Özet: Büyük Osmanlı Sultanı Muhteşem Süleyman, yedi ay hapiste tuttuğu Avusturya heyeti arasında tanıdık birini görür. Avusturya seferine çıkacağını deklare ettiği heyeti huzurundan yolladıktan sonra bu kişinin kendisini Mohaç'ta yaralayan bir şövalye olduğunu hatırlar. Veziri İbrahim'e bununla ilgilenmesini ister. Vezirin yolladığı ulak, bu Alman Gottfried Von Kalmbach'ın kafileden ayrıldığını görür. Sadrazam İbrahim de görevi Avusturya seferi öncesinde ülkeyi kasıp kavurmakla görevlendirilen, tarihin en büyük Akıncı Beyleri arasında sayılan Mikhaloğlu'na verir.
Mikhaloğlu, Von Kalmbach'ı Tuna nehri kıyısında bir köyde bulur. Ancak Kalmbach, atıyla köyün çit duvarından atlayarak ormana kaçar, Mikhaloğlu peşinden karanlık, ıslak ormana dalar.
1. Bölüm için bkz: http://www.cizgidiyari.com/forum/huseyin-aksakal/100727-akbabanin-kanatlari-red-sonya.html
2. Bölüm için bkz: http://www.cizgidiyari.com/forum/hu...kbabanin-kanatlari-kizil-sonya-bolum-2-a.html
Allah, Mikhal Oğlu’nun Gottfried von Kalmbach’ın kellesini o karanlık, sırılsıklam ormanda almasını kısmet etmedi. Ülkeyi onlardan daha iyi biliyordu ve tüm şevklerine rağmen karanlıkta izini kaybettiler. Şafak Gottfried’i doğu ve güneyi aydınlatan yanan bir dünyanın aleviyle dehşete kapılmış tarım arazilerinde at sürerken buldu. İnsanlar dünyanın sonuna kaçıyormuş gibi, acınası ev eşyası yükleri altında sendeleyip böğüren sığırları süren kaçaklarla dolmuştu havali. Sahte bir güvenlik vaadi sunan sağanak yağmurlar, Muhteşem Türk’ün yürüyüşünü fazla engellememişti.
Çeyrek milyon taraftarıyla Hıristiyanlığın doğu sınırlarını kasıp kavuruyordu. Gottfried, Sultan ihsanıyla içerek yalıtılmış köy tavernalarında aylaklık ederken, Peç ve Budin düşmüş, ikincisinin Alman askerleri, halkın Alicenap dediği Süleyman’ın yeminli esenlik vaadlerinin ardından Yeniçeriler tarafından katledilmişti.
Ferdinand, asiller ve piskoposlar Kule Konseyi’nde hırgür ederken, Hıristiyanlık için tek savaşan Anasır-ı Erbaa gibiydi. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor, ovalarla orman yataklarını nemli bataklıklara dönüştüren seller arasında Türkler inatla didiniyordu. Taşkın nehirlerde boğuldular, kayıklar alabora olduğunda, köprüler çöktüğünde, yük arabaları çamura yuvarlandığında büyük miktarlarda cephane, silah ve erzak kaybettiler. Fakat Süleyman’ın yılmaz iradesi tarafından sürülerek gelmeye devam ettiler; şimdi, 1529 Eylül ayında da Türk, bir fırtınanın önündeki sele benzeyen Akıncılarla Macaristan’ın enkazı üstünden Avrupa’yı silip süpürdü.
Gottfried kısmen yorgun aygırını soluk soluğa binlerce kişi için tek sığınak olan kente sürerken kaçaklardan öğrendi bunu. Gökler arkasında kızıla boyandı, rüzgâr katledilen kurbanların çığlıklarını kulaklarına dek getirdi belli belirsiz. Bazen vahşi süvarilerin siyah kütlelelerinin oluk oluk aktığını bile seçebiliyordu. Akbaba kanatları o boğazlanan ülkenin üstünde dehşetengiz şekilde çarptı, o koca kanatların gölgesi tüm Avrupa’ya düştü. Yok edici, tıpkı daha önce kardeşlerinin—Atilla—Subotai—Beyazıt—Fatih Mehmet—sürdüğü gibi bir kez daha at sürüyordu gizemli, mavi Şark’tan. Fakat Batı’ya karşı böylesi bir fırtına hiç esmemişti.
