Özet: Büyük Osmanlı Sultanı Muhteşem Süleyman, yedi ay hapiste tuttuğu Avusturya heyeti arasında tanıdık birini görür. Avusturya seferine çıkacağını deklare ettiği heyeti huzurundan yolladıktan sonra bu kişinin kendisini Mohaç'ta yaralayan bir şövalye olduğunu hatırlar. Veziri İbrahim'e bununla ilgilenmesini ister. Vezirin yolladığı ulak, bu Alman Gottfried Von Kalmbach'ın kafileden ayrıldığını görür. Sadrazam İbrahim de görevi Avusturya seferi öncesinde ülkeyi kasıp kavurmakla görevlendirilen, tarihin en büyük Akıncı Beyleri arasında sayılan Mikhaloğlu'na verir.
1. Bölüm için bkz: http://www.cizgidiyari.com/forum/huseyin-aksakal/100727-akbabanin-kanatlari-red-sonya.html
Tuna’dan fazla uzak olmayan bir köydeki ufak, hasır kulübede, bir saman yığınına serilg hırpani bir pelerine yaslanmış birinden şiddetli horlamalar yükseliyordu. Masumiyet ve bira uykusu uyuyan paladin Gottfried von Kalmbach’tı bu. Mağrur bir sultanın armağanları olan kadife cübbe, bol ipek pantolon, hilat ve sahtiyan çizmelerin imi timi yoktu. Paladin yıpranmış deri ve paslı zırh giyiyordu. Eller uykusunu bölerek onu çekiştirdi, o da mahmur mahmur sövdü.
“Uyanın lordum! Oh, uyan sevgili şövalye—sevgili domuz—sevgili it ruhlu—uyanacak mısın artık?
“Doldur maşrapamı hancı,” diye mırıldandı uyuklayan. “Kim?—Ne? Köpekler yesin seni Ivga! Bir pulum daha yok—bir peni bile. İyi bir kız gibi git de uyuyayım.”
Kız çekişi ve silkeleyişini yeniledi.
“Oh aptal! Kalk! Meçini kuşan! Birşeyler olup bitiyor!”
“Ivga,” diye mırıldandı Gottfried, kızın saldırısından kaçınarak, “Yahudiye tolgamı götür. Yeniden içki almaya yetecek kadar para verir sana.”
“Salak!” diye bağırdı umutsuzca. “İstediğim para değil! Bütün doğu yanıyor ve kimse nedenini bilmiyor!”
“Yağmur kesildi mi?” diye sordu von Kalmbach, nihayet gelişmelere biraz ilgi göstererek.
“Yağmur saatler önce kesildi. Sadece hasır damdan damlayanı duyabilirsin. Kılıcını kuşan da sokağa çık. Köyün erkeklerinin hepsi senin son gümüşün yüzünden sarhoş, kadınlar da ne düşünüp, ne yapacaklarını bilmiyor. Ah!”
Feryat, kulübenin yarıklarında parlayan acayip bir aydınlığın ani sıçrayışıyla bölündü. Alman kararsızca ayağa kalktı, çabucak iki ağızlı kılıcını kuşandı, çentikli miğferini kırpık saçlarının üstüne geçirdi. Sonra kızı dağınık sokağa dek izledi. Kız çıplak ayaklı, gençten bir şeydi; geniş yırtıklar arasından ak teninin cömert açıklıkları görünen kısa, fanilaya benzer bir giysi giyiyordu.
Köyde yaşam da hareket de yok gibiydi. Hiçbir yerde ışık görünmüyordu. Sular aralıksız damlıyordu hasır çatıların saçaklarından. Çamur sokaklarda birikintiler parıldıyordu. Rüzgâr, küçük köyün etrafındaki karanlık siperler halinde sıkıştıran siyah, ıslak ağaç dalları arasında ürkütücü şekilde iç çekip inledi. Güneydoğuda ise küf kokulu bulutlar halinde dumanlar çıkaran, kıpkırmızı bir parıltı kurşun göğe dek yükseliyordu. İvga kız, inleyerek uzun Almanın yakınına sokuldu.
