King Conan: The Scarlet Citadel #2

abolardis

Onursal Üye
12 Şub 2011
6,630
24,542
Kimmerya lının bütün maceraları sanırım tamamlanacak bu güzel paylaşım için çok teşekkür ederim.
 

hüseyin aksakal

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
7 Eyl 2010
775
5,745
Kdz. Ereğli
III

Aslan yürüdü Cehennem Koridorlarında;
Merhametsiz gölgeleri düştü yoluna,
Açık, salyalı çeneleriyle ucubelerin
Yığın yığın isimsiz mahlûkların…
Karanlık ürperdi çığlık ve feryatlarla
Aslan kol gezdiğinde Cehennem Koridorlarında

—Eski Balad

Kral Conan duvardaki halka ve onu bağlayan zinciri sınadı. Kolu-bacağı serbestti ama prangalarının demirden gücünü bile aştığını biliyordu. Zincir halkaları başparmağı kadar kalındı ve belindeki, eli eninde, bir buçuk santim kalınlığında çelik bir kuşağa sıkıca bağlanmıştı. Prangalarınnın tüm ağırlığı daha zayıf birini bitkinlikten öldürürdü. Kuşakla zinciri bağlayan kilitler bir balyozun güçlükle çentebileceği dayanıklı nesnelerdi. Halkaya gelince, anlaşılan duvarın ötesine geçiyordu ve diğer taraftan perçinlenmişti.

Conan sövdü, yarım ışık çemberini sıkıştıran karanlığa bakarken içinde bir panik kabardı. Barbarın tüm batıl korkuları, uygar mantık tarafından dokunulmadan uyuyordu ruhunda. İlkel muhayyilesi, yeraltının karanlığını korkunç yaratıklarla dolduruyordu. Öbür taraftan, mantığı da buraya sadece hapsedilmek için konulmadığını söylüyordu. Yakalayanların onu bağışlaması için neden yoktu. Bu çukurlara mutlak bir ölüm için konulmuş olmalıydı. Erkekçe inadı fikre isyan etse de, tekliflerini reddettiği için kendisine sövdü. Öte yandan biliyordu ki, aynı teklif tekrar yapılsa cevabı yine aynı olurdu. Kullarını kasaba satmayacaktı. Oysaki krallığı ele geçirişi, esasen kendi hariç kimsenin kazancını düşünmeden olmuştu. Hükümdar mesuliyeti güdüsü kimi zaman eli kanlı bir yağmacıyı bile farkına varmadan etkiliyordu demek.

Conan Tsotha’nın son tiksinç tehdidini düşündü ve bunun boş bir böbürlenme olmadığını bildiğinden, mide bulandırıcı bir öfkeyle inledi. Erkek ve kadınlar, kıvranan bir böceğin âlimlerin gözünde olduğundan fazlası değildi büyücüye göre. Onu okşayan yumuşak, ak eller, onunkilere bastırılan al dudaklar, vahşi buseleriyle ürperen narin, ak göğüsler, o fildişi kadar beyaz ve taze taçyaprakları kadar pembe, narin tenlerin yüzülmesi—insan gırtlağından çıktığını anlayana dek, yansıttığı çılgın öfke işiteni dehşetten dumura uğratacak ürkütücü, insanlıkdışı bir çığlık koptu Conan’ın dudaklarından.