Dalgalı akbaba kanatları önündeki yol ağlayan kaçaklarla doluydu; onların gerisi kızıl ve sessiz, artık ağlamayan ezik bedenler saçılmış halde uzanıyordu. Gottfried von Kalmbach sendeleyen aygırını Viyana kapılarından sürdüğünde, katillerin yarım saat bile önünde değildi. Surlardaki halk, saatler boyu, rüzgârda yükselen iniltileri işitmiş, şimdi de atlılar tepelerden şehri kuşatan ovaya inmeye çabalayan kaçak toplulukları arasına ilerlerken, uzaklarda güneşin mızrak uçlarında parladığını görüyorlardı. Olgun ekinlerin arasındaki orağa benzer çıplak çeliğin oynadığını gördüler
Von Kalmbach, kenti kargaşa içinde buldu; halk, Viyana’ya komuta eden yetmiş yaşındaki ihtiyar savaş atı Kont Nikolas Salm ve yardımcıları Roggendrof, Kont Nikolas Zrinyi ve Paul Bakics’in etrafında feryat edip fırıl fırıl dönüyordu. Salm, çılgın bir telaşla surların yakınındaki evleri yerle bir etmeye, hiçbir yerde iki metreden geniş olmayan, çoğu yerde ufalanıp çöken eski ve dengesiz siperleri desteklemeye çalışıyordu. Dış siper kazıkları Stadtzaun—şehir savunması—adını taşımak için fazlasıyla cılızdı.
Fakat Kont Salm’ın kamçılayan enerjisi altında, Stuben’den Karnthner Kapısı’na dek altı metre yüksekliğinde yeni bir sur yükseltilmişti. Eski hendeğe dek suyolları kazılmış, asma köprüden Salz Kapısı’na dek tahkimatlar dikilmişti. Çatılar yangın ihtimalini azaltmak için padavralara dek soyulmuş, kaldırımlar da top güllelerinin şokunu yumuşatmak için sökülmüştü.
Varoşlar terk edilmişti; şimdi de kuşatmacılara sığınak sağlamasın diye yakılıyordu. Yaklaşan Talancıların burnu dibinde kotarılan süreçte, şehirde yangınlar patlak vermiş ve hezeyanı arttırmıştı. Cehennem ve kızılca kıyametin tümden bağından boşanmış, bunun ortasında da ihtiyar adamlar, kadın ve çocuklardan beş bin zavallı sivil halk, başlarının çaresine baksınlar diye kapılardan amansızca sürülmüş, Akıncılar tepelerine çullanırken feryatları surların içindeki halkı kudurtmuştu. Bu başbelalarına ufuk hattını kaplayıp ölen bir devenin itrafında toplanan akbabalar gibi düzensiz birlikler halinde kente çullanan binlerce kişi tarafından yetişildi. İlk sürünün görünüşünden bir saat sonra, kapıların dışında, ele geçirenlerin eyer kaşlarına uzun iplerle bağlanıp tüm hızlarıyla koşmaya, yoksa ölüme sürüklenmeye mecbur bırakılanlar haricinde hiç canlı Hıristiyan kalmadı. Vahşi süvariler oklarını atıp bağırarak surların etrafında fırıl fırıl döndü. Kulelerdeki adamlar zırhındaki kanatlar sayesinde korkunç Mikhal Oğlu’nu tanıdı ve her cesedi sırasıyla hırsla tarayıp, araştırır gibi burçlara bakmak için durarak bir ceset yığınından öbürüne at sürdüğünü fark ettiler.
Bu esnada batıdan bir Alman ve İspanyol birliği Talancılardan bir kordonu yardı ve başlarında Palgrave Philip’le, çılgın alkışlar eşliğinde caddelere yürüdü.
Gottfried von Kalmbach kılıcına yaslandı ve omuzlarında uzun fitilli tüfekler, çelik giyimli sırtlarına bağlı iki ağızlı kılıçlarıyla ışıltılı göğüs levhaları ve sorguçlu tolgalar içinde geçişlerini seyretti. O, paslı zincir zırhı, orası burası lime lime olmuş ve yarım yamalak yamanmış eski moda kılığıyla acayip tezattı—daha yeni, daha parlak bir kuşağın geçişini seyreden, kir-pas içinde, geçmişten biri gibiydi. Yine de ışıltılı saflar geçip giderken, bir tanıma bakışıyla selamladı Philip onu.
Von Kalmbach tüfekçilerin, eyerlerinden atılan kementlerle burçlara tırmanma eğilimi gösteren Akıncılara idareli şekilde ateş ettiği surlara doğru ilerledi. Fakat yolda Salm’ın soylularla askerlere hendek kazma ve yeni hafriyatlar yükseltme görevlerine zorladığını işitti ve telaş içinde bir hana sığınmayı seçti; orada çarpık bacaklı ve kaygılı bir Eflâklı olan hancıya kendisine hesap açması için dayılandı ve kimsenin ondan herhangi bir işi yapmasını istemeyeceğini varsaydığı bir yerde çabucak, kana kana içti. .
Silah sesleri, naralar ve çığlıklar kulaklarına geldi ama dikkate almadı. Akıncıların vurup, bölgenin ötesini yakıp yıkmaya geçeceğini biliyordu. Taverna sohbetinden Salm’ın, yetmiş topla—top, yarı top ve hafif toplar— birlikte Süleyman’ın ordularının karşısına çıkarmak üzere on bin piyade, iki bin süvari ve bin gönüllü milisi olduğunu öğrendi. Türklerin sayısına dair haberler—von Kalmbach haricinde—tüm kalpleri korkuyla uyuşturdu. Kendi meşrebince bir kaderciydi o. Fakat bir birada vicdanını da keşfetti ve çok geçmeden mahvolmaya mahkûm zavallı Viyana halkı üstüne kara kara düşünüyordu. Daha fazla içti, daha da melankoliye kapıldı ve keder gözyaşları, sarkık bıyık uçlarından damladı.
Sonunda kararsızca kalktı ve koca kılıcını kuşandı; mesele yüzünden Kont Salm’a bir düelloda meydan okumaya dair anlaşılması zor bir niyet içindeydi. Eflâklının çekingen taleplerine böğürdü ve sallanarak sokağa çıktı. Ayyaş bakışlarında kule ve minareler delice sallandı, halk amaçsızca koşturup onu bir kenara ittirdi. Philip the Palgrave zırhı içinde çınlanarak uzun adımlarla ilerledi, İspanyollarının keskin, esmer çehreleri Lanzknecht’lerin düz, sağlıklı simalarıyla zıtlık içindeydi.
“Kendinden utan von Kalmbach!” dedi Philip sertçe. “Türk tepemizde ve sen burnu bir bira maşrapasına batmış haldesin!”
“Kimin burnu, hangi bira maşrapasında?” diye sordu Gottfried kılıcını yoklarken, hatalı bir yarım çember çizerek. “İblis yesin seni Philip, bu yüzden kafanı kıracağım—”
Palgrave şimdiden gözden kaybolmuştu, neticede de Gottfried, nasıl vardığını sadece belli belirsiz fark ettiği Karnthner Kulesi’nde buldu kendini. Fakat gördüğü şey birden ayılttı onu. Türk sahiden de Viyana’daydı. Ova çadır kaplıydı, kimileri otuz bin diyor, Saint Stephen katedralinin yüksek kulesinden birinin ucunu bucağını göremediğine yemin ediyordu. Tuna üstünde kayıklarından dört yüzü duruyordu, Gottfried adamların uzun zaman maaş alamadıkları için gemilere çıkmayan denizciler yüzünden akıntı yönüne ters halde duran Avusturya donanmasına sövdüğünü işitti. Aynı zamanda Salm’ın, Süleyman’ın teslim talebine hiçbir karşılık vermediğini de işitti.
Şu anda kısmen gösteri, kısmen de Kafir köpekleri korkutmak için Muhteşem Türk’ün safları, kuşatma işi için kurulanların önündeki kadim surların önünde düzenli kollar halinde ilerliyordu. Görüntü en metin olanları bile korkutmaya kafiydi. Alçalan güneş, parlak tolgalar, mücevherli süvari kılıcı kabzaları ve mızrak uçlarından ateşler saçtı. Bu, Viyana surları önünde usul usul, korkunç şekilde akan ışıl ışıl bir çelik nehriydi adeta.
Normalde ordunun öncülerini oluşturan Akıncılar geçip gitmişti ama yüksek kaşlı, kısa üzengili eyerlerde çömelmiş, cüceye benzer kafaları demir tolgalar, tıknaz bedenleri bronz göğüs levhaları ve parlak deriyle korunan Kırım Tatarları at sürdü yerlerine. Arkalarından çoğunlukla Kürt ve Araplardan vahşi karman çorman düzensiz piyadeler olan Azaplar geldi. Sonra da fantastik kürk ve tüylerle süslü sağlam midillilere binen vahşi biraderleri Deliler ve Delifişekler. Süvariler leopar derisinden başlık ve ceketler giyiyordu; kesilmemiş saçları, yüksek omuzlarının etrafına karman çorman şeritler halinde asılıyor, matlaşmış sakallarının üstündeki gözler, fanatizm ve kenevir deliliğiyle yanıyordu.
Ordunun asıl gövdesi geliyordu arkalarından. Önce maiyetleriyle beyler ve emirler—Küçük Asya’nın feodal zeametlerinden atlı ve piyadeler. Sonra muhteşem atlara binen ağır süvari Sipahiler. En sonda da tüm Türk imparatorluğunun gerçek gücü—dünyanın en müthiş askeri organizasyonu—Yeniçeriler. Surlardaki adamlar, akraba soylarını tanıyıp kara bir öfkeyle tükürdü. Zira Yeniçeriler Türk değildi. Türk ailelerin, bir köylünün mihnetli yaşamından kurtarmak için gizlice saflara soktukları birkaç istisna dışında Hıristiyan oğullarıydılar—Grekler, Sırplar, Macarlar—bebekken kaçırılmış, sadece tek efendi—Sultan—tek meslek—katliam—bilerek islam saflarında yetiştirilmişlerdi.
Sakalsız çehreleri Doğulu efendilerininkine tezattı. Birçoğu mavi gözlere ve sarı bıyıklara sahipti Fakat hepsinin yüzü uğruna yetiştirildikleri kurdumsu vahşetin mührünü taşıyordu. Lacivert pelerinleri altında kaliteli zırhlar ışıldıyor, çoğu ak bir yene benzeyen kumaş parçaları bağlı, arasına bakır bir kaşık sokulmuş acayip yüksek tepeli şapkaların altında çelik başlıklar giyiyordu. Uzun cennetkuşu sorguçları da aynı şekilde süslüyordu bu tuhaf başlıkları.
Palalar, pistollar ve hançerlerin yanı sıra, her Yeniçeri fitilli bir tüfek, subayları da ateşleme fitillerini yakmak için kor kazanları taşıyordu. Dervişler saflarda müminleri yüreklendirerek yukarı aşağı koşturuyordu; sadece deve kılı kalpaklar ve bronz boncuklarla saçaklı yeşil giyiyorlardı. Türk icadı askeri bandolar zilleri çaldırıp, udları tıngırdatarak saflarla yürüdü.. Akan deniz üstünde sancaklar sallanıp süzülüyordu—Sipahilerin kızıl bayrağı, altın sarısıyla zülfikar işli Yeniçerilerin ak sancağı ve hükümdarların at kuyruğu alemleri—yedi kuyruk sultan için, altısı Sadrazam için üçü Yeniçeri ağası için. Umutsuz Kâfir gözleri önünden böyle geçirdi Süleyman gücünü.
Fakat von Kalmbach’ın bakışı Sultan’ın savaş gereçlerini kurmaya çabalayan gruplara takıldı. Hayretle başını salladı.
“Yarı hafif toplar, orta toplar ve hafif toplar!” homurdandı. “Süleyman’ın onca gurur duyduğu ağır toplar nerede?”
“Tuna’nın dibinde!” Macar bir kargıcı vahşice sırıttı ve cevap verirken tükürdü. “Wulf Hagen Sultan’ın filotillasının bir kısmını batırdı. Toplar ve ağır topların kalanı da, yağmur yüzünden çamura saplandı diyorlar.”