“Sana bunun ne olduğunu söyleyeyim kızım,” dedi parıltıyı tarayarak. “Süleyman’ın iblisleri bunlar. Nehri geçtiler ve köyleri yakıyorlar. Evet, gökte daha evvel de böyle parıltılar gördüm. Onları daha önce bekliyordum ama şu lanet yağmurlar onları haftalarca geciktirmiş olmalı. Evet, Akıncı bunlar; orası doğru. Viyana’ya varmadan durmazlar. Baksana kızım, çabucak ve sessizce kulübenin arkasındaki ahıra git de kır aygırımı getir bana. İblisin parmakları arasından fare gibi sıvışalım. Aygır ikimizi de rahatça taşıyacaktır.”
“Ya köy halkı!” diye hıçkırdı kız ellerini bükerek.
“Eh, şey,” dedi, “Tanrı onları korusun; adamlar benim biramı yiğitçe içti, karılar da kibardı—fakat İblis’in boynuzları kız, kır atım koca köyü taşıyamaz!”
“Git sen!” diye karşılık verdi kız. “Ben kalıp halkımla öleceğim.”
“Türkler seni öldürmez,” diye cevapladı. “Seni dövüp şişman, yaşlı bir İstanbullu tacire satarlar. Karnımı yardırmaya kalmayacağım; ne de seni—”
Kızdan müthiş bir çığlık sözünü kesti ve kızın genişleyen gözlerindeki korkunç dehşetten süratle döndü. Tam o bunu yaparken köyün en alt ucundaki bir kulübe alevler içinde kaldı. Islanmış malzeme usulca yanıyordu. Bir çığlıklar ve kudurmuş naralar potburisi takip etti kızın feryadını. Uyuşuk ışıkta insanlar koşturuyor, rastgele sıçrıyordu. Gölgelerin içine doğru gözlerini zorlayan Gottfried, sarhoşluk ve ihmalin savunmasız bıraktığı alçak çamur surun üstüne üşüşen bedenleri gördü.
“Kahretsin!” diye mırıldandı.”Lanet olasıcalar, ateşlerinin önünde ilerlemişler. Köye karanlıkta sokulmuşlar—hadi gel kız!”
Fakat tam çekip almak için kızın ak bileğini yakalarken, kız çığlık attı ve korkudan kudurmuş vahşi bir mahlûk gibi ona direndi; çamur duvar en yakınlarındaki noktadan gürültüyle çöktü. Sürüyle atın darbesi altında yıkıldı ve artan ışıkta belirginleşen atlılar işi bitmiş köye daldı. İstilacılar haykıran kadınlarla sarhoş erkekleri ağıllarından sürükleyip gırtlaklarını keserken, her taraftaki kulübeler tutuşuyor, çığlıklar yağmur bulutlarına dek yükseliyordu Gottfried, ateş ışığı parlak çeliklerinde ışıldayan süvarilerin ince bedenlerini gördü; en öndekinin omuzlarında akbaba kanatları gördü. Tam Mikhal Oğlu’nu tanımıştı ki, şef kasıldı ve işaret etti.
“Saldırın köpekler!” diye bağırdı Akıncı, sesi artık yumuşak değil, çekilmiş bir pala hışırtısı gibi tizdi. “Gombuk bu! Kellesini bana getiren adama beş yüz mangır!”
Kalmbach, bir küfürle, haykıran kızı da kendisiyle çekerek en yakın kulübenin gölgesine atıldı. Tam atılırken, yay kirişlerinin çınlayışını işitti, kız hıçkırdı ve kolunda yığılıp kaldı. Ayağının dibine çöktü ve kızıl ışıkta kalbinin altında titreyen bir okun tüylü ucunu gördü. Alçak bir homurtuyla, köşeye sıkışmış bir ayı gibi saldırganlara döndü. Bir an başını tehditkar şekilde uzatıp kılıcını iki eliyle tutarak durdu; sonra avcı saldırısına maruz kalan bir ayı gibi gerileyerek döndü ve kulübelerin arkasına kaçtı, oklar etrafında ıslık çalıyor, zırh halkalarından sekiyordu. Ateş edilmedi; yağışlı ormanda at sürmek saldırganların barut kaplarını ıslatmıştı.
Von Kalmbach arkasında vahşi çığlıkları unutmadan kulübenin arkasına yerleşti ve bulunduğu kulübenin arkasında, gri aygırını bağladığı barakaya ulaştı. Tam kapıya uzanırken yarı karanlıkta birisi panter gibi hırladı ve şiddetle vurdu ona. Darbeyi kalkan kılıçla savuşturdu ve geniş omuzlarının tüm gücüyle karşılık verdi. Koca kılıç Akıncının parlak tolgasından sersemletici şekilde sekti ve kolu omuzdan kopararak zırh yeleğin bağlantılarını yırttı. Muhammedi bir inlemeyle yığıldı, Alman düşen bedenin üstünden atladı. Korku ve heyecandan vahşileşen aygır tiz bir sesle kişnedi, sahibi sırtına atlarken de şahlandı. Eyer ve dizgine vakit yoktu. Gottfried topuklarını hayvanın ürperen böğrüne gömdü ve koca hayvan adamları kuka gibi sağa sola devirerek şimşek gibi atıldı kapıdan. Kulübelerin arasında, ateşin aydınlattığı açık alanda, her adımda ezilmiş cesetler saçıp, çamurda dövünürken süvarisini tepeden tırnağa çamura bulayarak koştu.
Akıncılar, ok yağdırıp, tazı gibi uluyarak kaçan atlının peşine takıldı. Köye yaya olarak girenler, viran surdan atlarına koşarken, atlılar peşinden mahmuzladı.
Atını onun için açık tek noktaya—yıkılmamış batı suru—sürerken, oklar Gottfried’in başının çevresinden hızla geçiyordu. Tehlikeli bir durumdu, zira yol zorlu ve kaygandı; gri aygır da böyle bir atlayışı hiç denememişti. Altındaki koca bedenin umutsuz girişim için tümüyle gerilip toparlandığını hissederken nefesini tuttu; sonra aygır, güçlü kasların volkanik bir kabarışıyla havaya yükseldi ve sadece bir santim farkla engeli aştı. Takipçiler hayret ve öfkeyle bağırıp dizginlere asıldı. Doğuştan süvari olsalar da, böyle gözükara bir atlayışa cesaret edemezlerdi. Kapılar ve surdaki boşlukları ararken zaman kaybettiler, nihayet köyden çıktıklarında da siyah, nemli, ıslık çalan, yağışlı orman avlarını yutmuştu.
Mikhal Oğlu bir iblis gibi sövdü ve köyde hiç canlı bırakmaması talimatıyla saldırıyı teğmeni Osman’a bıraktı, meşalelerle çamurlu humusta yolu izleyip yol Viyana’nın surlarının tam altına dahi gitse onu yakalayacağına yeminler ederek kaçağın peşinden hızlandı.
1. Bölüm için bkz: http://www.cizgidiyari.com/forum/huseyin-aksakal/100727-akbabanin-kanatlari-red-sonya.html
II
Tuna’dan fazla uzak olmayan bir köydeki ufak, hasır kulübede, bir saman yığınına serilg hırpani bir pelerine yaslanmış birinden şiddetli horlamalar yükseliyordu. Masumiyet ve bira uykusu uyuyan paladin Gottfried von Kalmbach’tı bu. Mağrur bir sultanın armağanları olan kadife cübbe, bol ipek pantolon, hilat ve sahtiyan çizmelerin imi timi yoktu. Paladin yıpranmış deri ve paslı zırh giyiyordu. Eller uykusunu bölerek onu çekiştirdi, o da mahmur mahmur sövdü.
“Uyanın lordum! Oh, uyan sevgili şövalye—sevgili domuz—sevgili it ruhlu—uyanacak mısın artık?
“Doldur maşrapamı hancı,” diye mırıldandı uyuklayan. “Kim?—Ne? Köpekler yesin seni Ivga! Bir pulum daha yok—bir peni bile. İyi bir kız gibi git de uyuyayım.”
Kız çekişi ve silkeleyişini yeniledi.
“Oh aptal! Kalk! Meçini kuşan! Birşeyler olup bitiyor!”
“Ivga,” diye mırıldandı Gottfried, kızın saldırısından kaçınarak, “Yahudiye tolgamı götür. Yeniden içki almaya yetecek kadar para verir sana.”
“Salak!” diye bağırdı umutsuzca. “İstediğim para değil! Bütün doğu yanıyor ve kimse nedenini bilmiyor!”
“Yağmur kesildi mi?” diye sordu von Kalmbach, nihayet gelişmelere biraz ilgi göstererek.
“Yağmur saatler önce kesildi. Sadece hasır damdan damlayanı duyabilirsin. Kılıcını kuşan da sokağa çık. Köyün erkeklerinin hepsi senin son gümüşün yüzünden sarhoş, kadınlar da ne düşünüp, ne yapacaklarını bilmiyor. Ah!”
Feryat, kulübenin yarıklarında parlayan acayip bir aydınlığın ani sıçrayışıyla bölündü. Alman kararsızca ayağa kalktı, çabucak iki ağızlı kılıcını kuşandı, çentikli miğferini kırpık saçlarının üstüne geçirdi. Sonra kızı dağınık sokağa dek izledi. Kız çıplak ayaklı, gençten bir şeydi; geniş yırtıklar arasından ak teninin cömert açıklıkları görünen kısa, fanilaya benzer bir giysi giyiyordu.
Köyde yaşam da hareket de yok gibiydi. Hiçbir yerde ışık görünmüyordu. Sular aralıksız damlıyordu hasır çatıların saçaklarından. Çamur sokaklarda birikintiler parıldıyordu. Rüzgâr, küçük köyün etrafındaki karanlık siperler halinde sıkıştıran siyah, ıslak ağaç dalları arasında ürkütücü şekilde iç çekip inledi. Güneydoğuda ise küf kokulu bulutlar halinde dumanlar çıkaran, kıpkırmızı bir parıltı kurşun göğe dek yükseliyordu. İvga kız, inleyerek uzun Almanın yakınına sokuldu.
“Sana bunun ne olduğunu söyleyeyim kızım,” dedi parıltıyı tarayarak. “Süleyman’ın iblisleri bunlar. Nehri geçtiler ve köyleri yakıyorlar. Evet, gökte daha evvel de böyle parıltılar gördüm. Onları daha önce bekliyordum ama şu lanet yağmurlar onları haftalarca geciktirmiş olmalı. Evet, Akıncı bunlar; orası doğru. Viyana’ya varmadan durmazlar. Baksana kızım, çabucak ve sessizce kulübenin arkasındaki ahıra git de kır aygırımı getir bana. İblisin parmakları arasından fare gibi sıvışalım. Aygır ikimizi de rahatça taşıyacaktır.”
“Ya köy halkı!” diye hıçkırdı kız ellerini bükerek.
“Eh, şey,” dedi, “Tanrı onları korusun; adamlar benim biramı yiğitçe içti, karılar da kibardı—fakat İblis’in boynuzları kız, kır atım koca köyü taşıyamaz!”
“Git sen!” diye karşılık verdi kız. “Ben kalıp halkımla öleceğim.”
“Türkler seni öldürmez,” diye cevapladı. “Seni dövüp şişman, yaşlı bir İstanbullu tacire satarlar. Karnımı yardırmaya kalmayacağım; ne de seni—”
Kızdan müthiş bir çığlık sözünü kesti ve kızın genişleyen gözlerindeki korkunç dehşetten süratle döndü. Tam o bunu yaparken köyün en alt ucundaki bir kulübe alevler içinde kaldı. Islanmış malzeme usulca yanıyordu. Bir çığlıklar ve kudurmuş naralar potburisi takip etti kızın feryadını. Uyuşuk ışıkta insanlar koşturuyor, rastgele sıçrıyordu. Gölgelerin içine doğru gözlerini zorlayan Gottfried, sarhoşluk ve ihmalin savunmasız bıraktığı alçak çamur surun üstüne üşüşen bedenleri gördü.
“Kahretsin!” diye mırıldandı.”Lanet olasıcalar, ateşlerinin önünde ilerlemişler. Köye karanlıkta sokulmuşlar—hadi gel kız!”
Fakat tam çekip almak için kızın ak bileğini yakalarken, kız çığlık attı ve korkudan kudurmuş vahşi bir mahlûk gibi ona direndi; çamur duvar en yakınlarındaki noktadan gürültüyle çöktü. Sürüyle atın darbesi altında yıkıldı ve artan ışıkta belirginleşen atlılar işi bitmiş köye daldı. İstilacılar haykıran kadınlarla sarhoş erkekleri ağıllarından sürükleyip gırtlaklarını keserken, her taraftaki kulübeler tutuşuyor, çığlıklar yağmur bulutlarına dek yükseliyordu Gottfried, ateş ışığı parlak çeliklerinde ışıldayan süvarilerin ince bedenlerini gördü; en öndekinin omuzlarında akbaba kanatları gördü. Tam Mikhal Oğlu’nu tanımıştı ki, şef kasıldı ve işaret etti.
“Saldırın köpekler!” diye bağırdı Akıncı, sesi artık yumuşak değil, çekilmiş bir pala hışırtısı gibi tizdi. “Gombuk bu! Kellesini bana getiren adama beş yüz mangır!”
Kalmbach, bir küfürle, haykıran kızı da kendisiyle çekerek en yakın kulübenin gölgesine atıldı. Tam atılırken, yay kirişlerinin çınlayışını işitti, kız hıçkırdı ve kolunda yığılıp kaldı. Ayağının dibine çöktü ve kızıl ışıkta kalbinin altında titreyen bir okun tüylü ucunu gördü. Alçak bir homurtuyla, köşeye sıkışmış bir ayı gibi saldırganlara döndü. Bir an başını tehditkar şekilde uzatıp kılıcını iki eliyle tutarak durdu; sonra avcı saldırısına maruz kalan bir ayı gibi gerileyerek döndü ve kulübelerin arkasına kaçtı, oklar etrafında ıslık çalıyor, zırh halkalarından sekiyordu. Ateş edilmedi; yağışlı ormanda at sürmek saldırganların barut kaplarını ıslatmıştı.
Von Kalmbach arkasında vahşi çığlıkları unutmadan kulübenin arkasına yerleşti ve bulunduğu kulübenin arkasında, gri aygırını bağladığı barakaya ulaştı. Tam kapıya uzanırken yarı karanlıkta birisi panter gibi hırladı ve şiddetle vurdu ona. Darbeyi kalkan kılıçla savuşturdu ve geniş omuzlarının tüm gücüyle karşılık verdi. Koca kılıç Akıncının parlak tolgasından sersemletici şekilde sekti ve kolu omuzdan kopararak zırh yeleğin bağlantılarını yırttı. Muhammedi bir inlemeyle yığıldı, Alman düşen bedenin üstünden atladı. Korku ve heyecandan vahşileşen aygır tiz bir sesle kişnedi, sahibi sırtına atlarken de şahlandı. Eyer ve dizgine vakit yoktu. Gottfried topuklarını hayvanın ürperen böğrüne gömdü ve koca hayvan adamları kuka gibi sağa sola devirerek şimşek gibi atıldı kapıdan. Kulübelerin arasında, ateşin aydınlattığı açık alanda, her adımda ezilmiş cesetler saçıp, çamurda dövünürken süvarisini tepeden tırnağa çamura bulayarak koştu.
Akıncılar, ok yağdırıp, tazı gibi uluyarak kaçan atlının peşine takıldı. Köye yaya olarak girenler, viran surdan atlarına koşarken, atlılar peşinden mahmuzladı.
Atını onun için açık tek noktaya—yıkılmamış batı suru—sürerken, oklar Gottfried’in başının çevresinden hızla geçiyordu. Tehlikeli bir durumdu, zira yol zorlu ve kaygandı; gri aygır da böyle bir atlayışı hiç denememişti. Altındaki koca bedenin umutsuz girişim için tümüyle gerilip toparlandığını hissederken nefesini tuttu; sonra aygır, güçlü kasların volkanik bir kabarışıyla havaya yükseldi ve sadece bir santim farkla engeli aştı. Takipçiler hayret ve öfkeyle bağırıp dizginlere asıldı. Doğuştan süvari olsalar da, böyle gözükara bir atlayışa cesaret edemezlerdi. Kapılar ve surdaki boşlukları ararken zaman kaybettiler, nihayet köyden çıktıklarında da siyah, nemli, ıslık çalan, yağışlı orman avlarını yutmuştu.
Mikhal Oğlu bir iblis gibi sövdü ve köyde hiç canlı bırakmaması talimatıyla saldırıyı teğmeni Osman’a bıraktı, meşalelerle çamurlu humusta yolu izleyip yol Viyana’nın surlarının tam altına dahi gitse onu yakalayacağına yeminler ederek kaçağın peşinden hızlandı.
Son düzenleme: