Dostlar, Gri Tanrı Göçüyor adlı hikayenin ikinci faslı gayet uzun bir bölümle bitiyor. Buradaki savaş anlatımı Howard'ın bu konudaki zirvesi sayılır. Bu öykünün bir diğer versiyonu da "Clontarf Mızrakları" dır. Onda Odin ile ilgili bölümler bulunmuyor.
Şafağın ak sisleri arasında insanlar hayaletler gibi hareket ediyor, silahlar ürpertici şekilde çınlıyordu. Conn kaslı kollarını gerdi, ağzı iki karış esnedi ve kınındaki muhteşem kılıcı gevşetti. “Kuzgunların kan içeceği gündür bu Lordum,” diye sırıttı, Dunlang O’Hartigan da kayıtsızca başını salladı.
“Buraya gel de şu kahrolası kafesi giymeme yardım et,” dedi genç şef. “Eevin’in hatırına onu giyeceğim ama azizler aşkına! Savaşa çırılçıplak gitmeyi tercih ederdim!”
Kilmainham’dan beri savaşa girmeyi düşündükleri düzenin aynısıyla yaya olarak intikal halindeydi Gael’ler. En önde, sol kollarında porsuk ağacından çelik kuşaklı yuvarlak bir kalkan, sağ ellerinde karşısında hiçbir zırhın dayanamayacağı dehşetengiz Dalcassian baltalarını kavrayarak Dalcassianlar geliyordu. Bu balta Danimarkalın ağır, iki ağızlı silahından epey farklıydı; İrlandalı, onu tek elle kullanır, başparmakları darbeyi yönetmek için sap boyunca uzanırdı; balta dövüşünde daha önce veya şimdi dengi olmayan bir beceriye erişmişlerdi. Gerçi Murrogh gibi bazı şefler hafif çelik başlıklar giyiyordu ama ne gallaglachlar, ne köylülerde zırh yelek yoktu hiçbirinde. Fakat savaşçıların ve şefin tunikleri aynı hünerle örülmüş, kılıç ve oka karşı kayda değer bir koruma sağlayan bir katılığa ulaşana dek sertleştirici ilaca batırılmıştı
Dalcassialıların başında, bir katliam yerine bir şölene gidiyormuş gibi gülümseyen, vahşi gözleri parlayan Prens Murrogh yürüyordu. Bir tarafında Romalı korsesi içindeki Dunlang O’Hartigan, diğer tarafında iki Turlogh yürüyordu—Murrogh’un oğlu ve tüm Dalcassialılar arasında savaşa hep tamamen zırhlı giden tek kişi olan Turlogh Dubh. Gençliğine rağmen esmer yüzü, için için parlayan mavi gözleriyle hayli merhametsiz görünüyordu; tam bir siyah zırh gömlek, bacak zırhları ve bir zırh uzantıyla çelik bir tolga giyiyor, çivili bir kalkan taşıyordu. Savaşta kılıçları tercih eden şeflerin kalanından farklı olarak Turlogh Dubh bizzat kendinin dövdüğü bir baltayla savaşırdı ve bu silahı kullanma becerisi neredeyse doğaüstüydü.
Dalcassianların hemen arkasında, şefleriyle iki İskoç birliği vardı; İskoçya’dan Steward’lar ve at kılı tepelikler ve zırh ceketler giyen Saksonlarla uzun savaşların kıdemlileri geliyordu.. Onlarla birlikte Prens Meathla O’Faelan tarafından komuta edilen Güney Munsterli adamlar geliyordu.
Üçüncü tümen, saçı başı dağınık, azgın, kurt derileri haricinde çıplak, şefleri O’Kelly ve O’Hyne olan Connach savaşçılarından müteşekkildi. O’Kelly ruhu bunalmış bir kişi gibi yürüyordu zira bir gece önceki Kral Malachi ile buluşmasının gölgesi, zayıf da olsa önüne çıkıyordu.
Üç ana tümenden biraz ayrı olarak kralları önlerinde ağır ağır at süren Meath askerleri ile gallaglachları ilerliyordu.
Tüm ordunun önünde de ak saçları yaşlı yüzüne savrulan, gözleri yabancı ve başka âlemlere dalmış, kar beyazı bir savaş atına binen Kral Brian Boru at sürüyordu. Vahşi köylüler batıl bir huşuyla bakıyordu ona.
Böyle geldi Gaeller, Lochlann ve Leinster’den orduların Dubhgall Köprüsü’nden Clontarf ovasını ayıran dar Tolka nehrine dek geniş bir hilal halinde uzanarak tamamen savaş düzeninde sıralandığını gördükleri Dublin önlerine. Üç ana tümen vardı— Sigurd ve Zalim Brodir’le yaban Kuzey’den Vikingler; onlara komşu bir tarafta adını kimsenin bilmediği fakat kavminin genel ismi Dubhgall-Kara Yabancı diye çağrılan kasvetli bir gezgin olan şefleri yönetiminde vahşi Dublinli Danimarkalılar, diğer cenahta ise kralları Mailmora’yla Leinster İrlandalıları vardı. Liffrey nehrinin ötesindeki tepedeki Danimarka kalesi, Kral Sitric’in şehri koruyan silahlı adamlarıyla diken dikendi.
O günlerde Dublin, Liffrey’in tam güneyinde kaldığından, Gaellerin yaklaştığı kuzeyden kente gelen sadece tek yol vardı: Dubghall Köprüsü denilen köprüydü bu da. Danimarkalılar saflarının bir boynuzuyla bu girişi koruyup, sırtlarını denize doğru veren safları Tolka’ya doğru kavislenerek duruyordu. Gaeller Tomar Ormanı ve sahil arasında uzanan düz ovada ilerliyordu.
Orduları ayıran mesafenin bir ok menzilinden biraz daha fazlasına düşmesiyle Gaeller durdu ve Kral Brian bir haçı yüksekte tutarak önlerine sürdü atını.“Goidhel Oğulları!” sesi bir borazan çağrısı gibi çın çın öttü. “Eski günlerde yönettiğim gibi, uğraşta sizi yönetmem nasip değilmiş. Fakat çadırımı, kaçarsanız çiğneyebileceğiniz saflarınızın arkasına kurdum. Kaçmayacaksınız! Yüz aşağılama ve utanç senesini hatırlayın! Yakılan evlerinizi, boğazlanan akrabalarınızı, tecavüz edilen kadınlarınızı, köle edilen bebeklerinizi hatırlayın! Sizi ezenler önünüzde duruyor. Bugün yüce Tanrımız sizin için öldü! O’nun ismine küfreden, O’nun halkını öldüren kâfir orduları şurada duruyor! Verecek tek bir emrim var sadece—ya zafer kazanın, ya da ölün!”
Vahşi ordular kurtlar gibi bağırdı ve bir balta ormanı yüksekte sallandı. Kral Brian başını eğdi ve yüzü ihtiyarladı.
“Artık beni çadırıma geri götürsünler,” diye fısıldadı Murrogh’a. “İhtiyarlık kılıç oyunundan elimi çekti ve ecelim aman vermeden üstüme çöküyor. Gidin ve Tanrı öldürürken kolunuzu kavileştirsin!”
Kralın muhafızları arasında ağır ağır çadırına at sürdüğü şu an, kemerler sıkılıyor, kılıçlar çekiliyor, kalkanlar kuşanılıyordu. Conn Roma tolgasını Dunlang’ın başına koydu ve sonuca sırıttı; böylece mahfazalanan genç şef, Norveç efsanesinden çıkma bir tür efsanevi demir canavara benziyordu. Ordular aman vermeden birbirine doğru ilerledi.
Vikingler, uç kısımda Sigurd ve Brodir’le gözde takoz düzenlerini almıştı. Kuzeyliler yarı çıplak Gaellerin gevşek saflarına sert bir zıtlık sunuyordu. Yekpare saflar halinde ilerlediler, boynuzlu tolgalarla, dizlerine inen kalın pullu zırh ceketlerle demir levhalarla desteklenmiş kurutulmuş kurt postundan dizliklerle zırhlanıyor, demir kenarlıklı, uçurtma biçimli ıhlamur ağacından kalkanlar taşıyorlardı. Ön cephedeki bin savaşçı uzun dizlikler ve zırh eldivenler de giyiyordu. Tepeden tırnağa çeliğe bürünmüşlerdi bu yüzden. Bunlar kalkanları birleştirip yekpare bir kalkan duvarı halinde ilerlediler; demir safların üstünde de, Sigurd’a zafer—taşıyana da sözde ölüm—getirdiği söylenen zalim kuzgun sancağı dalgalanıyordu. Şu anda her halükarda ölüm vaktinin yakın olduğunu hisseden ihtiyar Asgrimm oğlu Rane tarafından taşınıyordu.
Bir mızrak ucunu andıran takozun başında Lochlann muharipleri vardı—bir kılıcın hiç çentemediği, donuk donuk ışıldayan mavi zırh içinde Brodir; Uzun, sarı sakallı, altın pullu zırh yeleği parıldayan Jarl Sigurd; ruhunda savaşın çılgınlığı içinde bile muazzam bir kahkaha atmaya sevk eden alaycı bir iblis gizlenen Kızıl Hrafn; uzun, yoldaşları Thorstein ve Asmund; Norveç kralının gezgin oğlu Prens Amlaff, Danimarkalı Platt, Sakson Athelstane; Hebridlerden Jarl Kuzgun Thorwald; Çılgın Anrad.
Bu heybetli safa doğru, İrlandalılar çabuk adımlarla, az çok açık formasyonda, pek az düzenli saf kurarak ilerledi. Fakat Malachi ve savaşçıları aniden döndü ve Cabra yakınındaki yüksek mevkide pozisyon alarak en sola çekildi. Murrogh bunu gördüğünde içinden sövdü, Kara Turlogh ise gürledi: “Kim demiş O’Neill eski bir garezi unutur diye? Crom adına! Murrogh, bu savaş kazanılmadan önce, göğüslerimiz kadar sırtlarımızı da korumaya mecbur kalabiliriz!”
O esnada kızıl saçı çıplak başının etrafında kızıl bir peçe gibi dalgalanan, gümüş zırhı ışıldayan Danimarkalı Platt Viking saflarından uzun adımlarla çıktı. Ordular hevesle seyrediyordu, zira o eski günlerde girizgâh niteliğinde teke tek dövüşler olmadan savaşlar nadiren başlardı.
“Donald!” diye bağırdı Platt çıplak kılıcını yukarıda öyle sallıyordu ki doğan güneş bir gümüş ışıltısı yansıttı üstünden. “Marlı Donald nerede? Rhu Stoir’de olduğun gibi oırada mısın Donald, yoksa kavgadan sinsice sıvıştın mı?”
“Buradayım hırsız!” diye cevapladı İskoç şefi. Kınını savurup atarak adamları arasından uzun adımlarla çıktı, uzun boylu, kuru ve kasvetli bir adamdı.
İskoçyalı ve Danimarkalı ordular arasındaki boşlukta karşılaştı; Donald avlanan bir kurt kadar dikkatli, Platt, gözleri parlayıp, gülünç bir delilikle dans ederek pervasızca, palas pandıras atılıyordu. Yine de yuvarlanan bir çakıl üstünde aniden kayan temkinli Steward’ın ayağı oldu ve daha dengesini sağlayamadan Platt’ın kılıcı öyle bir şiddetle ona doğru atıldı ki keskin uç zırh yeleğin pullarını yardı ve altındaki kalbe kadar saplandı. Platt’ın delice sevinç narası, bir hıçkırıkla bölündü. Marlı Donald tam yığılırken, Danimarkalının kellesini bölen bir ölüm darbesi indirdi ve ikisi birlikte düştüler.
Bunun üzerine gür bir kükreme göğe yükseldi ve iki büyük ordu koca bir med cezir dalgası gibi beraberce dalgalandı. Savaşın ilk darbeleri böylece vurulmuş oldu. Burada stratejik manevralar, süvari taarruzları, ok yaylımları falan yoktu. Kırk bin adam yaya olarak, göğüs göğse, adam adama, can alıp can vererek tek bir çılgın, kızıl kargaşa halinde savaştı. Savaş, savaşçıların mızrakları ve baltaları etrafında uğultulu dalgalar halinde kırıldı. İlk çarpışan Dalcassialılar ve Vikingler oldu, onlar buluşurken de her iki saf darbeden sallandı. Norveçlilerin derin kükremesi, Gael naralarına karıştı, kuzey mızrakları Batı baltaları arasında parçalandı. Çatışmanın en önünde Murrogh’un muazzam bedeni inip kalkıyor, kükreyip, her iki elinde insanları mısır sapı gibi biçen koca bir kılıçla sağa sola vururken geriliyordu. Ne kalkan, ne tolga dayanıyordu korkunç darbelerine; arkasından da kesip biçerek, iblisler gibi uluya uluya geliyordu savaşçıları. Dublin Danimarkalılarının yekpare hatlarına karşı, vahşi Connacht yerlileri gümbürdüyor, Güney Munsterliler ve İskoç müttefikleri hınçla Leinster İrlandalılarının tepesine çöküyordu.
Ovada demir hatlar kıvrılıyor, birbirine giriyordu. Dunlang ve Murrogh’u izleyen Conn, kanlı kılıcıyla hedefe vururken vahşice sırıttı ve kargılar arasında vahşi gözleri Kuzgun Thorwald’ı aradı. Fakat vahşi yüzlerin dalgalar gibi gelip gittiği o çılgın savaş denizinde herhangi bir kişiyi tanımak müşkül işti.
Baştan, bir santim oynamadan dayandı iki hat da; bacaklar iki yana açık, göğüs göğüse itişerek hırladılar, biçtiler; kalkanlar kalkanlara iyice sıkıştı. Savaş hattının yukarısında, aşağısında, her yerde kılıçlar ışıldadı ve güneşte deniz serpintisi gibi parladı, boğuk kükremeler yukarıda Valkyrieler gibi dönen kuzgunları sarstı. Sonra insan eti ve kanı artık buna dayanamadı, uzun, sıra sıra saflar ileri geri dalgalanmaya başladı. Çatışmanın ön cephesinde bir kılıçla yaya olarak savaşan kralları tarafından sövülen Leinsterliler, Munster klanlarının ve İskoç müttefiklerinin vahşi saldırısı önünde ağır ağır, adım adım çekilerek geriledi.
Fakat öbür cenahlarda heybetli Dubhgall yönetimindeki Dublinli Danimarkalılar, safları şoktan sendelese de Batı kabilelerinin ilk kırıp geçiren saldırısına dayandı., şimdiyse kurt derisi giyen vahşi adamlar, Danimarka baltaları önünde tahıl gibi istif istif düşüyordu.
Merkezde savaş en vahşi şekilde kasıp kavuruyordu; Vikinglerin takoz biçimli kalkan duvarı dayandı ve demirden safları karşısında Dalcassialılar yarı çıplak bedenlerini boş yere savurdu. O zalim duvarı korkunç bir yığın çevreliyor, Brodir ve Sigurd, ağır fakat sabit bir yürüyüşe başlarken, Vikinglerin karşı konulmaz ilerleyişi, Gaellerin gevşek düzenlerinin giderek daha içlerine girmeye başlıyordu.
Dublin Kalesi surlarında, Kormlada ve karısıyla savaşı seyreden Kral Sitric bağırdı: “Deniz krallarının savaş alanında hasadı iyi!”
Kormlada’nın güzel gözleri vahşi bir neşeyle alev alev yanıyordu. “Geber Brian!” diye bağırdı şiddetle. “Geber Murrogh! Sen de geber Brodir! Bırakın aç kuzgunlar beslensin!” fakat gözleri halktan ayrı olarak siperlerde duran uzun boylu, pelerinli kişiye takılırken sesi bocaladı—savaş üstüne kara kara düşünen kasvetli, ihtiyar bir devdi bu. Üstüne soğuk bir korku çöktü ve sözcükleri dudaklarında dondu. Sitric’in pelerinini çekti. “Kim şu?” diye fısıldadı göstererek.
Sitric baktı ve ürperdi. “Tanımıyorum. Onu boşver. Yakınına da gitme. Ben ona yaklaştığımda, benimle konuşmadı, bakmadı bile ama üstüme soğuk bir rüzgâr esti ve yüreğim buruştu. Bırak da onun yerine savaşı izleyelim. Gaeller çekiliyor.”
Fakat Gael ilerleyişinin en uç noktasında hat dayandı. Orada kavisli balta ağızlarının dışbükey merkezi gibi savaşıyordu Murrogh ve şefleri. Yüce prens uzuvlarındaki kesiklerden şimdiden kanıyordu ama ağır kılıçları bir ölüm hasat eden çifte darbeler halinde parlıyor, yanındaki şefler de savaş mısırı biçiyordu. Murrogh, hırsla o sıkışıklıkta Sigurd’a ulaşmaya çabalıyordu. Mızraklar veya başlar dalgasının ötesinde, yıldırım gibi darbeler vurarak yükselen uzun boylu Jarl’ı gördü, görmesiyle birlikte Gael Prensinin çıldırması bir oldu. Fakat Viking beyine ulaşamadı.
“Savaşçılar püskürtülüyor,” diye soludu Dunlang, gözlerindeki teri silkmeye çalışarak. Genç şefe dokunulmamıştı; kargı ve baltalar Roma tolgasında parçalanıyor ya da kadim zırh yelekten sekiyordu ama zırha alışık olmadığından tıpkı zincirlenmiş bir kurt gibi hissediyordu.
Murrogh, tek bir bakış ayırdı; şefler kümesinin her iki yanından gallaglachlar, zırhlı Kuzeylilerin karşı konulmaz ilerleyişini durdurmak ellerinden gelmeden ağır ağır, acımasızca, arazinin her santimini kanla satarak çekiliyordu. Kuzeyliler de düşüyordu ama tüm saflarını kapatıyor, bacaklarını zorlayarak, bedenlerini gererek, mızraklarını durmadan, mola vermeden saplayarak zor kullanarak ilerliyorlardı; ölü ve ölmekte olanlardan kızıl bir dalgayı yarmayı sürdürüyorlardı.
“Turlogh!” diye soludu Murrogh gözlerinden kan ve teri silkeleyerek. “Çabuk, kavgayı bırakıp Malachi’ye git. Ona saldırmasını söyle Tanrı adına!”
Fakat katliam çılgınlığı üstündeydi Kara Turlogh’un; dudakları köpüklüydü ve gözleri bir delininki gibiydi. “İblis götürsün Malachi’yi!” diye hırladı kaplan pençesinin darbesi gibi bir vuruşla bir Danimarkalının kafatasını dağıtarak.
“Conn!” diye seslendi Murrogh koca köylünün omzunu kavrayıp onu geriye çekerek. “Çabuk Malachi’ye—desteğine intiyacımız var!”
Conn, gönülsüzce, gök gürültüsü gibi darbelerle yolunu açarak çatışmadan çekildi. Kılıçlar ve sallanan tolgalardan sendeleyen denizin ardında Jarl Sigurd ve beylerini gördü—fısıldayan kılıçlar insanları hasatçı önündeki buğday gibi biçerken, üstlerinde kuzgun sancağın kabarık katmanları dalgalanıyordu.
Baskıdan kurtulan Meathlilerin silahlarını kavrayıp hevesle krallarına bakarak, av köpekleri gibi gergin, tir tir titreyerek toplandığı yüksek Cabra mevkisine varana dek savaş hattı boyunca hızla koştu. Kasvetli gözlerle çatışmayı izleyen Malachi ayrı duruyordu, arslan başı eğik, parmakları altın sakalının içinde birbirine girmişti.
“Kral Melaghlin,” dedi Conn doğruca, “Prensim Murrogh hedefe saldırmanız için ısrar ediyor, zira baskı muazzam, Gael oğulları dara düştü.”
Yüce O’Neill başını kaldırdı ve dalgın dalgın askere baktı. Conn Malachi’nin ruhunda gerçekleşen karmaşık mücadeleyi çok az tahmin etti—beynine doluşan kızıl görüntüler—zenginlikler, iktidar, tüm İrlanda’nın yönetimi terazinin bir kefesinde, kalleşliğin kara utancı öbüründeydi. Yeğeni O’Kelly’nin sancağının mızraklar arasında yükseldiği savaş alanına baktı. Malachi ürperdi ama başını iki yana salladı.
“Yok,” dedi, “Zamanı değil. Saldıracağım—vakit geldiğinde.”
Bir an için kral ve asker birbirinin gözlerine baktı ve Malachi’nin gözleri düştü. Conn tek kelime etmeden döndü ve yamaçtan aşağı seğirtti. İnerken de Lennox’un ilerlediğini ve Desmond’un adamlarının durdurulduğunu gördü. Bir vahşi gibi köpüren Mailmora, Prens Meathla O’Faelan’ı kendi eliyle biçmiş, serseri bir mızrak Büyük Steward’ı yaralamış, şu anda da Leinsterliler, Munster ve İskoç klanlarının saldırısına direniyordu. Fakat Dalcassian şeflerinin savaştığı yerde savaş kilitlenmişti, Thomond Prensi Norveçli taarruzunu, denizi bölen çıkıntılı bir kaya gibi durdurdu.
Katliamın kabarışı içinde Conn yeniden Murrogh’a ulaştı. “Melaghlin vakti geldiğinde saldıracağını söylüyor!”
“Lanet ruhuna!” diye hırladı Kara Turlogh. “İhanete uğradık!”
Murrogh’un mavi gözleri alev alev parladı. “O zaman Tanrı adına,” diye kükredi, “Haydi saldıralım ve ölelim!”
Debelenen kanlı adamlar narasını işitti ve gerildi. Gael’in umutsuzluktan doğan kör tutkusu kabardı; saflar katılaştı ve muazzam bir nara savaş alanını sarstı. Kral Sitric’in beyazlamasına, balkon duvarını kavramasına yol açtı bu nara. O narayı daha önce de işitmişti.
Murrogh bağırarak öne atılırken, Gaeller, umudu olmayan insanlarda olduğu üzere, kızıl bir öfkeyle canlanıyordu şimdi. Ecelin yakınlığı çıldırmalarına yol açtı, esinlenmiş deliler gibi son saldırılarına giriştiler ve darbeden sendeleyen kalkan duvara çarptılar. Hiçbir insan gücü karşı koyamazdı bu saldırıya Umutsuzluk ve savaş çılgınlığı tarafından insanüstü öfkesi tutuşan Murrogh ve şefleri artık kazanmayı, hatta sağ kalmayı değil sadece ölürlerken öfkelerini doyurmayı umuyorlardı, umutsuzca, yaralı kaplanlar gibi—uzuvları keserek, kafataslarını dağıtarak, göğüs ve göğüs kemiklerini yararak—savaştılar. Murrogh’un hemen ardında Kara Turlogh’un baltası, Dunlang, genç Turlogh ve Conn’un kılıçları çakıyordu; o çelik seli altında demir saf ufalandı, açıldı ve gedikten çıldırmış Gaeller kesip biçerek saban gibi yardı. Kalkan duvarı düzeni dağıldı.
Tam bu anda da hala sağ kalan Connacht’ın vahşi erkekleri Dublin Danimarkalılarına karşı umutsuz bir taarruza girişti yeniden. O’Hyne ve Dubhgall birlikte düştü, Dublinliler her adımda mücadele ederek çekilmeye zorlandı. Şu anda da tüm savaş alanı, saf veya düzen olmayan karmakarışık bir kütleye dönüşüyordu. Murrogh sonunda Dalcassialı ölülerden parçalanmış bir yığın arasında duran Jarl Sigurd’a rastladı. Jarl’ın arkasında kuzgun sancağı taşıyan zalim ihtiyar Asgrimm oğlu Rane duruyordu, Murrogh onu tek bir darbede öldürdü. Sigurd döndü ve kılıcı Murrogh’un tuniğini yırtıp, göğsünü kesti ama İrlanda Prensi Norveçkalkanına öyle şiddetle vurdu ki Jarl Sigurd gerisingeri sendeledi.
Thorleif Hordi sancağı kaldırmıştı ama daha kaldırır kaldırmaz gözleri öfkeyle yanan Kara Turlogh aradan koptu ve kafatasını dişlerine dek yardı. Sancağın bir kez daha düştüğünü gören Sigurd, Murrogh’a öyle umutsuz bir güçle vurdu ki, kılıcı prensin başlığını ısırdı ve kafa derisini kesti. Kan Murrogh’un yüzüne fışkırdı ve sendeledi ama Sigurd bir daha vuramadan, Kara Turlogh’un baltası bir şimşek darbesi gibi atıldı. Jarl’ın savunma kalkanı parçalanark kolundan düştü, Sigurd bir anlığına geriledi, o ölümcül baltanın ıslık çalan oyunu yüzünden yılgınlığa kapılmıştı. O anda bir savaşçı seli köpüren şefleri birbirinden ayrı düşürdü.
“Thorstein!” diye bağırdı Sigurd. “Sancağı al!”
“Dokunma ona,” diye bağırdı Asmund. “Lanetli o; taşıyan ölüyor!”Daha o konuşurken Dunlang’ın kılıcı kafatasını ezdi.
“Hrafn!” diye bağırdı Sigurd umutsuzca. “Sancağı sen taşı!”
“Kendi lanetini kendin taşı!” diye cevap verdi Hrafn. ”Hepimizin sonu bu!”
“Ödlekler! Diye kükredi Jarl yüzü kanlı, gözleri alev alev yanan Murrogh ona koşarken sancağı kendisi kapıp, pelerininin altına toplamaya çalışarak. Sigurd kılıcını hızla kaldırdı—çok geç. Murrogh’un sağ elindeki kılıç, onu bağlayan bağları patlatıp, başından kopararak tolgasında parçalandı, ilk darbenin arkasından ıslık çalan Murrogh’un sol elindeki kılıç, Jarl’ın kafatasını dağıttı ve düşerken etrafına dolanan sancağının kanlı katmanları içinde cansız düşürdü.
Şu anda muazzam bir kükreme yükseliyor, Gaeller darbelerini katlıyordu. Kalkan duvar düzeninin dağılmasıyla zırhlı Vikinglerin zırhı onları koruyamadı, zira güneşte çakan Dalcassialı baltaları, ıhlamur ağacından kalkanı ve boynuzlu tolgayı yırtarak zincir zırhı da demir levhayı da aynı şekilde biçiyordu. Fakat Danimarkalılar dağılmadı.
Fakat yüksek tabyalardaki Kral Sitric’in benzi atmıştı; siper duvarını tutan elleri titriyordu. Zira çıplak bedenlerini tekrar tekrar mızrak ve baltanın dişlerine savurarak yaşamlarını su gibi harcayan bu vahşilerin artık püskürtülemeyeceğini biliyordu. Kormlada susmuştu ama Sitric’in karısı Kral Brian’ın kızı ani bir neşeyle bağırdı, zira yüreği kendi halkıyla idi.
Murrough, Brodir’e ulaşmaya çalışıyordu ama kara Viking Sigurd’un öldüğünü görmüştü. Brodir’in dünyası çöküyordu. Övündüğü zırhı bile zayıflıyordu artık, zira şimdiye dek postunu kurtarmış olsa da, paçavraya dönmüştü artık. Manlı Viking, daha önce hiç çıkmamıştı dehşetli Dalcassia baltası karşısına. Murrogh’un saldırısı önünden çekildi. zdihamda bir balta onu yere düşürüp, bir an korkunç darbeyle onu körleştirerek Murrogh’un tolgasında parçalandı. Dunlang’ın kılıcı kılıcı düşen prensin üstünde bir ölüm çarkı ördü ve Murrogh sendeleyerek ayağa kalktı.
Kara Turlogh, Conn ve Genç Turlogh kesip biçerek dalarken baskı gevşedi ve savaş hararetiyle çıldıran Dunlang, tolgasını çıkardı ve zırhını yırtarcasına çıkarıp attı.
“İblis yesin böyle kafesleri” diye kükredi destek olmak için sendeleyen prensi tutarak. Tam o anda da Danimarkalı Thorstein koşarak geldi ve kargısını Dunlang’ın böğrüne sapladı. Genç Dalcassialı sendeledi ve Murrogh’un ayaklarına düştü, Conn Thorstein’in kellesini bedeninden uçurmak üzere öne atıldı ve kelle bir kan yağmuru içinde havada sırıtarak fırıl fırıl döndü.
Murrogh karanlığı gözlerinden silkeledi. “Dunlang!” dostunun yanında dizlerinin üstüne düşüp, başını kaldırarak korku dolu bir sesle bağırdı.
Fakat Dunlang’ın gözleri şimdiden matlaşıyordu. “Murrogh! Eevin!” diye fısıldadı, sonra dudaklarından kan boşandı ve prensin kollarına yığılıp kaldı.
Murrogh iblisçe bir öfke haykırışıyla ayağa fırladı. Vikinglerin en kalabalık olduğu yere atıldı, adamları da arkasından koşturdu.
Cabra tepesinde Malachi şüphe ve komplolarını rüzgâra savurarak aniden bağırdı. Brodir’in planladığı olmuştu. Sadece iki ordu da paramparça olana dek kenarda durması kâfiydi, sonra onların ona ihaneti planladığı gibi Danimarkalıları kandırarak İrlanda’yı ele geçirirdi. Fakat damarlarındaki kan ona karşı haykırıyor, susmuyordu, boynunda bunca yıl evvel kılıcı kırılmış Danimarkalı Kraldan aldığı Tomar’ın altın yakalığını kavradı, eski ateş yeniden harlanıyordu.
“Saldırın ve ölün!” diye kükredi kılıcını çekerek, arkasında da Meath erkekleri avlanan bir sürü gibi uludu ve oluk oluk sahaya aktılar.
Meathlıların saldırısının şoku altında altında zayıflamış Danimarkalılar sendeledi, bozuldu. Gemilerinin demir attığı körfeze varmaya çalışarak tek tek ve umutsuz kümeler halinde bölündüler. Fakat Meathlılar çekiliş yollarını kesmişti, gemiler de hayli açıktaydı zira dalgalar med halindeydi. Tüm gün köpürmüştü o korkunç savaş; yine de muazzam darbeler arasından batan güneşe ürkek bir bakış atan Conn’a safların çarpışmasından beri ancak bir saat geçmiş gibi geliyordu.
Kaçan Kuzeyliler nehre vardı ve Gaeller peşlerinden onları boğmaya atıldı. Şurada burada kararlı direnişler kuran kaçaklarla Kuzeyli kümeleri arasına dağıldı İrlanda şefleri. Genç Turlogh, Murrogh’un yanından ayrı düşmüş, bir Danimarkalıyla boğuşarak Tolka içlerinde kaybolmuştu. Leinster Klanları, Kara Turlogh kuduz bir hayvan gibi en kalabalık noktalarına dalıp Mailmora’yı savaşçılarının ortasında öldürene dek dağılmadı.
Hala kandan kudurmuş ama bitkinlikten sendeleyen, kan kaybından zayıf düşen Murrogh, galiplere sırt sırta direnen bir Viking grubuna rastladı. Liderleri çılgın Anrad’dı ve Murrogh’u görünce, öfkeyle üstüne koştu. Danimarkalının darbesini savuşturmak için fazla yorgun olan Murrogh, kendi kılıcını düşürdü ve onu yere savurarak Anrad’la kapıştı. Düşerlerken kılıç Danimarkalının elinden koparıldı ve ikisi de ona atıldılar ama Murrogh kabzayı, Anrad bıçağı yakaladı. Gael Prensi sinir ve kası kesip, keskin ağzı Vikingin elinden çekerek kurtardı onu; bir dizini Anrad’ın göğsüne koyan Murrogh kılıcını iki kez adamın bedenine sapladı. Anrad, can verirken bir hançer çekti ama gücü kolundan hızla çekiliyordu. Sonra güçlü bir el bileğini kavradı ve keskin bıçak Murrogh’un yüreğinin altına gömüldü. Murrogh, can çekişerek arkaya düştü, son bakışı ona pelerini rüzgârda kabaran, tek, ışıltılı gözü soğuk ve korkunç görünen uzun boylu, kır saçlı bir devin üstünde yükseldiğini gösterdi. Fakat etraftaki savaşçıların şaşkın gözleri sadece ölüm ve ölümün gelişini görüyordu.
Danimarkalıların hepsi kaçıyordu artık, yüksek surda vahşi gizleriyle enkaz, yenilgi ve utanca bakarken, Kral Sitric de yüce hırslarını ufalanıp solmasını seyrederek oturuyordu.
Conn, Thorwald Raven’i arayarak can çekişenler ve kaçaklar arasında koştu. Köylünün kalkanı gitmiş, baltalar arasında parçalanmıştı. Geniş göğsü yarım düzine yerden kesilmişti; bir kılıç ağzı kafa derisini ısırmış, sadece karman çorman saç kütlesi korumuştu onu. Bir kargı kalçasına girmişti. Yine de öfke ve hararet içindeki şu anda, bu yaraları pek az hissediyordu.
Aniden kurt derisi giyen adamlarla zırhlı cesetlerin arasında topallarken, zayıflayan bir el Conn’un dizini yakaladı. Eğildi ve HyMany şefi, Malachi’nin yeğeni O’Kelly’i gördü. Şefin gözleri ölümün gelişiyle matlaşıyordu. Conn onun kafasını kaldırdı ve mavi dudaklarda bir tebessüm kıvrıldı.
“O’Neill’in savaş çığlığını işitiyorum!” diye fısıldadı. “Malachi bize ihanet edemedi. Uğraştan uzak kalamadı! Kızıl-El- -Zafere—”
Conn, O’Kelly ölürken kalktı ve tanıdık birinin görüntüsü takıldı gözüne. Thorwald Raven kalabalıktan çıkmış, şimdi tek başına, yoldaşlarının intikamcıların baltaları altında sinekler gibi can verdiği nehre veya denize doğru değil, Tomar Ormanına doğru kaçıyordu. Nefretiyle mahmuzlanan Conn takip etti.
Thorwald onu gördü ve hırlayarak döndü; böyle karşılaştı esir eski sahibiyle. Conn yakın mesafeden koşarken Norveçli mızrak sapını iki eliyle kavradı ve vahşice atıldı ama uç askerin boynu etrafındaki büyük, bakır yakalıktan sekti. İyice eğilen Conn da tüm gücüyle yukarıya vurdu, öyle ki muazzam kılıç Jarl Thorwald’ın lime lime zırhını yırtarak bağırsaklarını yere saçtı.
Conn dönünce, takibin onu neredeyse savaş hattının arkasına kurulan kralın çadırına getirmiş olduğunu fark etti. Ak bukleleri rüzgârda uçuşarak çadırının önünde duran, tek kişinin eşlik ettiği Kral Brian’ı gördü. Conn ileriye koştu.
“Asker,” dedi kral, “ne haberler var?” diye sordu kral.
“Yabancılar kaçıyor,” dedi Conn. “Ama Murrogh düştü.”
“Kem haberler getiriyorsun,” dedi Brian, “Erin bir daha hiç onun gibi bir kahraman görmeyecek.” Ve ihtiyarlık soğuk bir bulut gibi çöktü üstüne.
“Muhafızlarınız neredeler lordum?” diye sordu Conn.
“Takibe katıldılar,”
“Öyleyse sizi daha güvenli bir yere götüreyim,” dedi Conn, “Her tarafımızda Galyalılar koşuyor.”
Kral Brian başını iki yana salladı.“Yok, yok, buradan sağ ayrılmayacağımı biliyorum, zira Craglealı Eevin bana dün gece bugün öleceğimi söyledi. Murrogh ve Gael kahramanlarından sonra neye yarar sağ kalmak? Bırak Armagh’ta, Tanrı’nın huzurunda öleyim.”
Tam o anda refakatçi bağırdı: “Kralım, mahvolduk! Yalın, mavi kılıçlı kişiler tepemizde!”
“Zırhlı Danimarkalılar,” diye bağırdı Conn, hızla dönerek.
Kral Brian ağır kılıcını çekti.
Brodir ve Prens Amlaff tarafından yönetilen bir grup kan lekeli Vikingin yaklaştığını gördüler. Mağrur zırhları dilim dilim sarkıyordu, kılıçları çentikli ve kanlıydı. Brodir’i kralın çadırın uzaktan belirlemiş, cinayete meyletmişti, zira Brian, Sigurd ve Kormlada’nın bedenlerinin topaç gibi döndüğü bir iblis dansı içinde ruhu utanç ve öfkeyle köpürüyordu. Savaşı, İrlanda’yı, Kormlada’yı yitirmişti, caniyane bir intikam darbesi halinde ölmeye hazırdı artık.
Brodir, peşinde Prens Amlaff’la kralın üstüne koştu; Conn yollarını kesmeye atıldı. Fakat Brodir yana saptı, kendisi krala koşarken onu Amlaff’a bırakarak askerden kurtuldu. Conn, Amlaff’ın kılıcını sol koluyla karşıladı ve prensin zırhını kâğıt gibi yırtan, belkemiğini dağıtan tek bir korkunç darbe indirdi. Sonra asker, Kral Brian’ı korumak için geriye atıldı.
Tam dönerken Brodir’in Brian’ın darbesini savuşturduğunu ve kılıcını yaşlı kralın böğrüne sapladığını gördü Conn. Brian düştü, ama tam düşerken kendini bir dizi üstünde kontrol etti ve ölmek üzere olan bir aslanın vurduğu gibi vurdu. Keskin kılıç, Brodir’in iki bacağını da keserek et ve kemiği yardı ve kızıl bir havuza devrilirken, Vikingin zafer çığlığı korkunç bir inlemeyle bölündü. Orada gayrı ihtiyari debelendi ve hareketsiz kaldı.
Conn şaşkın şaşkın etrafa bakarak durdu. Brodir’in birliğinden insanlar kaçmış, Gaeller Brian’ın çadırına toplanıyordu. Kahramanlar için edilen feryatların sesi, şimdiden nehir boylarında mücadele eden ordulardan hala yükselen çığlık ve naralarla karışarak yükseliyordu. Murrogh’un bedenini ağır ağır yürüyerek kralın çadırına getiriyorlardı; başları eğik, bitkin, kanlı adamlar. Prensin cesedini taşıyan sedyenin arkasından başkaları geliyordu—Murrogh’un oğlu Turlogh’un bedeni—Donald, Marlı Steward—batı şefleri O’Kelly ve O’Hyne’ninkiler—Prens Meathla O’Faelan—Dunlang O’Hartigan. Sedyenin yanında Craglealı Eevin yürüyordu, esmer başı göğsüne düşmüştü.
Savaşçılar kanlı sedyeleri bıraktı ve Kralları Brian Boru’nun cesedi etrafına sessizce, yorgun argın toplandı. Konuşmadan baktılar, beyinleri çatışman acısından bitap düşmüş, körelmiş ve donmuştu. Craglealı Eevin sevgilisinin bedeni yanında sanki kendisi ölmüş gibi hareketsiz duruyordu; ne gözyaşı vardı gözlerinde, ne de çığlık veya inleme kaçtı solgun dudaklarından.
Batan güneş, çiğnenmiş savaş alanını gül pembesi ışığıyla yıkarken, savaşın hengâmesi dindi. Hırpani, yaralı kaçaklar Dublin kapılarına topallıyor, Kral Sitric’in savaşçıları kuşatmaya direnmeye hazırlanıyordu. Fakat İrlandalıların şehri kuşatmaya mecali yoktu. Dört bin savaşçı ve şefler düşmüştü; neredeyse tüm Gael yiğitleri ölmüştü. Fakat yedi binden fazla Danimarkalı ve Leinsterli kandan ıslanmış toprakta yatıyordu, Vikinglerin gücü ezilmişti. Demirden hâkimiyetleri Clontarf’ta bitmişti.
Şu anda katılaşan yaralarının ağrısını hisseden Conn, ağır ağır nehre doğru ilerledi ve Turlogh Dubh ile karşılaştı. Savaş çılgınlığı Kara Turlogh’tan silinmişti ve esmer yüzü sırrına erilmezdi. Tepeden tırnağa kızıla boyanmıştı.
“Lordum,” dedi Conn, boynundaki kocaman, bakır halkayı yoklayarak, “Bu köle işaretini bana takan kişiyi öldürdüm, artık ondan kurtarılabilirim.”
Kara Turlogh, balta kafasını ellerine aldı ve onu halkaya bastırarak keskin ağzı yumuşak metalden geçirdi. Balta Conn’un omzunu kesti ama ikisi de umursamadı.
“Artık sahiden özgürüm,” dedi Conn güçlü kollarını esneterek. “düşen şefler için yüreğim kederli ama aklım merak ve görkemle karışık. Bir daha böyle bir savaşta savaşır mıyız? Gerçekte bir kuzgun şöleni, bir katliam deryası bu…”
Sesi kısıldı ve başı geride, gözleri bulutlu göklere bakarak bir heykel gibi kaldı. Güneş koyu kızıl bir deryaya batıyordu. Koca bulutlar için için yanan günbatımı kızıllığında dalgalanıyor, yuvarlanıyor, öbek öbek yığılıyordu. Onlardan soğuğu can acıtan bir rüzgâr esti ve rüzgârda taşınan, bulutlara karşı netleşen, sakalı ve vahşi saçları fırtınada çağıldayan, pelerini devasa kanatlar gibi açılan bulanık, devasa bir beden—kasvetli Kuzey’de zonklayıp ışıldayan gizemli mavi sisler içine hızlanarak—uçarak gitti.
“Şuraya bakın—gökte!” diye bağırdı Conn. “Gri Kişi! Bu o! Tek gözlü ihtiyar. Onu Torka dağlarında gördüm. Savaş kasıp kavururken, Dublin surlarında kara kara düşünürken ilişti gözüme. Ölürken Prens Murrogh’un üstünde yükseldiğini gördüm. Bakın! Rüzgâra biniyor, yüksek bulutlar arasında koşuyor. Siliniyor. Boşlukta soluyor! Kayboluyor!”
“O Deniz Halkının Tanrısı Odin,” dedi Turlogh kasvetle. “Çocukları yenildi, sunakları parçalandı, müritleri Güney kılıçları önünde düştü. Yeni tanrılar ve çocuklarından kaçıyor, doğduğu Kuzeyin mavi çukurlarına dönüyor. Artık biçare kurbanlar rahiplerinin hançerleri altında ulumayacak—artık kara bulutlarda kol gezmeyecek.” Başını dalgın dalgın salladı. “Gri Tanrı göçüyor, kazandık ama biz de göçüyoruz. Memlekete alacakaranlık günleri geldi ve çağ tükeniyormuş gibi acayip bir duygu çöktü üstüme. Biz hepimiz, gecenin içinde solan hayaletler haricinde neyiz ki?”
Ve Conn’u özgürlüğüne bırakarak karanlığa doğru ilerledi—o da tüm Gaeller de Gri Tanrı ve amansız müritlerinin gölgesinden kurtarılmış, kölelik ve zulümden azadeydi artık.
BÖLÜM V
Savaş bir düşe benziyordu, anlatamam,
Kaç kâfir ruhunu Cehenneme yolladığımı
Tek bildiğim, düşenler üstünde işittiğim
Karanlık Odin’in oğullarına seslendiğini
Ve savaşı ve sarsıntı ortasında hissetim
Ragnarök’te savaşan kralların arbedesini
Kaç kâfir ruhunu Cehenneme yolladığımı
Tek bildiğim, düşenler üstünde işittiğim
Karanlık Odin’in oğullarına seslendiğini
Ve savaşı ve sarsıntı ortasında hissetim
Ragnarök’te savaşan kralların arbedesini
–Conn’un Destanı
Şafağın ak sisleri arasında insanlar hayaletler gibi hareket ediyor, silahlar ürpertici şekilde çınlıyordu. Conn kaslı kollarını gerdi, ağzı iki karış esnedi ve kınındaki muhteşem kılıcı gevşetti. “Kuzgunların kan içeceği gündür bu Lordum,” diye sırıttı, Dunlang O’Hartigan da kayıtsızca başını salladı.
“Buraya gel de şu kahrolası kafesi giymeme yardım et,” dedi genç şef. “Eevin’in hatırına onu giyeceğim ama azizler aşkına! Savaşa çırılçıplak gitmeyi tercih ederdim!”
Kilmainham’dan beri savaşa girmeyi düşündükleri düzenin aynısıyla yaya olarak intikal halindeydi Gael’ler. En önde, sol kollarında porsuk ağacından çelik kuşaklı yuvarlak bir kalkan, sağ ellerinde karşısında hiçbir zırhın dayanamayacağı dehşetengiz Dalcassian baltalarını kavrayarak Dalcassianlar geliyordu. Bu balta Danimarkalın ağır, iki ağızlı silahından epey farklıydı; İrlandalı, onu tek elle kullanır, başparmakları darbeyi yönetmek için sap boyunca uzanırdı; balta dövüşünde daha önce veya şimdi dengi olmayan bir beceriye erişmişlerdi. Gerçi Murrogh gibi bazı şefler hafif çelik başlıklar giyiyordu ama ne gallaglachlar, ne köylülerde zırh yelek yoktu hiçbirinde. Fakat savaşçıların ve şefin tunikleri aynı hünerle örülmüş, kılıç ve oka karşı kayda değer bir koruma sağlayan bir katılığa ulaşana dek sertleştirici ilaca batırılmıştı
Dalcassialıların başında, bir katliam yerine bir şölene gidiyormuş gibi gülümseyen, vahşi gözleri parlayan Prens Murrogh yürüyordu. Bir tarafında Romalı korsesi içindeki Dunlang O’Hartigan, diğer tarafında iki Turlogh yürüyordu—Murrogh’un oğlu ve tüm Dalcassialılar arasında savaşa hep tamamen zırhlı giden tek kişi olan Turlogh Dubh. Gençliğine rağmen esmer yüzü, için için parlayan mavi gözleriyle hayli merhametsiz görünüyordu; tam bir siyah zırh gömlek, bacak zırhları ve bir zırh uzantıyla çelik bir tolga giyiyor, çivili bir kalkan taşıyordu. Savaşta kılıçları tercih eden şeflerin kalanından farklı olarak Turlogh Dubh bizzat kendinin dövdüğü bir baltayla savaşırdı ve bu silahı kullanma becerisi neredeyse doğaüstüydü.
Dalcassianların hemen arkasında, şefleriyle iki İskoç birliği vardı; İskoçya’dan Steward’lar ve at kılı tepelikler ve zırh ceketler giyen Saksonlarla uzun savaşların kıdemlileri geliyordu.. Onlarla birlikte Prens Meathla O’Faelan tarafından komuta edilen Güney Munsterli adamlar geliyordu.
Üçüncü tümen, saçı başı dağınık, azgın, kurt derileri haricinde çıplak, şefleri O’Kelly ve O’Hyne olan Connach savaşçılarından müteşekkildi. O’Kelly ruhu bunalmış bir kişi gibi yürüyordu zira bir gece önceki Kral Malachi ile buluşmasının gölgesi, zayıf da olsa önüne çıkıyordu.
Üç ana tümenden biraz ayrı olarak kralları önlerinde ağır ağır at süren Meath askerleri ile gallaglachları ilerliyordu.
Tüm ordunun önünde de ak saçları yaşlı yüzüne savrulan, gözleri yabancı ve başka âlemlere dalmış, kar beyazı bir savaş atına binen Kral Brian Boru at sürüyordu. Vahşi köylüler batıl bir huşuyla bakıyordu ona.
Böyle geldi Gaeller, Lochlann ve Leinster’den orduların Dubhgall Köprüsü’nden Clontarf ovasını ayıran dar Tolka nehrine dek geniş bir hilal halinde uzanarak tamamen savaş düzeninde sıralandığını gördükleri Dublin önlerine. Üç ana tümen vardı— Sigurd ve Zalim Brodir’le yaban Kuzey’den Vikingler; onlara komşu bir tarafta adını kimsenin bilmediği fakat kavminin genel ismi Dubhgall-Kara Yabancı diye çağrılan kasvetli bir gezgin olan şefleri yönetiminde vahşi Dublinli Danimarkalılar, diğer cenahta ise kralları Mailmora’yla Leinster İrlandalıları vardı. Liffrey nehrinin ötesindeki tepedeki Danimarka kalesi, Kral Sitric’in şehri koruyan silahlı adamlarıyla diken dikendi.
O günlerde Dublin, Liffrey’in tam güneyinde kaldığından, Gaellerin yaklaştığı kuzeyden kente gelen sadece tek yol vardı: Dubghall Köprüsü denilen köprüydü bu da. Danimarkalılar saflarının bir boynuzuyla bu girişi koruyup, sırtlarını denize doğru veren safları Tolka’ya doğru kavislenerek duruyordu. Gaeller Tomar Ormanı ve sahil arasında uzanan düz ovada ilerliyordu.
Orduları ayıran mesafenin bir ok menzilinden biraz daha fazlasına düşmesiyle Gaeller durdu ve Kral Brian bir haçı yüksekte tutarak önlerine sürdü atını.“Goidhel Oğulları!” sesi bir borazan çağrısı gibi çın çın öttü. “Eski günlerde yönettiğim gibi, uğraşta sizi yönetmem nasip değilmiş. Fakat çadırımı, kaçarsanız çiğneyebileceğiniz saflarınızın arkasına kurdum. Kaçmayacaksınız! Yüz aşağılama ve utanç senesini hatırlayın! Yakılan evlerinizi, boğazlanan akrabalarınızı, tecavüz edilen kadınlarınızı, köle edilen bebeklerinizi hatırlayın! Sizi ezenler önünüzde duruyor. Bugün yüce Tanrımız sizin için öldü! O’nun ismine küfreden, O’nun halkını öldüren kâfir orduları şurada duruyor! Verecek tek bir emrim var sadece—ya zafer kazanın, ya da ölün!”
Vahşi ordular kurtlar gibi bağırdı ve bir balta ormanı yüksekte sallandı. Kral Brian başını eğdi ve yüzü ihtiyarladı.
“Artık beni çadırıma geri götürsünler,” diye fısıldadı Murrogh’a. “İhtiyarlık kılıç oyunundan elimi çekti ve ecelim aman vermeden üstüme çöküyor. Gidin ve Tanrı öldürürken kolunuzu kavileştirsin!”
Kralın muhafızları arasında ağır ağır çadırına at sürdüğü şu an, kemerler sıkılıyor, kılıçlar çekiliyor, kalkanlar kuşanılıyordu. Conn Roma tolgasını Dunlang’ın başına koydu ve sonuca sırıttı; böylece mahfazalanan genç şef, Norveç efsanesinden çıkma bir tür efsanevi demir canavara benziyordu. Ordular aman vermeden birbirine doğru ilerledi.
Vikingler, uç kısımda Sigurd ve Brodir’le gözde takoz düzenlerini almıştı. Kuzeyliler yarı çıplak Gaellerin gevşek saflarına sert bir zıtlık sunuyordu. Yekpare saflar halinde ilerlediler, boynuzlu tolgalarla, dizlerine inen kalın pullu zırh ceketlerle demir levhalarla desteklenmiş kurutulmuş kurt postundan dizliklerle zırhlanıyor, demir kenarlıklı, uçurtma biçimli ıhlamur ağacından kalkanlar taşıyorlardı. Ön cephedeki bin savaşçı uzun dizlikler ve zırh eldivenler de giyiyordu. Tepeden tırnağa çeliğe bürünmüşlerdi bu yüzden. Bunlar kalkanları birleştirip yekpare bir kalkan duvarı halinde ilerlediler; demir safların üstünde de, Sigurd’a zafer—taşıyana da sözde ölüm—getirdiği söylenen zalim kuzgun sancağı dalgalanıyordu. Şu anda her halükarda ölüm vaktinin yakın olduğunu hisseden ihtiyar Asgrimm oğlu Rane tarafından taşınıyordu.
Bir mızrak ucunu andıran takozun başında Lochlann muharipleri vardı—bir kılıcın hiç çentemediği, donuk donuk ışıldayan mavi zırh içinde Brodir; Uzun, sarı sakallı, altın pullu zırh yeleği parıldayan Jarl Sigurd; ruhunda savaşın çılgınlığı içinde bile muazzam bir kahkaha atmaya sevk eden alaycı bir iblis gizlenen Kızıl Hrafn; uzun, yoldaşları Thorstein ve Asmund; Norveç kralının gezgin oğlu Prens Amlaff, Danimarkalı Platt, Sakson Athelstane; Hebridlerden Jarl Kuzgun Thorwald; Çılgın Anrad.
Bu heybetli safa doğru, İrlandalılar çabuk adımlarla, az çok açık formasyonda, pek az düzenli saf kurarak ilerledi. Fakat Malachi ve savaşçıları aniden döndü ve Cabra yakınındaki yüksek mevkide pozisyon alarak en sola çekildi. Murrogh bunu gördüğünde içinden sövdü, Kara Turlogh ise gürledi: “Kim demiş O’Neill eski bir garezi unutur diye? Crom adına! Murrogh, bu savaş kazanılmadan önce, göğüslerimiz kadar sırtlarımızı da korumaya mecbur kalabiliriz!”
O esnada kızıl saçı çıplak başının etrafında kızıl bir peçe gibi dalgalanan, gümüş zırhı ışıldayan Danimarkalı Platt Viking saflarından uzun adımlarla çıktı. Ordular hevesle seyrediyordu, zira o eski günlerde girizgâh niteliğinde teke tek dövüşler olmadan savaşlar nadiren başlardı.
“Donald!” diye bağırdı Platt çıplak kılıcını yukarıda öyle sallıyordu ki doğan güneş bir gümüş ışıltısı yansıttı üstünden. “Marlı Donald nerede? Rhu Stoir’de olduğun gibi oırada mısın Donald, yoksa kavgadan sinsice sıvıştın mı?”
“Buradayım hırsız!” diye cevapladı İskoç şefi. Kınını savurup atarak adamları arasından uzun adımlarla çıktı, uzun boylu, kuru ve kasvetli bir adamdı.
İskoçyalı ve Danimarkalı ordular arasındaki boşlukta karşılaştı; Donald avlanan bir kurt kadar dikkatli, Platt, gözleri parlayıp, gülünç bir delilikle dans ederek pervasızca, palas pandıras atılıyordu. Yine de yuvarlanan bir çakıl üstünde aniden kayan temkinli Steward’ın ayağı oldu ve daha dengesini sağlayamadan Platt’ın kılıcı öyle bir şiddetle ona doğru atıldı ki keskin uç zırh yeleğin pullarını yardı ve altındaki kalbe kadar saplandı. Platt’ın delice sevinç narası, bir hıçkırıkla bölündü. Marlı Donald tam yığılırken, Danimarkalının kellesini bölen bir ölüm darbesi indirdi ve ikisi birlikte düştüler.
Bunun üzerine gür bir kükreme göğe yükseldi ve iki büyük ordu koca bir med cezir dalgası gibi beraberce dalgalandı. Savaşın ilk darbeleri böylece vurulmuş oldu. Burada stratejik manevralar, süvari taarruzları, ok yaylımları falan yoktu. Kırk bin adam yaya olarak, göğüs göğse, adam adama, can alıp can vererek tek bir çılgın, kızıl kargaşa halinde savaştı. Savaş, savaşçıların mızrakları ve baltaları etrafında uğultulu dalgalar halinde kırıldı. İlk çarpışan Dalcassialılar ve Vikingler oldu, onlar buluşurken de her iki saf darbeden sallandı. Norveçlilerin derin kükremesi, Gael naralarına karıştı, kuzey mızrakları Batı baltaları arasında parçalandı. Çatışmanın en önünde Murrogh’un muazzam bedeni inip kalkıyor, kükreyip, her iki elinde insanları mısır sapı gibi biçen koca bir kılıçla sağa sola vururken geriliyordu. Ne kalkan, ne tolga dayanıyordu korkunç darbelerine; arkasından da kesip biçerek, iblisler gibi uluya uluya geliyordu savaşçıları. Dublin Danimarkalılarının yekpare hatlarına karşı, vahşi Connacht yerlileri gümbürdüyor, Güney Munsterliler ve İskoç müttefikleri hınçla Leinster İrlandalılarının tepesine çöküyordu.
Ovada demir hatlar kıvrılıyor, birbirine giriyordu. Dunlang ve Murrogh’u izleyen Conn, kanlı kılıcıyla hedefe vururken vahşice sırıttı ve kargılar arasında vahşi gözleri Kuzgun Thorwald’ı aradı. Fakat vahşi yüzlerin dalgalar gibi gelip gittiği o çılgın savaş denizinde herhangi bir kişiyi tanımak müşkül işti.
Baştan, bir santim oynamadan dayandı iki hat da; bacaklar iki yana açık, göğüs göğüse itişerek hırladılar, biçtiler; kalkanlar kalkanlara iyice sıkıştı. Savaş hattının yukarısında, aşağısında, her yerde kılıçlar ışıldadı ve güneşte deniz serpintisi gibi parladı, boğuk kükremeler yukarıda Valkyrieler gibi dönen kuzgunları sarstı. Sonra insan eti ve kanı artık buna dayanamadı, uzun, sıra sıra saflar ileri geri dalgalanmaya başladı. Çatışmanın ön cephesinde bir kılıçla yaya olarak savaşan kralları tarafından sövülen Leinsterliler, Munster klanlarının ve İskoç müttefiklerinin vahşi saldırısı önünde ağır ağır, adım adım çekilerek geriledi.
Fakat öbür cenahlarda heybetli Dubhgall yönetimindeki Dublinli Danimarkalılar, safları şoktan sendelese de Batı kabilelerinin ilk kırıp geçiren saldırısına dayandı., şimdiyse kurt derisi giyen vahşi adamlar, Danimarka baltaları önünde tahıl gibi istif istif düşüyordu.
Merkezde savaş en vahşi şekilde kasıp kavuruyordu; Vikinglerin takoz biçimli kalkan duvarı dayandı ve demirden safları karşısında Dalcassialılar yarı çıplak bedenlerini boş yere savurdu. O zalim duvarı korkunç bir yığın çevreliyor, Brodir ve Sigurd, ağır fakat sabit bir yürüyüşe başlarken, Vikinglerin karşı konulmaz ilerleyişi, Gaellerin gevşek düzenlerinin giderek daha içlerine girmeye başlıyordu.
Dublin Kalesi surlarında, Kormlada ve karısıyla savaşı seyreden Kral Sitric bağırdı: “Deniz krallarının savaş alanında hasadı iyi!”
Kormlada’nın güzel gözleri vahşi bir neşeyle alev alev yanıyordu. “Geber Brian!” diye bağırdı şiddetle. “Geber Murrogh! Sen de geber Brodir! Bırakın aç kuzgunlar beslensin!” fakat gözleri halktan ayrı olarak siperlerde duran uzun boylu, pelerinli kişiye takılırken sesi bocaladı—savaş üstüne kara kara düşünen kasvetli, ihtiyar bir devdi bu. Üstüne soğuk bir korku çöktü ve sözcükleri dudaklarında dondu. Sitric’in pelerinini çekti. “Kim şu?” diye fısıldadı göstererek.
Sitric baktı ve ürperdi. “Tanımıyorum. Onu boşver. Yakınına da gitme. Ben ona yaklaştığımda, benimle konuşmadı, bakmadı bile ama üstüme soğuk bir rüzgâr esti ve yüreğim buruştu. Bırak da onun yerine savaşı izleyelim. Gaeller çekiliyor.”
Fakat Gael ilerleyişinin en uç noktasında hat dayandı. Orada kavisli balta ağızlarının dışbükey merkezi gibi savaşıyordu Murrogh ve şefleri. Yüce prens uzuvlarındaki kesiklerden şimdiden kanıyordu ama ağır kılıçları bir ölüm hasat eden çifte darbeler halinde parlıyor, yanındaki şefler de savaş mısırı biçiyordu. Murrogh, hırsla o sıkışıklıkta Sigurd’a ulaşmaya çabalıyordu. Mızraklar veya başlar dalgasının ötesinde, yıldırım gibi darbeler vurarak yükselen uzun boylu Jarl’ı gördü, görmesiyle birlikte Gael Prensinin çıldırması bir oldu. Fakat Viking beyine ulaşamadı.
“Savaşçılar püskürtülüyor,” diye soludu Dunlang, gözlerindeki teri silkmeye çalışarak. Genç şefe dokunulmamıştı; kargı ve baltalar Roma tolgasında parçalanıyor ya da kadim zırh yelekten sekiyordu ama zırha alışık olmadığından tıpkı zincirlenmiş bir kurt gibi hissediyordu.
Murrogh, tek bir bakış ayırdı; şefler kümesinin her iki yanından gallaglachlar, zırhlı Kuzeylilerin karşı konulmaz ilerleyişini durdurmak ellerinden gelmeden ağır ağır, acımasızca, arazinin her santimini kanla satarak çekiliyordu. Kuzeyliler de düşüyordu ama tüm saflarını kapatıyor, bacaklarını zorlayarak, bedenlerini gererek, mızraklarını durmadan, mola vermeden saplayarak zor kullanarak ilerliyorlardı; ölü ve ölmekte olanlardan kızıl bir dalgayı yarmayı sürdürüyorlardı.
“Turlogh!” diye soludu Murrogh gözlerinden kan ve teri silkeleyerek. “Çabuk, kavgayı bırakıp Malachi’ye git. Ona saldırmasını söyle Tanrı adına!”
Fakat katliam çılgınlığı üstündeydi Kara Turlogh’un; dudakları köpüklüydü ve gözleri bir delininki gibiydi. “İblis götürsün Malachi’yi!” diye hırladı kaplan pençesinin darbesi gibi bir vuruşla bir Danimarkalının kafatasını dağıtarak.
“Conn!” diye seslendi Murrogh koca köylünün omzunu kavrayıp onu geriye çekerek. “Çabuk Malachi’ye—desteğine intiyacımız var!”
Conn, gönülsüzce, gök gürültüsü gibi darbelerle yolunu açarak çatışmadan çekildi. Kılıçlar ve sallanan tolgalardan sendeleyen denizin ardında Jarl Sigurd ve beylerini gördü—fısıldayan kılıçlar insanları hasatçı önündeki buğday gibi biçerken, üstlerinde kuzgun sancağın kabarık katmanları dalgalanıyordu.
Baskıdan kurtulan Meathlilerin silahlarını kavrayıp hevesle krallarına bakarak, av köpekleri gibi gergin, tir tir titreyerek toplandığı yüksek Cabra mevkisine varana dek savaş hattı boyunca hızla koştu. Kasvetli gözlerle çatışmayı izleyen Malachi ayrı duruyordu, arslan başı eğik, parmakları altın sakalının içinde birbirine girmişti.
“Kral Melaghlin,” dedi Conn doğruca, “Prensim Murrogh hedefe saldırmanız için ısrar ediyor, zira baskı muazzam, Gael oğulları dara düştü.”
Yüce O’Neill başını kaldırdı ve dalgın dalgın askere baktı. Conn Malachi’nin ruhunda gerçekleşen karmaşık mücadeleyi çok az tahmin etti—beynine doluşan kızıl görüntüler—zenginlikler, iktidar, tüm İrlanda’nın yönetimi terazinin bir kefesinde, kalleşliğin kara utancı öbüründeydi. Yeğeni O’Kelly’nin sancağının mızraklar arasında yükseldiği savaş alanına baktı. Malachi ürperdi ama başını iki yana salladı.
“Yok,” dedi, “Zamanı değil. Saldıracağım—vakit geldiğinde.”
Bir an için kral ve asker birbirinin gözlerine baktı ve Malachi’nin gözleri düştü. Conn tek kelime etmeden döndü ve yamaçtan aşağı seğirtti. İnerken de Lennox’un ilerlediğini ve Desmond’un adamlarının durdurulduğunu gördü. Bir vahşi gibi köpüren Mailmora, Prens Meathla O’Faelan’ı kendi eliyle biçmiş, serseri bir mızrak Büyük Steward’ı yaralamış, şu anda da Leinsterliler, Munster ve İskoç klanlarının saldırısına direniyordu. Fakat Dalcassian şeflerinin savaştığı yerde savaş kilitlenmişti, Thomond Prensi Norveçli taarruzunu, denizi bölen çıkıntılı bir kaya gibi durdurdu.
Katliamın kabarışı içinde Conn yeniden Murrogh’a ulaştı. “Melaghlin vakti geldiğinde saldıracağını söylüyor!”
“Lanet ruhuna!” diye hırladı Kara Turlogh. “İhanete uğradık!”
Murrogh’un mavi gözleri alev alev parladı. “O zaman Tanrı adına,” diye kükredi, “Haydi saldıralım ve ölelim!”
Debelenen kanlı adamlar narasını işitti ve gerildi. Gael’in umutsuzluktan doğan kör tutkusu kabardı; saflar katılaştı ve muazzam bir nara savaş alanını sarstı. Kral Sitric’in beyazlamasına, balkon duvarını kavramasına yol açtı bu nara. O narayı daha önce de işitmişti.
Murrogh bağırarak öne atılırken, Gaeller, umudu olmayan insanlarda olduğu üzere, kızıl bir öfkeyle canlanıyordu şimdi. Ecelin yakınlığı çıldırmalarına yol açtı, esinlenmiş deliler gibi son saldırılarına giriştiler ve darbeden sendeleyen kalkan duvara çarptılar. Hiçbir insan gücü karşı koyamazdı bu saldırıya Umutsuzluk ve savaş çılgınlığı tarafından insanüstü öfkesi tutuşan Murrogh ve şefleri artık kazanmayı, hatta sağ kalmayı değil sadece ölürlerken öfkelerini doyurmayı umuyorlardı, umutsuzca, yaralı kaplanlar gibi—uzuvları keserek, kafataslarını dağıtarak, göğüs ve göğüs kemiklerini yararak—savaştılar. Murrogh’un hemen ardında Kara Turlogh’un baltası, Dunlang, genç Turlogh ve Conn’un kılıçları çakıyordu; o çelik seli altında demir saf ufalandı, açıldı ve gedikten çıldırmış Gaeller kesip biçerek saban gibi yardı. Kalkan duvarı düzeni dağıldı.
Tam bu anda da hala sağ kalan Connacht’ın vahşi erkekleri Dublin Danimarkalılarına karşı umutsuz bir taarruza girişti yeniden. O’Hyne ve Dubhgall birlikte düştü, Dublinliler her adımda mücadele ederek çekilmeye zorlandı. Şu anda da tüm savaş alanı, saf veya düzen olmayan karmakarışık bir kütleye dönüşüyordu. Murrogh sonunda Dalcassialı ölülerden parçalanmış bir yığın arasında duran Jarl Sigurd’a rastladı. Jarl’ın arkasında kuzgun sancağı taşıyan zalim ihtiyar Asgrimm oğlu Rane duruyordu, Murrogh onu tek bir darbede öldürdü. Sigurd döndü ve kılıcı Murrogh’un tuniğini yırtıp, göğsünü kesti ama İrlanda Prensi Norveçkalkanına öyle şiddetle vurdu ki Jarl Sigurd gerisingeri sendeledi.
Thorleif Hordi sancağı kaldırmıştı ama daha kaldırır kaldırmaz gözleri öfkeyle yanan Kara Turlogh aradan koptu ve kafatasını dişlerine dek yardı. Sancağın bir kez daha düştüğünü gören Sigurd, Murrogh’a öyle umutsuz bir güçle vurdu ki, kılıcı prensin başlığını ısırdı ve kafa derisini kesti. Kan Murrogh’un yüzüne fışkırdı ve sendeledi ama Sigurd bir daha vuramadan, Kara Turlogh’un baltası bir şimşek darbesi gibi atıldı. Jarl’ın savunma kalkanı parçalanark kolundan düştü, Sigurd bir anlığına geriledi, o ölümcül baltanın ıslık çalan oyunu yüzünden yılgınlığa kapılmıştı. O anda bir savaşçı seli köpüren şefleri birbirinden ayrı düşürdü.
“Thorstein!” diye bağırdı Sigurd. “Sancağı al!”
“Dokunma ona,” diye bağırdı Asmund. “Lanetli o; taşıyan ölüyor!”Daha o konuşurken Dunlang’ın kılıcı kafatasını ezdi.
“Hrafn!” diye bağırdı Sigurd umutsuzca. “Sancağı sen taşı!”
“Kendi lanetini kendin taşı!” diye cevap verdi Hrafn. ”Hepimizin sonu bu!”
“Ödlekler! Diye kükredi Jarl yüzü kanlı, gözleri alev alev yanan Murrogh ona koşarken sancağı kendisi kapıp, pelerininin altına toplamaya çalışarak. Sigurd kılıcını hızla kaldırdı—çok geç. Murrogh’un sağ elindeki kılıç, onu bağlayan bağları patlatıp, başından kopararak tolgasında parçalandı, ilk darbenin arkasından ıslık çalan Murrogh’un sol elindeki kılıç, Jarl’ın kafatasını dağıttı ve düşerken etrafına dolanan sancağının kanlı katmanları içinde cansız düşürdü.
Şu anda muazzam bir kükreme yükseliyor, Gaeller darbelerini katlıyordu. Kalkan duvar düzeninin dağılmasıyla zırhlı Vikinglerin zırhı onları koruyamadı, zira güneşte çakan Dalcassialı baltaları, ıhlamur ağacından kalkanı ve boynuzlu tolgayı yırtarak zincir zırhı da demir levhayı da aynı şekilde biçiyordu. Fakat Danimarkalılar dağılmadı.
Fakat yüksek tabyalardaki Kral Sitric’in benzi atmıştı; siper duvarını tutan elleri titriyordu. Zira çıplak bedenlerini tekrar tekrar mızrak ve baltanın dişlerine savurarak yaşamlarını su gibi harcayan bu vahşilerin artık püskürtülemeyeceğini biliyordu. Kormlada susmuştu ama Sitric’in karısı Kral Brian’ın kızı ani bir neşeyle bağırdı, zira yüreği kendi halkıyla idi.
Murrough, Brodir’e ulaşmaya çalışıyordu ama kara Viking Sigurd’un öldüğünü görmüştü. Brodir’in dünyası çöküyordu. Övündüğü zırhı bile zayıflıyordu artık, zira şimdiye dek postunu kurtarmış olsa da, paçavraya dönmüştü artık. Manlı Viking, daha önce hiç çıkmamıştı dehşetli Dalcassia baltası karşısına. Murrogh’un saldırısı önünden çekildi. zdihamda bir balta onu yere düşürüp, bir an korkunç darbeyle onu körleştirerek Murrogh’un tolgasında parçalandı. Dunlang’ın kılıcı kılıcı düşen prensin üstünde bir ölüm çarkı ördü ve Murrogh sendeleyerek ayağa kalktı.
Kara Turlogh, Conn ve Genç Turlogh kesip biçerek dalarken baskı gevşedi ve savaş hararetiyle çıldıran Dunlang, tolgasını çıkardı ve zırhını yırtarcasına çıkarıp attı.
“İblis yesin böyle kafesleri” diye kükredi destek olmak için sendeleyen prensi tutarak. Tam o anda da Danimarkalı Thorstein koşarak geldi ve kargısını Dunlang’ın böğrüne sapladı. Genç Dalcassialı sendeledi ve Murrogh’un ayaklarına düştü, Conn Thorstein’in kellesini bedeninden uçurmak üzere öne atıldı ve kelle bir kan yağmuru içinde havada sırıtarak fırıl fırıl döndü.
Murrogh karanlığı gözlerinden silkeledi. “Dunlang!” dostunun yanında dizlerinin üstüne düşüp, başını kaldırarak korku dolu bir sesle bağırdı.
Fakat Dunlang’ın gözleri şimdiden matlaşıyordu. “Murrogh! Eevin!” diye fısıldadı, sonra dudaklarından kan boşandı ve prensin kollarına yığılıp kaldı.
Murrogh iblisçe bir öfke haykırışıyla ayağa fırladı. Vikinglerin en kalabalık olduğu yere atıldı, adamları da arkasından koşturdu.
Cabra tepesinde Malachi şüphe ve komplolarını rüzgâra savurarak aniden bağırdı. Brodir’in planladığı olmuştu. Sadece iki ordu da paramparça olana dek kenarda durması kâfiydi, sonra onların ona ihaneti planladığı gibi Danimarkalıları kandırarak İrlanda’yı ele geçirirdi. Fakat damarlarındaki kan ona karşı haykırıyor, susmuyordu, boynunda bunca yıl evvel kılıcı kırılmış Danimarkalı Kraldan aldığı Tomar’ın altın yakalığını kavradı, eski ateş yeniden harlanıyordu.
“Saldırın ve ölün!” diye kükredi kılıcını çekerek, arkasında da Meath erkekleri avlanan bir sürü gibi uludu ve oluk oluk sahaya aktılar.
Meathlıların saldırısının şoku altında altında zayıflamış Danimarkalılar sendeledi, bozuldu. Gemilerinin demir attığı körfeze varmaya çalışarak tek tek ve umutsuz kümeler halinde bölündüler. Fakat Meathlılar çekiliş yollarını kesmişti, gemiler de hayli açıktaydı zira dalgalar med halindeydi. Tüm gün köpürmüştü o korkunç savaş; yine de muazzam darbeler arasından batan güneşe ürkek bir bakış atan Conn’a safların çarpışmasından beri ancak bir saat geçmiş gibi geliyordu.
Kaçan Kuzeyliler nehre vardı ve Gaeller peşlerinden onları boğmaya atıldı. Şurada burada kararlı direnişler kuran kaçaklarla Kuzeyli kümeleri arasına dağıldı İrlanda şefleri. Genç Turlogh, Murrogh’un yanından ayrı düşmüş, bir Danimarkalıyla boğuşarak Tolka içlerinde kaybolmuştu. Leinster Klanları, Kara Turlogh kuduz bir hayvan gibi en kalabalık noktalarına dalıp Mailmora’yı savaşçılarının ortasında öldürene dek dağılmadı.
Hala kandan kudurmuş ama bitkinlikten sendeleyen, kan kaybından zayıf düşen Murrogh, galiplere sırt sırta direnen bir Viking grubuna rastladı. Liderleri çılgın Anrad’dı ve Murrogh’u görünce, öfkeyle üstüne koştu. Danimarkalının darbesini savuşturmak için fazla yorgun olan Murrogh, kendi kılıcını düşürdü ve onu yere savurarak Anrad’la kapıştı. Düşerlerken kılıç Danimarkalının elinden koparıldı ve ikisi de ona atıldılar ama Murrogh kabzayı, Anrad bıçağı yakaladı. Gael Prensi sinir ve kası kesip, keskin ağzı Vikingin elinden çekerek kurtardı onu; bir dizini Anrad’ın göğsüne koyan Murrogh kılıcını iki kez adamın bedenine sapladı. Anrad, can verirken bir hançer çekti ama gücü kolundan hızla çekiliyordu. Sonra güçlü bir el bileğini kavradı ve keskin bıçak Murrogh’un yüreğinin altına gömüldü. Murrogh, can çekişerek arkaya düştü, son bakışı ona pelerini rüzgârda kabaran, tek, ışıltılı gözü soğuk ve korkunç görünen uzun boylu, kır saçlı bir devin üstünde yükseldiğini gösterdi. Fakat etraftaki savaşçıların şaşkın gözleri sadece ölüm ve ölümün gelişini görüyordu.
Danimarkalıların hepsi kaçıyordu artık, yüksek surda vahşi gizleriyle enkaz, yenilgi ve utanca bakarken, Kral Sitric de yüce hırslarını ufalanıp solmasını seyrederek oturuyordu.
Conn, Thorwald Raven’i arayarak can çekişenler ve kaçaklar arasında koştu. Köylünün kalkanı gitmiş, baltalar arasında parçalanmıştı. Geniş göğsü yarım düzine yerden kesilmişti; bir kılıç ağzı kafa derisini ısırmış, sadece karman çorman saç kütlesi korumuştu onu. Bir kargı kalçasına girmişti. Yine de öfke ve hararet içindeki şu anda, bu yaraları pek az hissediyordu.
Aniden kurt derisi giyen adamlarla zırhlı cesetlerin arasında topallarken, zayıflayan bir el Conn’un dizini yakaladı. Eğildi ve HyMany şefi, Malachi’nin yeğeni O’Kelly’i gördü. Şefin gözleri ölümün gelişiyle matlaşıyordu. Conn onun kafasını kaldırdı ve mavi dudaklarda bir tebessüm kıvrıldı.
“O’Neill’in savaş çığlığını işitiyorum!” diye fısıldadı. “Malachi bize ihanet edemedi. Uğraştan uzak kalamadı! Kızıl-El- -Zafere—”
Conn, O’Kelly ölürken kalktı ve tanıdık birinin görüntüsü takıldı gözüne. Thorwald Raven kalabalıktan çıkmış, şimdi tek başına, yoldaşlarının intikamcıların baltaları altında sinekler gibi can verdiği nehre veya denize doğru değil, Tomar Ormanına doğru kaçıyordu. Nefretiyle mahmuzlanan Conn takip etti.
Thorwald onu gördü ve hırlayarak döndü; böyle karşılaştı esir eski sahibiyle. Conn yakın mesafeden koşarken Norveçli mızrak sapını iki eliyle kavradı ve vahşice atıldı ama uç askerin boynu etrafındaki büyük, bakır yakalıktan sekti. İyice eğilen Conn da tüm gücüyle yukarıya vurdu, öyle ki muazzam kılıç Jarl Thorwald’ın lime lime zırhını yırtarak bağırsaklarını yere saçtı.
Conn dönünce, takibin onu neredeyse savaş hattının arkasına kurulan kralın çadırına getirmiş olduğunu fark etti. Ak bukleleri rüzgârda uçuşarak çadırının önünde duran, tek kişinin eşlik ettiği Kral Brian’ı gördü. Conn ileriye koştu.
“Asker,” dedi kral, “ne haberler var?” diye sordu kral.
“Yabancılar kaçıyor,” dedi Conn. “Ama Murrogh düştü.”
“Kem haberler getiriyorsun,” dedi Brian, “Erin bir daha hiç onun gibi bir kahraman görmeyecek.” Ve ihtiyarlık soğuk bir bulut gibi çöktü üstüne.
“Muhafızlarınız neredeler lordum?” diye sordu Conn.
“Takibe katıldılar,”
“Öyleyse sizi daha güvenli bir yere götüreyim,” dedi Conn, “Her tarafımızda Galyalılar koşuyor.”
Kral Brian başını iki yana salladı.“Yok, yok, buradan sağ ayrılmayacağımı biliyorum, zira Craglealı Eevin bana dün gece bugün öleceğimi söyledi. Murrogh ve Gael kahramanlarından sonra neye yarar sağ kalmak? Bırak Armagh’ta, Tanrı’nın huzurunda öleyim.”
Tam o anda refakatçi bağırdı: “Kralım, mahvolduk! Yalın, mavi kılıçlı kişiler tepemizde!”
“Zırhlı Danimarkalılar,” diye bağırdı Conn, hızla dönerek.
Kral Brian ağır kılıcını çekti.
Brodir ve Prens Amlaff tarafından yönetilen bir grup kan lekeli Vikingin yaklaştığını gördüler. Mağrur zırhları dilim dilim sarkıyordu, kılıçları çentikli ve kanlıydı. Brodir’i kralın çadırın uzaktan belirlemiş, cinayete meyletmişti, zira Brian, Sigurd ve Kormlada’nın bedenlerinin topaç gibi döndüğü bir iblis dansı içinde ruhu utanç ve öfkeyle köpürüyordu. Savaşı, İrlanda’yı, Kormlada’yı yitirmişti, caniyane bir intikam darbesi halinde ölmeye hazırdı artık.
Brodir, peşinde Prens Amlaff’la kralın üstüne koştu; Conn yollarını kesmeye atıldı. Fakat Brodir yana saptı, kendisi krala koşarken onu Amlaff’a bırakarak askerden kurtuldu. Conn, Amlaff’ın kılıcını sol koluyla karşıladı ve prensin zırhını kâğıt gibi yırtan, belkemiğini dağıtan tek bir korkunç darbe indirdi. Sonra asker, Kral Brian’ı korumak için geriye atıldı.
Tam dönerken Brodir’in Brian’ın darbesini savuşturduğunu ve kılıcını yaşlı kralın böğrüne sapladığını gördü Conn. Brian düştü, ama tam düşerken kendini bir dizi üstünde kontrol etti ve ölmek üzere olan bir aslanın vurduğu gibi vurdu. Keskin kılıç, Brodir’in iki bacağını da keserek et ve kemiği yardı ve kızıl bir havuza devrilirken, Vikingin zafer çığlığı korkunç bir inlemeyle bölündü. Orada gayrı ihtiyari debelendi ve hareketsiz kaldı.
Conn şaşkın şaşkın etrafa bakarak durdu. Brodir’in birliğinden insanlar kaçmış, Gaeller Brian’ın çadırına toplanıyordu. Kahramanlar için edilen feryatların sesi, şimdiden nehir boylarında mücadele eden ordulardan hala yükselen çığlık ve naralarla karışarak yükseliyordu. Murrogh’un bedenini ağır ağır yürüyerek kralın çadırına getiriyorlardı; başları eğik, bitkin, kanlı adamlar. Prensin cesedini taşıyan sedyenin arkasından başkaları geliyordu—Murrogh’un oğlu Turlogh’un bedeni—Donald, Marlı Steward—batı şefleri O’Kelly ve O’Hyne’ninkiler—Prens Meathla O’Faelan—Dunlang O’Hartigan. Sedyenin yanında Craglealı Eevin yürüyordu, esmer başı göğsüne düşmüştü.
Savaşçılar kanlı sedyeleri bıraktı ve Kralları Brian Boru’nun cesedi etrafına sessizce, yorgun argın toplandı. Konuşmadan baktılar, beyinleri çatışman acısından bitap düşmüş, körelmiş ve donmuştu. Craglealı Eevin sevgilisinin bedeni yanında sanki kendisi ölmüş gibi hareketsiz duruyordu; ne gözyaşı vardı gözlerinde, ne de çığlık veya inleme kaçtı solgun dudaklarından.
Batan güneş, çiğnenmiş savaş alanını gül pembesi ışığıyla yıkarken, savaşın hengâmesi dindi. Hırpani, yaralı kaçaklar Dublin kapılarına topallıyor, Kral Sitric’in savaşçıları kuşatmaya direnmeye hazırlanıyordu. Fakat İrlandalıların şehri kuşatmaya mecali yoktu. Dört bin savaşçı ve şefler düşmüştü; neredeyse tüm Gael yiğitleri ölmüştü. Fakat yedi binden fazla Danimarkalı ve Leinsterli kandan ıslanmış toprakta yatıyordu, Vikinglerin gücü ezilmişti. Demirden hâkimiyetleri Clontarf’ta bitmişti.
Şu anda katılaşan yaralarının ağrısını hisseden Conn, ağır ağır nehre doğru ilerledi ve Turlogh Dubh ile karşılaştı. Savaş çılgınlığı Kara Turlogh’tan silinmişti ve esmer yüzü sırrına erilmezdi. Tepeden tırnağa kızıla boyanmıştı.
“Lordum,” dedi Conn, boynundaki kocaman, bakır halkayı yoklayarak, “Bu köle işaretini bana takan kişiyi öldürdüm, artık ondan kurtarılabilirim.”
Kara Turlogh, balta kafasını ellerine aldı ve onu halkaya bastırarak keskin ağzı yumuşak metalden geçirdi. Balta Conn’un omzunu kesti ama ikisi de umursamadı.
“Artık sahiden özgürüm,” dedi Conn güçlü kollarını esneterek. “düşen şefler için yüreğim kederli ama aklım merak ve görkemle karışık. Bir daha böyle bir savaşta savaşır mıyız? Gerçekte bir kuzgun şöleni, bir katliam deryası bu…”
Sesi kısıldı ve başı geride, gözleri bulutlu göklere bakarak bir heykel gibi kaldı. Güneş koyu kızıl bir deryaya batıyordu. Koca bulutlar için için yanan günbatımı kızıllığında dalgalanıyor, yuvarlanıyor, öbek öbek yığılıyordu. Onlardan soğuğu can acıtan bir rüzgâr esti ve rüzgârda taşınan, bulutlara karşı netleşen, sakalı ve vahşi saçları fırtınada çağıldayan, pelerini devasa kanatlar gibi açılan bulanık, devasa bir beden—kasvetli Kuzey’de zonklayıp ışıldayan gizemli mavi sisler içine hızlanarak—uçarak gitti.
“Şuraya bakın—gökte!” diye bağırdı Conn. “Gri Kişi! Bu o! Tek gözlü ihtiyar. Onu Torka dağlarında gördüm. Savaş kasıp kavururken, Dublin surlarında kara kara düşünürken ilişti gözüme. Ölürken Prens Murrogh’un üstünde yükseldiğini gördüm. Bakın! Rüzgâra biniyor, yüksek bulutlar arasında koşuyor. Siliniyor. Boşlukta soluyor! Kayboluyor!”
“O Deniz Halkının Tanrısı Odin,” dedi Turlogh kasvetle. “Çocukları yenildi, sunakları parçalandı, müritleri Güney kılıçları önünde düştü. Yeni tanrılar ve çocuklarından kaçıyor, doğduğu Kuzeyin mavi çukurlarına dönüyor. Artık biçare kurbanlar rahiplerinin hançerleri altında ulumayacak—artık kara bulutlarda kol gezmeyecek.” Başını dalgın dalgın salladı. “Gri Tanrı göçüyor, kazandık ama biz de göçüyoruz. Memlekete alacakaranlık günleri geldi ve çağ tükeniyormuş gibi acayip bir duygu çöktü üstüme. Biz hepimiz, gecenin içinde solan hayaletler haricinde neyiz ki?”
Ve Conn’u özgürlüğüne bırakarak karanlığa doğru ilerledi—o da tüm Gaeller de Gri Tanrı ve amansız müritlerinin gölgesinden kurtarılmış, kölelik ve zulümden azadeydi artık.