Hafif bir sırıtış diken diken etti Gottfried’in bıyığını.
“Süleyman’ın Salm’a mesajı neydi?”
“Yarından sonra—29’unda Viyana’da kahvaltı yapacakmış.”
Gottfried ağır ağır başını salladı.
Not: Palgrave: Alman Kontu çn.
Mikhaloğlu, Von Kalmbach'ı Tuna nehri kıyısında bir köyde bulur. Ancak Kalmbach, atıyla köyün çit duvarından atlayarak ormana kaçar, Mikhaloğlu peşinden karanlık, ıslak ormana dalar.
1. Bölüm için bkz: http://www.cizgidiyari.com/forum/huseyin-aksakal/100727-akbabanin-kanatlari-red-sonya.html
2. Bölüm için bkz: http://www.cizgidiyari.com/forum/hu...kbabanin-kanatlari-kizil-sonya-bolum-2-a.html
III
Allah, Mikhal Oğlu’nun Gottfried von Kalmbach’ın kellesini o karanlık, sırılsıklam ormanda almasını kısmet etmedi. Ülkeyi onlardan daha iyi biliyordu ve tüm şevklerine rağmen karanlıkta izini kaybettiler. Şafak Gottfried’i doğu ve güneyi aydınlatan yanan bir dünyanın aleviyle dehşete kapılmış tarım arazilerinde at sürerken buldu. İnsanlar dünyanın sonuna kaçıyormuş gibi, acınası ev eşyası yükleri altında sendeleyip böğüren sığırları süren kaçaklarla dolmuştu havali. Sahte bir güvenlik vaadi sunan sağanak yağmurlar, Muhteşem Türk’ün yürüyüşünü fazla engellememişti.
Çeyrek milyon taraftarıyla Hıristiyanlığın doğu sınırlarını kasıp kavuruyordu. Gottfried, Sultan ihsanıyla içerek yalıtılmış köy tavernalarında aylaklık ederken, Peç ve Budin düşmüş, ikincisinin Alman askerleri, halkın Alicenap dediği Süleyman’ın yeminli esenlik vaadlerinin ardından Yeniçeriler tarafından katledilmişti.
Ferdinand, asiller ve piskoposlar Kule Konseyi’nde hırgür ederken, Hıristiyanlık için tek savaşan Anasır-ı Erbaa gibiydi. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor, ovalarla orman yataklarını nemli bataklıklara dönüştüren seller arasında Türkler inatla didiniyordu. Taşkın nehirlerde boğuldular, kayıklar alabora olduğunda, köprüler çöktüğünde, yük arabaları çamura yuvarlandığında büyük miktarlarda cephane, silah ve erzak kaybettiler. Fakat Süleyman’ın yılmaz iradesi tarafından sürülerek gelmeye devam ettiler; şimdi, 1529 Eylül ayında da Türk, bir fırtınanın önündeki sele benzeyen Akıncılarla Macaristan’ın enkazı üstünden Avrupa’yı silip süpürdü.
Gottfried kısmen yorgun aygırını soluk soluğa binlerce kişi için tek sığınak olan kente sürerken kaçaklardan öğrendi bunu. Gökler arkasında kızıla boyandı, rüzgâr katledilen kurbanların çığlıklarını kulaklarına dek getirdi belli belirsiz. Bazen vahşi süvarilerin siyah kütlelelerinin oluk oluk aktığını bile seçebiliyordu. Akbaba kanatları o boğazlanan ülkenin üstünde dehşetengiz şekilde çarptı, o koca kanatların gölgesi tüm Avrupa’ya düştü. Yok edici, tıpkı daha önce kardeşlerinin—Atilla—Subotai—Beyazıt—Fatih Mehmet—sürdüğü gibi bir kez daha at sürüyordu gizemli, mavi Şark’tan. Fakat Batı’ya karşı böylesi bir fırtına hiç esmemişti.
Dalgalı akbaba kanatları önündeki yol ağlayan kaçaklarla doluydu; onların gerisi kızıl ve sessiz, artık ağlamayan ezik bedenler saçılmış halde uzanıyordu. Gottfried von Kalmbach sendeleyen aygırını Viyana kapılarından sürdüğünde, katillerin yarım saat bile önünde değildi. Surlardaki halk, saatler boyu, rüzgârda yükselen iniltileri işitmiş, şimdi de atlılar tepelerden şehri kuşatan ovaya inmeye çabalayan kaçak toplulukları arasına ilerlerken, uzaklarda güneşin mızrak uçlarında parladığını görüyorlardı. Olgun ekinlerin arasındaki orağa benzer çıplak çeliğin oynadığını gördüler
Von Kalmbach, kenti kargaşa içinde buldu; halk, Viyana’ya komuta eden yetmiş yaşındaki ihtiyar savaş atı Kont Nikolas Salm ve yardımcıları Roggendrof, Kont Nikolas Zrinyi ve Paul Bakics’in etrafında feryat edip fırıl fırıl dönüyordu. Salm, çılgın bir telaşla surların yakınındaki evleri yerle bir etmeye, hiçbir yerde iki metreden geniş olmayan, çoğu yerde ufalanıp çöken eski ve dengesiz siperleri desteklemeye çalışıyordu. Dış siper kazıkları Stadtzaun—şehir savunması—adını taşımak için fazlasıyla cılızdı.
Fakat Kont Salm’ın kamçılayan enerjisi altında, Stuben’den Karnthner Kapısı’na dek altı metre yüksekliğinde yeni bir sur yükseltilmişti. Eski hendeğe dek suyolları kazılmış, asma köprüden Salz Kapısı’na dek tahkimatlar dikilmişti. Çatılar yangın ihtimalini azaltmak için padavralara dek soyulmuş, kaldırımlar da top güllelerinin şokunu yumuşatmak için sökülmüştü.
Varoşlar terk edilmişti; şimdi de kuşatmacılara sığınak sağlamasın diye yakılıyordu. Yaklaşan Talancıların burnu dibinde kotarılan süreçte, şehirde yangınlar patlak vermiş ve hezeyanı arttırmıştı. Cehennem ve kızılca kıyametin tümden bağından boşanmış, bunun ortasında da ihtiyar adamlar, kadın ve çocuklardan beş bin zavallı sivil halk, başlarının çaresine baksınlar diye kapılardan amansızca sürülmüş, Akıncılar tepelerine çullanırken feryatları surların içindeki halkı kudurtmuştu. Bu başbelalarına ufuk hattını kaplayıp ölen bir devenin itrafında toplanan akbabalar gibi düzensiz birlikler halinde kente çullanan binlerce kişi tarafından yetişildi. İlk sürünün görünüşünden bir saat sonra, kapıların dışında, ele geçirenlerin eyer kaşlarına uzun iplerle bağlanıp tüm hızlarıyla koşmaya, yoksa ölüme sürüklenmeye mecbur bırakılanlar haricinde hiç canlı Hıristiyan kalmadı. Vahşi süvariler oklarını atıp bağırarak surların etrafında fırıl fırıl döndü. Kulelerdeki adamlar zırhındaki kanatlar sayesinde korkunç Mikhal Oğlu’nu tanıdı ve her cesedi sırasıyla hırsla tarayıp, araştırır gibi burçlara bakmak için durarak bir ceset yığınından öbürüne at sürdüğünü fark ettiler.
Bu esnada batıdan bir Alman ve İspanyol birliği Talancılardan bir kordonu yardı ve başlarında Palgrave Philip’le, çılgın alkışlar eşliğinde caddelere yürüdü.
Gottfried von Kalmbach kılıcına yaslandı ve omuzlarında uzun fitilli tüfekler, çelik giyimli sırtlarına bağlı iki ağızlı kılıçlarıyla ışıltılı göğüs levhaları ve sorguçlu tolgalar içinde geçişlerini seyretti. O, paslı zincir zırhı, orası burası lime lime olmuş ve yarım yamalak yamanmış eski moda kılığıyla acayip tezattı—daha yeni, daha parlak bir kuşağın geçişini seyreden, kir-pas içinde, geçmişten biri gibiydi. Yine de ışıltılı saflar geçip giderken, bir tanıma bakışıyla selamladı Philip onu.
Von Kalmbach tüfekçilerin, eyerlerinden atılan kementlerle burçlara tırmanma eğilimi gösteren Akıncılara idareli şekilde ateş ettiği surlara doğru ilerledi. Fakat yolda Salm’ın soylularla askerlere hendek kazma ve yeni hafriyatlar yükseltme görevlerine zorladığını işitti ve telaş içinde bir hana sığınmayı seçti; orada çarpık bacaklı ve kaygılı bir Eflâklı olan hancıya kendisine hesap açması için dayılandı ve kimsenin ondan herhangi bir işi yapmasını istemeyeceğini varsaydığı bir yerde çabucak, kana kana içti. .
Silah sesleri, naralar ve çığlıklar kulaklarına geldi ama dikkate almadı. Akıncıların vurup, bölgenin ötesini yakıp yıkmaya geçeceğini biliyordu. Taverna sohbetinden Salm’ın, yetmiş topla—top, yarı top ve hafif toplar— birlikte Süleyman’ın ordularının karşısına çıkarmak üzere on bin piyade, iki bin süvari ve bin gönüllü milisi olduğunu öğrendi. Türklerin sayısına dair haberler—von Kalmbach haricinde—tüm kalpleri korkuyla uyuşturdu. Kendi meşrebince bir kaderciydi o. Fakat bir birada vicdanını da keşfetti ve çok geçmeden mahvolmaya mahkûm zavallı Viyana halkı üstüne kara kara düşünüyordu. Daha fazla içti, daha da melankoliye kapıldı ve keder gözyaşları, sarkık bıyık uçlarından damladı.
Sonunda kararsızca kalktı ve koca kılıcını kuşandı; mesele yüzünden Kont Salm’a bir düelloda meydan okumaya dair anlaşılması zor bir niyet içindeydi. Eflâklının çekingen taleplerine böğürdü ve sallanarak sokağa çıktı. Ayyaş bakışlarında kule ve minareler delice sallandı, halk amaçsızca koşturup onu bir kenara ittirdi. Philip the Palgrave zırhı içinde çınlanarak uzun adımlarla ilerledi, İspanyollarının keskin, esmer çehreleri Lanzknecht’lerin düz, sağlıklı simalarıyla zıtlık içindeydi.
“Kendinden utan von Kalmbach!” dedi Philip sertçe. “Türk tepemizde ve sen burnu bir bira maşrapasına batmış haldesin!”
“Kimin burnu, hangi bira maşrapasında?” diye sordu Gottfried kılıcını yoklarken, hatalı bir yarım çember çizerek. “İblis yesin seni Philip, bu yüzden kafanı kıracağım—”
Palgrave şimdiden gözden kaybolmuştu, neticede de Gottfried, nasıl vardığını sadece belli belirsiz fark ettiği Karnthner Kulesi’nde buldu kendini. Fakat gördüğü şey birden ayılttı onu. Türk sahiden de Viyana’daydı. Ova çadır kaplıydı, kimileri otuz bin diyor, Saint Stephen katedralinin yüksek kulesinden birinin ucunu bucağını göremediğine yemin ediyordu. Tuna üstünde kayıklarından dört yüzü duruyordu, Gottfried adamların uzun zaman maaş alamadıkları için gemilere çıkmayan denizciler yüzünden akıntı yönüne ters halde duran Avusturya donanmasına sövdüğünü işitti. Aynı zamanda Salm’ın, Süleyman’ın teslim talebine hiçbir karşılık vermediğini de işitti.
Şu anda kısmen gösteri, kısmen de Kafir köpekleri korkutmak için Muhteşem Türk’ün safları, kuşatma işi için kurulanların önündeki kadim surların önünde düzenli kollar halinde ilerliyordu. Görüntü en metin olanları bile korkutmaya kafiydi. Alçalan güneş, parlak tolgalar, mücevherli süvari kılıcı kabzaları ve mızrak uçlarından ateşler saçtı. Bu, Viyana surları önünde usul usul, korkunç şekilde akan ışıl ışıl bir çelik nehriydi adeta.
Normalde ordunun öncülerini oluşturan Akıncılar geçip gitmişti ama yüksek kaşlı, kısa üzengili eyerlerde çömelmiş, cüceye benzer kafaları demir tolgalar, tıknaz bedenleri bronz göğüs levhaları ve parlak deriyle korunan Kırım Tatarları at sürdü yerlerine. Arkalarından çoğunlukla Kürt ve Araplardan vahşi karman çorman düzensiz piyadeler olan Azaplar geldi. Sonra da fantastik kürk ve tüylerle süslü sağlam midillilere binen vahşi biraderleri Deliler ve Delifişekler. Süvariler leopar derisinden başlık ve ceketler giyiyordu; kesilmemiş saçları, yüksek omuzlarının etrafına karman çorman şeritler halinde asılıyor, matlaşmış sakallarının üstündeki gözler, fanatizm ve kenevir deliliğiyle yanıyordu.
Ordunun asıl gövdesi geliyordu arkalarından. Önce maiyetleriyle beyler ve emirler—Küçük Asya’nın feodal zeametlerinden atlı ve piyadeler. Sonra muhteşem atlara binen ağır süvari Sipahiler. En sonda da tüm Türk imparatorluğunun gerçek gücü—dünyanın en müthiş askeri organizasyonu—Yeniçeriler. Surlardaki adamlar, akraba soylarını tanıyıp kara bir öfkeyle tükürdü. Zira Yeniçeriler Türk değildi. Türk ailelerin, bir köylünün mihnetli yaşamından kurtarmak için gizlice saflara soktukları birkaç istisna dışında Hıristiyan oğullarıydılar—Grekler, Sırplar, Macarlar—bebekken kaçırılmış, sadece tek efendi—Sultan—tek meslek—katliam—bilerek islam saflarında yetiştirilmişlerdi.
Sakalsız çehreleri Doğulu efendilerininkine tezattı. Birçoğu mavi gözlere ve sarı bıyıklara sahipti Fakat hepsinin yüzü uğruna yetiştirildikleri kurdumsu vahşetin mührünü taşıyordu. Lacivert pelerinleri altında kaliteli zırhlar ışıldıyor, çoğu ak bir yene benzeyen kumaş parçaları bağlı, arasına bakır bir kaşık sokulmuş acayip yüksek tepeli şapkaların altında çelik başlıklar giyiyordu. Uzun cennetkuşu sorguçları da aynı şekilde süslüyordu bu tuhaf başlıkları.
Palalar, pistollar ve hançerlerin yanı sıra, her Yeniçeri fitilli bir tüfek, subayları da ateşleme fitillerini yakmak için kor kazanları taşıyordu. Dervişler saflarda müminleri yüreklendirerek yukarı aşağı koşturuyordu; sadece deve kılı kalpaklar ve bronz boncuklarla saçaklı yeşil giyiyorlardı. Türk icadı askeri bandolar zilleri çaldırıp, udları tıngırdatarak saflarla yürüdü.. Akan deniz üstünde sancaklar sallanıp süzülüyordu—Sipahilerin kızıl bayrağı, altın sarısıyla zülfikar işli Yeniçerilerin ak sancağı ve hükümdarların at kuyruğu alemleri—yedi kuyruk sultan için, altısı Sadrazam için üçü Yeniçeri ağası için. Umutsuz Kâfir gözleri önünden böyle geçirdi Süleyman gücünü.
Fakat von Kalmbach’ın bakışı Sultan’ın savaş gereçlerini kurmaya çabalayan gruplara takıldı. Hayretle başını salladı.
“Yarı hafif toplar, orta toplar ve hafif toplar!” homurdandı. “Süleyman’ın onca gurur duyduğu ağır toplar nerede?”
“Tuna’nın dibinde!” Macar bir kargıcı vahşice sırıttı ve cevap verirken tükürdü. “Wulf Hagen Sultan’ın filotillasının bir kısmını batırdı. Toplar ve ağır topların kalanı da, yağmur yüzünden çamura saplandı diyorlar.”
Hafif bir sırıtış diken diken etti Gottfried’in bıyığını.
“Süleyman’ın Salm’a mesajı neydi?”
“Yarından sonra—29’unda Viyana’da kahvaltı yapacakmış.”
Gottfried ağır ağır başını salladı.
Not: Palgrave: Alman Kontu çn.
Son düzenleme: