mark Twain’in sabırsızlığına denktir. Camelot halkı Morgan’ı ziyaretini “Uzak bir barbarlar ülkesinden” diye kabul eder. Bu yüzden suçlayıcı, kalıtsal bir monarşi içinde Twain’in bile hakkından gelen Büyük Savaş sonrasında; Amerika’nın en azından altı imparatorluğun arasındaki bir kavgaya karışmak üzere okyanusu geçmesinin hemen ardından, genç ve temkinli bir Amerikalının kahramanlık fantezisi içinde Yeni Dünya ve Eski olan arasında çatışma dışında ne olabilirdi? Eski dünya yıkım ve unutuluş yolunda sendeler. Örnek Kedi ve Kurukafa’nın göl kralının “Uygarlığın çürümesinin Kull’un ruhuna henüz girmemiş olduğunu” anlamasıdır. Atlantislinin içindeki Valusialı, içgüdü, entrika, enerji, can sıkıntısı, pragmatizmin eski örneklerini, birçoğunun Atlantik ötesi karşılaşmalarının mitolojosi halinde yaşar.
1930’de Howard, “müttefikler ve daha sonra sadık kalanlarla birlikte nasibine düşenleri” hatırladığı, “Hepimiz o zaman Fransa için dostluk hissediyorduk” diye belirttiği 1914’teki Önemsiz Şeyler Tuşu eserine dönüp baktı. Görkem Kenti, Işıkların Kenti’nin olmazsa olmazı değildir. “Mu, Kaa-u ve doğunun tepeleri ve batının adalarından”, “Omuzlarını geriye atarak” yürüyen Valusia’nın kurtarıcıları olan yabancı askerlerin de. Kull “cesurca ve doğrudan” denetler onları. Denetlerken bile onları Champ d’Elysse bulvarından aşağıya geçit töreni yapan Amerikan Sefer Gücü olarak görmeye ihtiyaç duymaz. Oysa çatal dillerle konuşan soyu sopu belli Valusialıların çoğuyla, Kull’un saraylılar ve komplocular tarafından sarılmasında, Paris Barış Konferansı’ndaki Woodrow Wilson’un başına gelenlerin izi olamaz mı? Gölge Krallık’ta yaşamış ve bir şekilde ortaya çıkmış olsa, en vaaz düşkünü başkanlardan biri olan Wilson, Brule’nin “dolaşık, korkunç bir şey” olarak tanımladığı “Yedi İmparatorluk’un devlet adamlığı”nı anlayarak başını sallayabilir ya da Howard’ın “adam ve kadınların gerçek fikirlerini dümdüz bir maskeyle gizlediği bir maskeli balo”sunda, onun gözlerini bağlayıp baltalayan Avrupa diplomasisini tanıyabilirdi. Howard’ın alegori yapmadan ima ederek, yetenekli fantezi yazarlarının yaptığı bilineni yapmış olabileceğini öngörmek çok fazla cazip değil midir? Eğer öyleyse, eğer evvel zaman içindeki bu öyküler, yazıldıkları zamanlarla birbirine girmişlerse, kesinlikle köken dönemleriyle birlikte mezara konulmamıştır.
Fakat tüm bu düşünceler olsa olsa, görünmez mürekkeple çiziktirilmiş haşiyelerdir; hayaletler bile bu serileri dolduran diğerlerinin çoğundan daha hayalidir. “Gölge” ve “Silüet”, kimi zaman “Hayalet’in eşanlamlısıdır ve Gölge Krallık’ın coşkulu ruhaniliği, Howard’ın yarı otobiyografik romanı Post Oaks and Sand Rough’un ikinci başlığı tarafından netleştirilir: “Hayalet İmparatorluğu.” İster “Krallık” olsun, ister “İmparatorluk”, öykü rastgele, davetsiz, canlı birince nadiren uğranan bir hayalet dünyasındaki bir hayalet öyküsü olarak ele alınabilir. Parlak bir yaklaşım içinde, katledilmiş kral Eallal’ın hayaleti, sanki hayaletler onlarmış gibi Kull ve Brule’yi fark etmekte bile başarısız olur. “Hayalet dosdoğru, onları kaale almadan geliyordu; o yanlarından geçerken Kull, kutup buzundan esen bir meltem gibi buzdan bir soluğu hissederek geriledi.” Görüntüler Kull’un beynini “Yok oluşun fısıltılı boşluğundan davetsizce uçarak gelen hayaletler gibi” işgal eder, Ben Bu Baltayla Hükmederim’deki tablet, ne kadar taştan ve nihayetinde parçalanabilir olursa olsun, “İlkel Kanun Koyucu”yu barındırarak, sevgililer Ala ve Seno val Dor’a engel olan başka türden bir hayalettir.
Birinin yaşamını uzatması için er ya da geç bir hayalet olması demektir. Kral Kull daha önceleri bizzat Pict adalarını kasıp kavurarak ve “Atlantis Denizi’nin yeşil kükreyen dalgalarının üstünde gülerek,” Gecenin Kralları’nda da, Kuzeyli Wulfhere’ye “Canlıları bir hayalet mi yönetecek” sorusunu ilham ederek basitçe kendi devrini uzatır. Kendi zamanına döndüğünde ise Kull “tuhaf bir gölge-halkının bir kralı için savaştığı”nı ifşa eder ve gerçek ve gerçekdışı söz konusu olduğunda, daha da bölünmüş bağlılıklarla kalmıştır: “Tüm yaşam, zaman ve uzay ona bir hayaletin düşü gibi geldi ve orayı yaşamının kalanı boyunca merak etti.” Gerçekdışının ortasındaki gerçek Howard’ın fantezisinin özelliklerinden biridir —gerçek ve kanıtlanabilir ile cüretkâr ve ruhani onun sayfalarında birbirini takviye eder. Tıpkı Kull’un kendi kimliği hakkındaki kafa karışıklığı ve otantikliğinin kimliğini desteklemeye hizmet ettiği gibi. Kahramanlık fantezisinin en unutulmaz figürlerinden biri olarak; yaratıcısının gerçekdışılık ve süreksizliğinin, bir öykü anlatıcı olarak başarısının gerçekliği ve devamlılığını sağlamlaştırmaya yardım ettiği gibi.
Tuzun Thune’nin Aynaları’ndaki diğer bir hayali imgecilik örneği dikkatimizi celb eder. “Hayaletler diyarındaki herhangi birinden daha vahşi bir iblisi çağırabilirim— yüzünü tokatlamak suretiyle.” Howard büyük ihtimalle en ünlü Shakespeare atışmalarının birinden, çok iyi bildiği 4. Henry 3. Perde 1. Bölüm’den ilham almıştır.
Glendower: “Engin derinlerden ruhlar çağırabilirim.”
Hotspur: “Niye yapayım veya biri niye yapsın bunu;
“Fakat gelirler mi onları çağırdığın zaman?”
Fakat Kull hikâyelerinin yakasına yapışan —eğer okur son bir kez fazladan kullanılmasını hoş görürse— farklı bir oyundur. Bizzat soyağacı Shakespeare’ye uzanan seçkin fantezici Fritz Leiber, Kull’un bir Macbeth figürü olduğuna ilk dikkat çekendir. İskoç gaspçı Duncan için neyse, Borna için Kull odur ve Macbeth’in sezgisi bu kez Perde 3, Sahne 1’e görkemini kazandırmak için cinayet işlemiştir —“Böylesi sıfır olmak./Ama sağ salim olmak bu—” yalnızca hakkında endişe edilecek bazı acayip kardeşlerden çok, Kull için geçerlidir. Howard, Sürgün hikâyesinin güneşin batarken “Son kızıl ihtişam,” karlı zirvelerin üstünde “kandan bir taç gibi” göründüğu ilk iki cümlesiyle, seriler için Macbethian bir atmosfer kurar. Hayatın Macbeth için “sadece yürüyen bir gölge, zavallı bir oyuncu/ kurumla yürüyüp kendini yiyen sahne vakti geldiğinde,” olmasına karşın; Kull Valusia’yı “tahtında oturan beyhude —bizzat bir gölge— kralla alay ederek boyalı perdelerin arkasında ileri geri süzülen hayaletler tarafından yönetilen bir gölgeler krallığı” olarak algılar. Öykülerdeki bir diğer varlık ise Amerikalı bir dost olduğu kadar, dost bir şairdir: Poe, özdeyişleriyle Tuzun Thune’nin Aynaları, Gecenin Kralları ve Sessizlik’in dinginliğine katkıda bulunur: Sessizlik Kafatası’nın Feryadı’na epey hareketlilik katan bir kıssa. Howard kısmen üstün bir yazardı çünkü üstün bir okurdu; en iyisinden aşırıyor, sonra da çalıntı malını dönüştürmek suretiyle hırsızlığı aşıyordu.
Weird Tales’te ilk görünüşünde, Kull’un ilk sözcükleri “Ordu bir kılıç gibidir, paslanmasına izin verilmemelidir,” olur; oysa Valusia’nın askeri gücü sonraki öykülerde gündoğumunun ötesine krala eşlik eden Pictler ve Kızıl Katiller haricinde böyle yaparak riske girer. Üçlü Federasyon’un belini kırıp, yağmacı Grondarlıları ezerken Kull’un krallığının askeri bir harekata giriştiğini duyarız ama izleyemeyiz bunu. “Benim sağ kolum, savunmada, tüm Grondar’ın saldırıda olduğundan güçlüdür” diye ilan ettiğinde, Grondarlılar deneyimlerinden bir şeyler öğrenme becerisi sergilerler ama vaz geçmek suretiyle bizi hayal kırıklığına uğratırlar. Savaş muhabirliği ve askeri tarihçilik hünerini bir şekilde geliştirmek epik ve/veya kahramanlık fantezisi yazarlarının esas özelliğidir ve bereket versin ki Howard’ın buluşu, bu ciltteki son öyküyle; kendi çağı ve savaşı olmasa da, Kull’un nihayet bir savaş alanında kaybolduğu Gecenin Kralları ile gelir. Mart 1930’da Tevis Clyde Smith’e bir mektubunda Teksaslı “Krallar benim için bir savaş alanını tasvir ederken hayli yeni bir yöntem. Her halükarda onu düzgün şekilde elden geçirdiğimi sanıyorum.” 1930 Eylülünde hala keyfi yerindedir. “Bu öykü bazı açılardan yazdıklarımın en iyisi, onda fazla acayip bir şey yok, bana göre sadece iyi savaş örgüsü.” Krallar, sadece Kull ve Bran Mak Morn arasındaki zirve toplantısı için değil, bu sayede destansı Haçlılar ve Conan’ın henüz yazılmamış çarpışma seslerini telkin etmeyi ve sayfalarda manevra yapmayı mümkün kılarak, büyük bir malzeme yığını ve binlerce ekstra vermesi yüzünden dikkate değerdir.
Umulur ki, Kull ve Howard ile yeni tanışanlar bir ihtimal Tuzun Thune’nin Aynalarından birinde gibi, kahramanlık fantezisinin kimi zaman “sert sığlık’ta” kimi zaman da “muazzam derinliklerde beliren” den, tüm yabancılığına rağmen hiç daha iyi olmamış Yılan adamlarla, (Kendi sürüngen alt beynimiz gibi, onlar da hep orada oldular) bedeni buz kestiren beter bir korku gibi sonra gelen insan şeklindeki beş sütundan daha fazlasını içerebilen kahramanlık fantezisiyle eğlenecektir. Fakat okurlar bununla olduğu gibi, daha sonraki başka bir şeyle de eğlenebilir. Şimdi öyle şen bir vakit ki, onların kendi kendilerine eğlenmesinin, etkilenmesinin, hatta büyülenmesinin vaktidir; içinde genç Robert E. Howard’ın da eski, çok eski bir dünyada kendi yolunu bulduğu bu kitap, görevini hakkıyla yapar. Karmaşık ve Bizans usulü komplolarına rağmen, tüm hayaletlere, Kull’un geçmişinin gölgelerine ve yaklaşan Tufan’a rağmen, sonraki sayfalar geriye yiğitlik ve üstün görkemin kaldığını, bir kral olmanın Görkem Kenti’nde zaferle at sürmek olduğunu kanıtlıyor.
Steve Tompkins
2006