Ürpertici yankılar irkilmesine yol açtı ve hal-i pür melalini net olarak hatırlattı krala. Korkuyla dış karanlığa bakarak Tsotha’nın olağandışı zalimliğine dair tüyler ürpertici öyküleri düşündü; buranın Tsotha’nın insani, hayvani mahlûklarla dehşetengiz deneyler icra ettiği, ürpertici efsanelerde Dehşet Koridorları diye anılan tünel ve zindanlar olması gerektiğini fark edince belkemiğinden buz gibi bir duygu indi. Burada bizatihi yaşamın yalın, temel unsurlarıyla iblisliklerin kâfirce birbirine karıştırıldığı fısıldanıyordu. Söylentiye bakılırsa çılgın ozan Rinaldo bu çukurları ziyaret etmiş, büyücünün dehşetler ve sadece karışık beyninin fantezileri olmayan müthiş şiiri Çukur Şarkısı’nda ima ettiği meçhul canavarlıklara şahit olmuştu. İhanete uğrayan saraya, çılgın kafiyecinin getirdiği suikastçilerle yaşamı için savaştığı gece, Conan’ın savaş baltası altında o beyin un ufak olmuştu ama korkunç şarkının ürpertici sözleri, prangası içinde dururken hala çınlıyordu kralın kulaklarında.

Tam bunları düşünürken, Cimmerialı iması bile kanını üşüten hafif bir hışırtı tarafından donduruldu. Acı dolu bir yoğunlukla kulak kabartarak gerildi. Soğuk bir el belkemiğini sıvazladı. Taşta usulca sürünen esnek pulların karıştırılması imkânsız sesiydi bu. Solgun ışık çemberi ardında, belirsizken bile müthiş; bulanık, devasa bir gövde görünce teninde soğuk bir ter boncuklandı. Usulca sallanarak dimdik doğruldu, sarı gözler gölgelerden buz gibi parladı ona doğru. İri, çirkin, takoza benzer bir kafa, fal taşı gibi açılan gözleri önünde ağır ağır biçimlendi ve nihai sürüngen gelişimi dehşeti, karanlıktan, çağıldayan pullu kangallar halinde yavaş yavaş aktı.

Conan’ın evvelki tasavvurlarının hepsini cüce bırakan bir yılandı bu. Sivri kuyruğundan bir atınkinden büyük, üçgen başına dek yirmi beş metre çekiyordu. Loş ışıkta, kırağı kadar beyaz pulları, soğuk soğuk ışıldıyordu. Bu sürüngenin karanlıkta doğup büyüdüğü muhakkaktı, yine de gözleri kötülük dolu ve emindi. Devasa kangallarını tutsağın önünde düğümledi ve kemerli boyun üstündeki koca kafa yüzünden birkaç santim ötede sallandı. Çatal dili süratle ağzına girip çıkarken neredeyse dudaklarına sürtündü, pis kokusu mide bulantısından algılarını allak bullak etti. Koca sarı gözler onunkilerde parladı, Conan da kapandaki bir kurdun bakışıyla karşılık verdi. Müthiş elleriyle koca, kavisli boynu yakalamaya yönelik delice dürtüye karşı savaştı. Uygar insanın anlayışının ötesinde güçlüydü, korsanlık günlerinde Stygia sahilindeki acımasız bir dövüşte bir pitonun boynunu kırmıştı. Ama bu sürüngen zehirliydi; otuz santim uzunluğunda, hançer gibi kavisli dişleri gördü. Ölümcül olduğunu içgüdüsüyle bildiği renksiz bir sıvı damlıyordu onlardan. Umutsuzca sıktığı yumruğuyla takoz biçimli kafatasını kırmayı da düşünebilirdi ama canavarın ilk hareket emaresiyle şimşek gibi saldıracağını biliyordu.

Herhangi bir mantıklı bir düşünce süreci yüzünden değildi Conan’ın hareketsiz kalması. Mantığı ona—zaten eceli geldiğinden—yılanı vurmaya kışkırtmasını ve bunu sona erdirmesini söylerdi muhtemelen. Kör, simsiyah bir korunma içgüdüsü oldu onu dökme demir bir heykel gibi kaskatı tutan. Şu anda canavar meşaleyi incelerken, koca gövde şahlanıyor, kafası kendisininkinin üstünde duruyordu. Bir zehir damlası çıplak uyluğuna düştü ve acısı akkor bir hançer gibi bedenine saplandı. Kızıl acı fıskiyeleri Conan’ın ta beynine vurdu ama ölene dek taşıdığı bir yara bırakan hasarın acısını ne bir kas seğirişiyle, ne de bir kirpik titreyişiyle ele vermeden hareketsiz kaldı.

Yılan, böyle ölü gibi kıpırtısız duran kişinin içinde sahiden yaşam var mı yok mu karar vermeye çalışır gibi sallandı üstünde. Sonra beklenmedik şekilde, gölgelerde tamamen görünmez haldeki dış kapı çın çın öttü birden. Tüm türü gibi şüpheci olan yılan, gövdesi için inanılmaz bir çeviklikle çırpınarak döndü ve bitmek bilmez bir süzülüşle koridorun dibinde kayboldu. Kapı savrularak açıldı ve açık kaldı. Parmaklık çekildi, dıştaki meşalelerin parıltısında kocaman, kara bir figür peyda oldu. Şahıs arkasındaki sürgüsü kalkık parmaklığı aralık bırakarak içeri süzüldü. Başının üstündeki meşalenin ışığına girerken, gelenin bir elinde koca bir kılıç, öbür elinde bir anahtar demeti taşıyan çıplak, dev bir zenci olduğunu gördü Conan. Zenci bir deniz sahili lehçesinde konuştu ve Conan karşılık verdi; Kush kıyılarında bir korsanken öğrenmişti bu lisanı.

“Epeydir seninle karşılaşmak istiyordum Amra,” zenci, Cimmerialının korsanlık günlerinde Kushlular tarafından tanındığı—Aslan Amra—ismi kullanıyordu. Kölenin yapağıdan kafatası, ak dişlerini sergileyen hayvanca bir sırıtışla bölündü ama gözleri meşale ışığında kıpkızıl parladı. “Bu karşılaşma için çok şey göze aldım! Bak! Zincirlerinin anahtarları! Onları Shukeli’den çaldım. Onlar için ne verirsin bana?”

Anahtarları Conan’ın gözünün önünde salladı.

“On bin altın Luna,” diye cevapladı Kral çabucak, göğsünde yeni bir umut hırsla kabararak.

“Yetmez!” diye bağırdı bronz suratında vahşi bir neşe ışıldayan zenci. “Göze aldıklarım için yeterli değil! Tsotha’nın evcil canavarları karanlıktan çıkıp beni yiyebilir ve eğer Shukeli anahtarları çaldığımı keşfederse, beni sallandıracaktır—neyse; ne vereceksin bana?”

“On beş bin Luna ve Poitain’de bir saray,” diye önerdi Kral.

Zenci bağırdı ve barbarca bir keyif çılgınlığıyla tepindi.

“Daha!” diye bağırdı. “Daha fazlasını teklif et! Ne vereceksin bana?”

“Seni siyah köpek!” Kızıl bir öfke pusu geçti Conan’ın gözünden. “Serbest olsam kırık bir bel verirdim sana! Benle alay etmeye Shukeli mi yolladı seni?”

“Shukeli gelişime dair bir şey bilmiyor beyaz adam!” cevabını verdi zenci, kalın boynunu Conan’ın vahşi gözlerine bakmak için uzatarak. “Ezelden, Stygialılar beni yakalayıp, kuzeyde satmadan, özgür bir halkın arasında bir şef olduğum günlerden tanıyorum seni. Deniz kurtlarının sürü sürü saldırdığı Abombi yağmasını hatırlamıyor musun? Kral Ajaga’nın sarayı önünde bir şef öldürdün, bir şef de senden kaçtı. Öldürülen kardeşimdi, kaçan ise ben. Senden kan bedeli talep ediyorum Amra!”

“Beni kurtarırsan sana ağırlığınca altın veririm,” diye hırladı Conan.

Kızıl gözler ışıldadı beyaz dişler meşale ışığında kurt gibi parladı.

“Evet, seni beyaz köpek, sen de tüm kavmin gibisin; oysa bir kara adam için altın asla kan bedeli olamaz. İstediğim bedel—kellen!”

Son sözcük ürpertici yankılar yaratan delice bir çığlıktı. Conan koyun gibi ölmekten tiksintisinden, gayrı ihtiyari zincirlere asılarak gerildi; sonra daha büyük bir dehşet tarafından donduruldu. Zencinin omzu üstünden karanlıkta salınan bulanık, korkunç bir gövde görüyordu.
.
“Tsotha hiç bilmeyecek!” diye güldü Zenci iblisçe; kem zaferine başka herhangi bir şeyi kaale almayacak kadar gömülmüş, omuz başında sallanan ölümü fark edemeyecek kadar nefret sarhoşu olmuştu. “İblisler kemiklerini zincirinden koparana dek mahzenlere gelmez. Kelleni alacağım Amra!”

Düğüm düğüm bacaklarını bronz sütunlar gibi iki yana açtı, meşale ışığında iri kasları dalgalanıp bölünerek koca kılıcı iki eliyle hızla kaldırdı. Tam o anda arkasındaki dev gölge süratle inip kalktı ve takoz biçimli kafa, tünellerde çın çın öten bir darbeyle vurdu. Saliselik acıdan ardına dek açılan kalın, salyalı dudaklardan çıt çıkmadı. Darbenin tok sesiyle, kara gözlerdeki yaşamın üflenen bir kandil kadar aniden söndüğünü gördü Conan. Darbe iri, siyah bedeni koridorun karşısına çaldı ve muazzam, kıvrımlı gövde onu gözden gizleyen dehşetli, ışıl ışıl kangallar halinde dolandı. Kemiklerin kopuş ve parçalanma sesi net olarak geldi Conan’ın kulağına. Sonra bir şey kalbinin delice küt etmesine yol açtı. Kılıç ve anahtarlar zencinin ellerinden uçmuş, gürültüyle taşa çarparak çınlamıştı—anahtarlar da neredeyse kralın ayağının dibinde duruyordu.

Onlara doğru eğilmeye çalıştı ama zincirler çok kısaydı; kalbinin delice vuruşundan neredeyse boğularak bir ayağındaki sandaleti çıkardı ve ayak parmakları ile tuttu, ayağını çekip, içgüdüsel olarak dudaklarına dek çıkan vahşi sevinç çığlığını güç bela boğarak kavradı onları.

Dev kilitlerle bir anlık boğuşma ve özgürdü. Düşen kılıcı kaptı ve etrafa bakındı. Gözleri, yılan tarafından, insan bedeniyle pek az ilgisi kalmış ezik, lime lime bir nesnenin içine sürüklendiği boş karanlıkla karşılaştı sadece. Conan açık kapıya döndü. Birkaç çevik adım onu eşiğe ulaştırırdı—yüksek perdeden bir kahkaha sesi tonozlarda cırladı, tam elinin altındaki parmaklık yuvasına itildi ve sürgü gürültüyle indi. İblisçe alaycı görünüşte, gulyabaniyi andıran bir yüz bakıyordu parmaklıkların arasından—çalınan anahtarların peşinden gelen hadımağası Shukeli. O fesat halinde, mahkûmun elindeki kılıcı görmemişti kesinlikle. Sunturlu bir küfürle, bir kobranın saldırışı gibi vurdu Conan; koca kılıç çubuklar arasında ıslık çaldı ve Shukeli’nin gülüşü bir ölüm feryadıyla bölündü. Şişko hadım sanki katili önünde eğilircesine büküldü ve tombul elleri dökülen bağırsaklarını boş yere avuçlayarak donyağı gibi yığıldı.

Conan vahşi bir hazla hırladı ama bir mahkûmdu hala. Sadece dışarıdan çalıştırılabilen sürgü karşısında anahtarları beyhudeydi. Deneyimli dokunuşu parmaklıkların kılıç kadar sert olduğunu söyledi ona; özgürlüğe yol açmak için onları kesmeyi denemek sadece tek silahını parçalardı. Yine de o adamantin çubuklarda olağanüstü diş izlerine benzer çentikler buldu ve gayrı ihtiyari bir ürpertiyle bariyerlere böyle korkunç bir şekilde hangi meçhul canavarların saldırdığını merak etti. Her halükarda onun için yapacak tek şey vardı; bu da başka çıkış aramaktı. Meşaleyi nişten alıp yalın kılıç koridordan inmeye koyuldu. Yerdeki koca kan lekesi hariç yılandan da kurbanından da eser yoktu.

Titrek meşalesi tarafından güç bela püskürtülen karanlık, etrafında sessiz ayaklar üstünde kol geziyordu. Her iki yanında kara açıklıklar gördü ama bir çukura düşmemek için dikkatle önündeki zemini seyrederek ana koridorda kaldı. Birden bir kadının acıklı şekilde ağladığını işitti. Tsotha’nın başka bir kurbanı, diye düşündü büyücüye yeniden söverek; yana döndü ve daha küçük, nemli, boğucu bir tünelden aşağıya doğru sesi takip etti.

Ağlama sesi ilerledikçe yaklaştı ve meşaleyi kaldırınca, gölgelerde tuhaf, bulanık bir kütle seçti. Daha yakına sokulunca önüne serilen biçimsiz kütlenin ani dehşetinden bocaladı. Kararsız dış hatları, bir parça ahtapotu andırıyordu ama biçimsiz dokunaçları gövdesine göre fazla kısaydı; dokusu da bakması fiziksel olarak midesini bulandıran titrek, jölemsi bir maddedendi. Bu tiksinç, buzlu kütle arasından kurbağaya benzer bir kafa yükseliyordu; ağlama sesinin bu müstehcen, yağlı dudaklardan geldiğini fark edince tiksinç bir dehşetle donakaldı. Canavarın iri, kararsız gözleri üstüne dikilip titrek gövdesini ona doğru çekerken, ses yüksek perdeden iğrenç bir kıkırtı halini aldı. Geri geri gitti ve kılıcına güvenmediğinden tünelden yukarı kaçtı. Yaratık dünyevi bir maddeden yapılmış olabilirdi ama ona bakmak ta ruhunu sarsmıştı ve insan yapımı silahların ona zarar verebileceğinden şüpheliydi. Kısa bir mesafeden, dehşetli bir kahkahayla cırlayarak, peşinden çırpınıp debelendiğini işitti. Neşesindeki şüphe götürmez insani ton mantığını sekteye uğratıyordu. Tam olarak, kamu mezat kütüğü üstünde tutsak kızlar çırılçıplak soyulduğunda, Günah Kenti Shadizar’ın şehvetli kadınlarının tombul dudaklarından müstehcence köpürdüğünü işittiği türden bir kahkahaydı bu. Bu doğaüstü varlığı, hangi iblisçe sanatlar yoluyla canlandırmıştı Tsotha? Conan alttan alta, doğanın ebedi kanunlarına karşı bir küfrü görmüş olduğunu algıladı.

Ana koridora doğru koştu ama daha önce iki tünelin kesiştiği kare şeklinde küçük bir odaya ulaştı. Tam bu odaya varırken, birden önündeki zeminde ufak, güdük bir kütlenin farkına vardı; ardından koşusunu durdurmaya ya da yana sapmaya fırsat bulamadan, ayağı tiz bir ciyaklama çıkaran yumuşak bir şeye çarptı ve paldır küldür yuvarlandı; meşale elinden uçup gitti ve taş zemine çarparak söndü. Düşüşü yüzünden yarı sersemleyen Conan karanlıkta doğrulup el yordamıyla çevresini yokladı. Yön duygusu karışmıştı ve ana yolun hangi tarafta olduğuna karar vermesi mümkün değildi. Yeniden yakmak için aracı olmadığından meşaleye bakmadı bile. Araştıran elleri tünellerin açıklıklarını buldu ve birini rastgele seçti. Zifiri karanlıkta orada ne kadar yol aldığı konusunda fikri yoktu ama barbarlara has yakın tehlike içgüdüsü onu ansızın durdurdu.

Karanlıkta muazzam bir uçurumun kenarında dururken yaşadığıyla aynı duygu içindeydi. Dört ayak üstüne çöküp yavaş yavaş ilerledi, az sonra da uzanan eli tünel zemininden birdenbire dimdik inen bir kuyu kenarıyla karşılaştı. Ulaşabildiği kadarıyla cepheleri dimdik iniyordu ve nemli, yapışkan bir yüzeyi vardı. Bir kolunu karanlığa uzattı ve kılıcının ucuyla karşı kenara güçlükle dokunabildi. Karşısına atlayabilirdi demek; lakin mesele bu değildi. O yanlış tüneli seçmişti ve ana koridor arkasında bir yerlerde kalıyordu.

Tam bunu düşünürken, havada hafif bir hareket algıladı; kuyudan yükselen belirsiz bir esinti kara yelesini kıpırdatıyordu. Conan’ın teni ürperdi. Kendi kendine bu kuyunun bir şekilde dış dünyaya bağlandığını söylemeye çabaladı, ama içgüdüleri bunun doğadışı bir şey olduğunu söylüyordu ona. O sadece tepenin içinde değildi; onun da aşağısında, şehrin sokak seviyesinin altındaydı. O zaman nasıl olur da dışarıdan bir rüzgâr çukurların içine yol bulup, aşağıdan yukarıya esebilirdi? O manevi rüzgârda hafif bir zonklama çok, çok aşağıda çalan davullar gibi vuruyordu. Güçlü bir ürperti sarstı Aquilonia kralını.

Ayağa kalktı ve geri geri gitti, o bunu yaparken, bir şey kuyudan uçarak çıkıyordu. Bunun ne olduğunu bilmiyordu Conan. Karanlıkta birşey göremiyordu ama bir varlığı net olarak algıladı—yakınında habisçe uçuşan, görünmez, soyut bir zekâ. Dönerek geldiği yöne kaçtı. İlerisinde ufak, kızıl bir kıvılcım gördü. Ona yöneldi ve zannettiğinden çok önce ulaştı. Sağlam bir duvara bodoslama çarptı ve kıvılcımın ayağının dibinde olduğunu gördü. Bu onun meşalesiydi, son bir parlayan kor haricinde alevi sönmüştü. Özenle onu kaldırdı ve yeniden tutuşturmak için üfledi. Ufak alev canlanırken rahat bir nefes aldı. Tünellerin kesiştiği odaya gelmişti, yön duygusu da dönüyordu.

Ana koridordan ayrıldığı tüneli saptadı, tam ona doğru yola koyulurken, meşalesi görünmez dudaklar tarafından üflenmiş gibi canlandı. Yeniden bir varlık hissetti ve etrafa bakarak meşalesini kaldırdı.

Hiçbir şey görmüyordu; yine de her nasılsa salya sümük damlatıp, işitemediği ama bir tür içgüdüyle fark ettiği müstehcenlikler sayıklayarak havada uçuşan görünmez, bedensiz bir yaratık algıladı. Kılıcını kinle savurdu ve adeta örümcek ağlarını kestiğini hissetti. Soğuk bir dehşetle sarsıldı sonra; çıplak sırtında iğrenç, yakıcı bir nefes hissederek tünelden aşağı koşarak kaçtı.

Fakat ana koridora çıktığında, ne görünür, ne de görünmez herhangi bir varlığın farkındaydı artık. Bir an üstüne karanlıktan pençeli, dişli zebanilerin atılmasını bekleyerek aşağı ilerledi. Tüneller sessiz değildi. Yerin bağırsaklarından tüm yönlerden makul bir dünyaya ait olmayan sesler geliyordu. İblisçe alay kıkırtıları, ciyaklamaları, uzun, ürpertici ulumalar vardı; bir keresinde de bir çakalın ciyaklayan gülüşü olduğu kuşku götürmez bir ses, müthiş şekilde insan sözcüklerinden feryadü figan küfürlerle son buldu. Sinsi ayakların adımlarını işitti, tünellerin ağzında da dış hatları korkunç, sıra dışı, bulanık bedenler ilişti gözüne.

Adeta cehennemde dolaşmak gibiydi bu—Tsotha Lanti yapımı bir cehennem. Fakat salyalı dudakların iştahlı şapırtısını net olarak duymasına, aç gözleri yanan bakışları algılamasına rağmen, karanlık yaratıklar büyük koridora gelmiyordu. Birazdan da nedenini anladı. Arkasındaki bir sürünme sesiyle gerildi, meşalesini söndürüp yakındaki bir tünelin karanlığına daldı. Koridorun aşağısında az önceki korkunç öğününden uyuşmuş haldeki dev yılanın süründüğünü işitti. Çok yakında bir yaratık korku içinde mızırdandı ve sinsice karanlıkta uzaklaştı. Anlaşılan ana koridor büyük yılanın av sahasıydı ve diğer canavarlar ona yer açıyordu.

Conan için yılan canavarların en az dehşetli olanıydı; ağlayan, kıkırdayan iğrençliği ve kuyudan çıkan salyalı, dırdırcı yaratığı hatırlayınca neredeyse onunla akrabalık hissetti. O dünyevi bir yaratıktı en azından; sürüngen bir eceldi ama sadece fiziksel yokoluşla tehdit ediyordu, hâlbuki diğer dehşetler hem aklına düşmandı, hem de ruhuna.

Hayvan takip ettiği koridordan indikten sonra, meşalesini yeniden üfleyip tutuşturdu ve güvenli olduğunu umduğu bir mesafeden takip etti. Yakındaki bir tünelin karanlık girişinden sızıyor gibi görünen kısık bir inilti işittiğinde fazla ilerlememişti. İhtiyatı onu uyardı ama merakı artık bir saptan hallice kalmış meşalesini yukarıda tutarak tünele girmeye sevk etti onu. Her şeyi görmeye hazırlanmıştı, yine de en az beklediği şey oldu gördüğü. Geniş bir hücreye bakıyordu; bunun ortasındaki boşluk da yer ve tavandaki taşa sıkıca yerleştirilmiş parmaklıklarla çevriliydi. Bu parmaklıkların içinde biri vardı, yaklaştıkça onun ya bir insan, ya da tam bir insan sureti olduğunu gördü; yerdeki yekpare kayada yetişmiş gibi görünen kalın bir sarmaşığın filizleri dolanıp düğümlenmişti çevresine. Bitki tuhaf sivri yapraklar ve kırmızı—doğal taçyapraklarının saten kırmızısı değil, bir çiçek yaşamı sapkınlığı gibi solgun, doğadışı bir kırmızı—çiçeklerle kaplıydı. Yapışkan, esnek dallar, çıplak adamın bedeni ve uzuvlarına şehvetli, aç buselerden seğiren etini okşar gibi dolanıyordu. Koca bir çicek, adamın tam ağzının üstünde sallandı. Kısık, hayvani bir inilti döküldü gevşek dudaklardan; kafa katlanılmaz bir acı içinde gibi devrildi ve gözler dosdoğru Conan’a baktı. Ama içlerinde zekâ ışığından eser yoktu; bir akılsızın boş, camsı gözleriydi bunlar.
 

ekenciz

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
13 Eyl 2009
3,027
13,820
Çeviri ve balonlama için çok teşekkür ederim.
 

ilkhantok

Onursal Üye
Çeviri & Balonlama
6 Ara 2010
1,981
30,411
Mersin
çok teşekkür ederim dostum, kısmetse 3. ve 4. kitaplarıda çevrilince macera tamamlanacak, listedeki yerine gidecek bu macerada
 
Üst